فَلَا وَرَبِّكَ لَا يُؤْمِنُونَ حَتّٰى يُحَكِّمُوكَ ف۪يمَا شَجَرَ بَيْنَهُمْ ثُمَّ لَا يَجِدُوا ف۪يٓ اَنْفُسِهِمْ حَرَجًا مِمَّا قَضَيْتَ وَيُسَلِّمُوا تَسْل۪يمًا
’Hayır! Rabbine yemin olsun ki onlar, aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp, sonra da senin verdiğin hükümden dolayı nefislerinde hiç bir sıkıntı bulmadıkça ve tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.’
(en-Nisâ, 4/65)
Her var olan için, varlığına işaret eden nişaneler vardır. Bir şeyin varlığına işaret eden alametler olmadığı halde, o şey hakkında ’vardır’ demek mümkün olmadığı gibi, Allah’a ve Rasûlü’ne iman etmenin de bir takım alametleri vardır ve bu alametler bulunmadan gerçek bir imandan bahsetmek mümkün olmaz. Bu alametlere haiz olmayan bir kişinin ’ben iman sahibiyim, elhamdülillah müslümanım, biz de müslümanız…’ demesi kuru bir iddiadan öte geçmez.
İmanın şiarlarından yani alametlerinden en mühimi; Allah (c.c.) ve Rasûlüne itaat etmek, emirlerini birebir tatbik edip nehiylerinden de şiddetle kaçınmaktır. İmanın varlığına işaret eden bu nişanenin bir mü’minde hangi vasıf ve hal üzere bulunması gerektiğini ifade eden birçok âyet vardır. O âyetlerden biri de Nisâ sûresi 65. âyettir. Bu âyet-i kerime; Rasûlullah (s.a.v.)’in emir ve yasaklarının hayatın her alanında hâkim olup, verdiği hükümlere gönülden gelen tam bir kabul ve azaların ortaya koyacağı tam bir teslimiyetle itaat etmenin her bir mü’min için her zaman ve mekânda farz olduğuna ve imanın varlığının şartı olduğuna delalet etmektedir.
Cennete girmek, ancak Allah’a ve Rasûlü’ne sahih bir imanla mümkündür. Cenâb-ı Hak, tüm kullarına kendisine giden yolu kapatmıştır, ancak Peygamberi (s.a.v.)’e iman edenler müstesna. Kıyamete kadar O’nun sancağı altında hareket etmeyenleri, rızasına ve rıza yurdu olan cennete kabul etmeyecektir. Ne var ki bugün, Peygamberimize iman etmedikleri halde Ehl-i Kitab’ın yani Yahudi ve Hıristiyanların cennete girebileceklerini iddia eden ve bu fikri toplum içerisinde yayarak mü’minlerin kendilerine sempati beslemelerini sağlamak isteyen misyonerlerin piyonluğunu yapanlar mevcut. Bu âyet-i kerime, onların yüzlerine bir şamar gibi inmektedir. Zira bu âyete göre Efendimiz (s.a.v.)’in risaletini tasdik etmemek şöyle dursun; emirlerinden veya nehiylerinden birini gönül hoşnutluğu ve teslimiyetle kabullenmeyenler dahi iman sahibi sayılmamaktadır.
فَلَا وَرَبِّكَ ’Hayır! Rabbine yemin olsun ki’ فَلَا daki لَا nın manası hakkında:
Bu hususta âlimler farklı açıklamalar getirmişlerdir. Âyeti tam olarak anlayabilmek için bu izahları bilmekte fayda mülahaza ediyoruz.
1- Âyettekiلَا zaide olup, yemin manasını tekit için gelmiştir.
2- Zaide olmayıp, bir manası vardır. Buna göre:
a) Bu kelime, daha önce bahsedilmiş olan bir şeyin nefyini ifade eder. Buna göre mana: ’Onlar hem senin hükmüne muhalefet edecekler, hem de iman ettiklerini iddia edecekler. Hayır, durum onların zannettikleri, düşündükleri gibi değildir.’ şeklinde olur.
b) Bu, daha sonra gelecek لَا يُؤْمِنُونَ ’iman etmiş olmazlar’ ifadesindeki nefyi tekit etmek için getirilmiştir. Buna göre âyete ’kesinlikle iman etmemiş olurlar’ manasını kazandırır.
وَرَبِّكَ ’Rabbine yemin olsun ki’
Allah (c.c.), âyete şerefli ve mukaddes zatına yemin ve ant ile başlayarak buyruğunu tekit etmiştir. Bu, şiddetli bir vaid yani korkutma ifade eder. Cenâb-ı Hakk’ın bu yemininden sonra ’iman etmiş olmazlar’ şeklindeki ifade ise tehdidi daha da önemli kılmaktadır. Zira bir insanın dünya ve âhirette yegâne kurtuluş vesilesi, sahip olduğu imanıdır. Bu nedenle her kişinin bu âyetteki ifadeye kulak vermesi, dikkat kesilmesi, kalbinin haşyetle dolu bir şekilde titreyerek bu âyetin mucibince amel etmesi gerekir.
Yemin lafzında (كَ zamiriyle) Cenâb-ı Hak, Peygamberimizi muhatap almak suretiyle O’nun şan ve şerefinin yüceliğini bildirmiş ve O’nun kendi katındaki değerini bir kez daha ilan etmiştir.
لَا يُؤْمِنُونَ ’iman etmiş olmazlar’
Yani ey Rasûl’üm Muhammed (s.a.v.)! Onlar aralarında çıkan anlaşmazlıklar hususunda seni hakem kılıp, sonra da senin verdiğin hükümden dolayı nefislerinde hiç bir sıkıntı ve darlık bulmadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça ne bana, ne sana ve ne de sana indirdiğim Kur’ân’a iman etmiş olmazlar.
Bu âyet, bir kişide ancak belirli şartlar bulunursa iman sıfatını kazanabileceği hususunda bir yemindir. Bu şartlar; irade, kalp hali ve fiille alakalı şu üç şarttır:
1- İhtilâfa düşülen meselelerde Rasûlullah (s.a.v.)’in, O’nun şerait ve sünnetinin hakemliğine başvurmak.
2- Rasûlullah (s.a.v.)’in verdiği hüküm ve karardan dolayı hiç bir sıkıntı duymamak, kendi düşünce ve kararından sıyrılıp O’nun kararlarını tam bir rıza, şüphe ve itirazdan uzak, mutlak bir kabul ile karşılamak.
3- Rasûlullah (s.a.v.)’in verdiği hükme tam bir bağlılık ve teslimiyetle boyun eğmek.
حَتّٰى يُحَكِّمُوكَ ف۪يمَا شَجَرَ بَيْنَهُمْ ’aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp…’
Şicâr; karışmak, birbirine girmek, dallanıp budaklanmak, ihtilaf ve münazaaya düşmek manalarına gelir. Birbirine girdiği için hevdecin tahta ve çıtalarına ’şicâr’ denir. Dalları ve yaprakları birbirine girip karıştığı için ağaca ’şecera’ denmiştir. Anlaşmazlığa düşen kimselerin görüş, söz ve filleri de birbirine karıştığından münazaa için ’şicâr’ kelimesi kullanılmıştır.
Bu âyetteki emir, sadece Rasûlullah (s.a.v.)’in hayatıyla ya da sadece sahabelerle sınırlı değildir. Rasûlullah (s.a.v.) Efendimizin hakemlik konumu kıyamete kadar geçerlidir. O hayattayken bizatihi kendisi, ister hayatında isterse de vefatından sonra O’nun olmadığı yerlerde ise bırakmış olduğu şeriat; yani Kur’an ve Sünnetin hükümleri hakemdir.
Rasûlullah (s.a.v.), Muaz’ı Yemen’e göndermek istediği zaman (ona hitaben): ’Sana bir dava arz edilirse nasıl hüküm verirsin?’ buyurdu. (Muaz): ’Allah’ın Kitabı’yla hükmederim.’ dedi. (Rasûlullah): ’Allah’ın Kitabı’nda bulamazsan (ne ile hükmedersin)?’ buyurdu. (Muaz): ’Rasûlullah (s.a.v.)’in sünnetiyle.’ dedi. (Rasûlullah): ’Ne Rasûlullah (s.a.v.)’in sünnetinde ne de Allah’ın Kitabı’nda bulamazsan (ne ile hükmedersin)?’ buyurdu. (Muaz): ’Kendi görüşümle içtihat ederim, (hüküm vermekten) geri durmam.’ dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.), onun göğsüne vurdu ve: ’Rasûlullah’ın elçisini, Rasûlullah’ı hoşnut eden şeye muvaffak kılan Allah’a hamdolsun.’ buyurdu. (Ebû Dâvûd, Akdıye, 11)
Diğer bir hadislerinde de şöyle buyurmuştur: ’Size iki şey bırakıyorum. O ikisine (sımsıkı) sarıldığınız takdirde asla dalalete düşmezsiniz: Allah’ın Kitabı (Kur’an) ve Peygamberi’nin sünneti.’ (Muvattâ, Kader, 1) Dolayısıyla kıyamete kadar bir kimse ister maddî ister manevî, hak ile batılın birbirine karıştığı tüm işlerinde Rasûlullah (s.a.v.)’i, O’nun şeriat ve sünnetini hakem kılmadıkça iman etmiş olmaz.
ثُمَّ لَا يَجِدُوا ف۪يٓ اَنْفُسِهِمْ حَرَجًا مِمَّا قَضَيْتَ ’sonra da senin verdiğin hükümden dolayı nefislerinde hiç bir sıkıntı bulmadıkça’
Harac; darlık, sıkıntı, zorluk, ağaçların birbirine girdiği, çoban¬ların ve vahşi hayvanların bile içine giremediği ağaçlık, vadi manalarına gelir.
Mücâhid, âyette geçen ’harac’ kelimesini ’şek, şüphe’ olarak tefsir etmiştir. Zira bir mesele hakkında şek ve şüphe içerisinde olan, kendisine yakin hali açılıncaya kadar o mesele hususunda sıkıntı ve darlık içerisindedir.
Bazı müfessirler ise bu kelimenin ’ism/günah’ manasında olduğunu ve mananın: ’Onların nefisleri, kalpleri senin verdiğin hükmü kabul etmeyip inkâr etmekle günaha bulaşmasın’ şeklinde olduğunu belirtmişlerdir.
Kalbin sıkıntı ve darlık içerisinde olması hali, Cenâb-ı Hakk’ın saptırdığı, dalalette olan kimselerin kalp halidir. İslâm’ ve onun emirlerine karşı kalp genişliğinin ve huzurun bulunması ise hidayetin, iman ehlinin alametidir. (B.k.z., el-En’âm, 6/125)
Rasûlullah (s.a.v.)’den sadır olan her bir hüküm, emir ve nehiy; adalettir, hakkın ta kendisidir. Bu nedenle gönülden ve nefisten gelen bir rıza, hoşnutluk ve kabul ile ona boyun eğmek gerekir.
Bazen kişi, Rasûlullah (s.a.v.)’in hükmüne kalpten gelen bir hoşnutlukla değil zahiren rıza gösterip boyun eğer. Rabbimiz bu ifadeyle imanın tahakkuku için Peygamberinin hükmüne kalben de razı olunması gerektiğini ifade etmiştir.
Bu ifade, Peygamberimiz (s.a.v.)’in hükmüne razı olmayan bir kimsenin asla mü’min olamayacağına açık bir şekilde delalet etmektedir. Zira O’nun hükmüne razı olmamak, Allah (c.c.)’nun hükmüne razı olmamak demektir. ’Her kim peygambere itaat ederse, muhakkak Allah’a itaat etmiş olur. Her kim de yüz çevirirse (üzülme), zira biz seni onların üzerine bekçi göndermedik.’ (en-Nisâ, 4/80) Bu ise isyan ve küfürdür.
وَيُسَلِّمُوا تَسْل۪يمًا ’ve tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça’
Teslîm kelimesi; selam vermek, münakaşasız emaneti sahibine teslim etmek, hükme razı olmak, boyun eğmek, tabi olmak, itiraz etmemek, teslim olmak, bir işi havale etmek manalarına gelir.
İmanın gerçekleşmesi için; kalben tasdik etmekle birlikte, tam bir teslimiyet içerisinde bulunmak, her türlü şüphe ve şaibeden uzak bir şekilde Efendimiz (s.a.v.)’in peygamberliğini ikrar ile beraber O’nun hükmüne boyun eğip zahiri ve batını ile itaat etmek gerekir.
Cenâbı Hak, âyette zikredilen bu son iki şartla tüm mü’minlere, nefislerinde Rasûlullah (s.a.v.)’e en ufak bir muhalefet, itiraz, şek ve şüphe taşımalarını haram kılmıştır. İster inat ve ister şek ve şüphe sebebiyle olsun Allah’ın ve Rasûlü’nün emirlerinden bir emri reddeden İslâm dairesi dışına çıkmıştır. Peygamberimiz (s.a.v.)’in irtihallerinden sonra Hz. Ebû Bekir (r.a.), zekât vermeyi reddedenleri mürtet saymış ve onlarla savaşmıştır.
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz hak yolun rehberidir. Rehber’e muhalefet edip ondan ayrılmak, hiç şüphesiz hak yoldan ayrılmak demektir. Bunun adı ise dalalet yani sapıklıktır. Zira Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: ’Her kim ki Allah onu hidayete erdirir, artık onu saptıracak yoktur. Her kim de (Allah) onu saptırır, artık onu hidayete eriştirecek yoktur. Muhakkak ki sözün en doğrusu Allah’ın Kitabı’dır. Yolun en güzeli ise Muhammed’in yoludur. İşlerin en şerlisi (dinde olmayıp) sonradan uydurulanlarıdır. Her sonradan uydurulan, bidattir. Her bidat de sapıklıktır. Her sapıklık (sahibi) da Cehennemdedir.’ (Nesâî, Salâtu’l-İydeyn, 22)
Cafer-i Sâdık (r.a.)’dan rivayet edildiğine göre, kendisi: ’Şayet bir kavim, Allah Teâlâ’ya ibadet etseler, namaz kılsalar, zekat verseler, Ramazan (ayı) orucunu tutsalar, Beyt(ullah)ı haccetseler sonra da Rasûlullah (s.a.v.)’in yaptığı bir şey hakkında: ’Yaptığı şeyin hilafını yapsaydı ya (daha iyi olmaz mıydı)?’ deseler veya (yaptığı şey hususunda) nefislerinde bir sıkıntı bulsalar hiç şüphesiz müşrik olurlardı.’ demiş, sonra da bu âyeti okumuştur. (Âlûsî, Rûhu’l-Meânî Fî Tefsîri’l-Kur’âni’l-Azîm Ve’s-Seb’i’l-Mesânî, c.5, s.100)
Âyetin sebeb-i nüzulü:
Bu âyet-i kerimenin sebeb-i nüzulü hakkında farklı rivayetler vardır:
Birinci rivayet:
Urve (b. Zübeyr)’den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir: Zübeyr, Harre (mev¬kiinde)’deki (hurmalıklarını suladıkları) bir suyolu hususunda Ensâr’dan bir adamla çekişti. Nebi (s.a.v.): ’Ey Zübeyr! (Bahçeni) sula, sonra suyu komşuna sal!’ buyurdu. Bunun üzerine Ensârî: ’Yâ Rasûlallah! (Zübeyr) halanın oğlu olduğu için (mi böyle hükmettin)?’ dedi. Bu (söz) üzerine (Rasûlullah’ın) yüzü değişti. Sonra: ’Ey Zübeyr! (Bahçeni) sula, sonra suyu (bahçe) duvarın(ın) temeline (veya ağaçların köklerine) erişinceye kadar hapset. Sonra suyu komşuna sal.’ buyurdu. Ensârî kendisini öfkelendirdiği zaman Nebi (s.a.v.), açık hü¬kümde Zubeyr’in hakkını tam olarak aldırttı. Hâlbuki (başta) onlara, kendisinde her ikisi için de genişlik bulunan bir işi işaret etmişti. Zübeyr şöyle dedi: ’Ben bu âyetlerin ancak bu hadise hak¬kında indiğini düşünüyorum: ’Hayır! Rabbine yemin olsun ki onlar, aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp,… (sonra da senin verdiğin hükümden dolayı nefislerinde hiç bir sıkıntı bulmadıkça ve tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça) iman etmiş olmazlar.’ (en-Nisâ, 4/65) (Buhârî, Tefsîr, 4/12)
Bu rivayetle alakalı açıklama:
Derelerde akan ve ’Mubah Nehirler’ denilen sulardan halk nö¬bet usulü ile istifade eder. İstifadede nehrin akışı takip edilerek yu¬kardan başlamak suretiyle tarlalar sulanacaktır. Nöbeti gelen tar¬la sahibi kendi tarlasını suladıktan sonra suyu alt tarafındaki komşusuna bırakır. O da sulama işini bitirince altındaki komşu tarlaya su¬yu salıverecektir. Bu durumda, görüldüğü gibi bir üstekinin, sula¬mada öncelik hakkı vardır.
Hadiste önce sulh yolu ile sonra şer’î hakka dayalı hüküm ile hasımlar arasındaki ihtilafın halli öngörülüyor. Şöyle ki: İki hasım müracaat ettiklerinde Rasûlullah (s.a.v.) başlangıçta Zübeyir (r.a.)’in hasmının biran önce tarlasını sulayabilmesi için Zübeyr (r.a.)’in asgari ihtiyacını gidermesi ile yetinilerek sulh yolu ile aralarındaki nizaı gidermek istemişti. Onun için Zübeyr’e: ’Tar¬lanı sula sonra suyu komşuna salıver.’ emri verildi. Ensârî’nin vaki itirazı üzerine tarafların normal haklarını kullanmalarını hükme bağlayan Peygamber (s.a.v.), Hz. Zübeyr’e, örf ve adete göre kana kana su hakkını tam kullandıktan sonra su¬yu bırakmasını emretmişti.
Hz. Zübeyr’in hasmının ismi hadiste geçmiyor. Onun kim¬liği hakkında değişik rivayetler vardır. Fakat hiç bir rivayet kesin¬lik ifade etmediği için kimliği vuzuha kavuşmamıştır. Bunun kimli¬ği, vaki itirazla işlediği saygısızlık veya içine düştüğü hata dolayısı ile teşhir edilmesin diye kapalı tutulduğu ihtimali vardır. Davanın bir tarafını teşkil eden ilk ravi Hz. Zübeyr olsun diğer raviler olsun ondan ’Ensârî’ diye bahsederler.
Ensârî diye tabir edilen bu şahsın sahabî olup olmaması husu¬su da açıklık kazanmamıştır. Bir sahâbînin Peygamber (s.a.v.)’in hükmüne itiraz etmesi pek düşünülmediği için bazı âlimler ve rivayetler onun münafıklardan olduğu yolunda bilgi verirler. İbn-i Mâce’nin Sindî adlı haşiyesinin müellifi: ’Bu adamın münafıklardan olması muhtemeldir. Ensâr kabilesine men¬sup olduğu için Ensârî diye anılmış olabilir’ diyor. Sindî daha son¬ra bu şahsın sahâbî olduğu ihtimali üzerinde durarak, Nesâî’nin bu adamın Bedir savaşında hazır bulunduğunu rivayet ettiğini ifade eder. Buhârî de Sulh kitabında: ’İtiraz eden şahıs Ensâr’dandır. Bedir savaşında bulundu.’ me¬alinde kuvvetli bir rivayette bulunuyor.
Hz. Zübeyr (r.a.)’in, rivayet ettiği bahis ko¬nusu hadis metninde, hasmından, Ensârî diye bahsetmesi ve hasmının Peygamber’e, ’Yâ Rasûlallâh’ diye hitab etmesi onun sahâbîlerden olduğu ihtimalini kuvvetlendiriyor.
Müslim’in şârihi Nevevî de: ’Bir insan bugün böyle bir söz sarf ederse onun hakkında mürteddin hükümleri tatbik edilir. Peygamber (s.a.v.)’in bu şahsı cezalandırmaması âlimlerce şu şekilde yorumlanı¬yor: Hadise, İslâm dininin yeni çıktığı zamana rastlıyordu. Peygam¬ber (s.a.v.) halkın İslâm’a ısınmasına çalışı¬yordu. Her olayın iyi bir şekilde halledilmesi gerekiyordu. Bunun için o şahıs hakkında cezaî hüküm tatbik edilmemiştir.’ diyor. (Sünen-i İbn-i Mâce Tercüme ve Şerhi, Haydar Hatiboğlu, c.1, s.27)
’Bize Kur’an yeter’ diyenlere ret:
Bu hadise ve akabinde inen âyet-i kerime, Nebi (s.a.v.)’in hükmünün de Kur’ân gibi itaat edilmesi gereken bir hüküm olduğuna işaret etmektedir. Bu yönüyle, ’Bize sadece Kur’an yeter’ diyenlere de aynı zamanda bir rettir. Zira Nebi (s.a.v.)’in bu hükmü, Allah’ın kitabında olan bir hüküm olmayıp bizatihi kendi hükmüdür. Öyleyse Sünnet de Kur’ân-ı Kerim gibi bağlayıcıdır. Zira Cenâb-ı Hak, iman için O’na itaati şart kılmıştır.
Peygamberler, Verdikleri Hükümlerde Masumdurlar:
Âyet, Peygamberimiz (s.a.v.)’in, tebliğinde olduğu gibi verdiği hükümlerde de hatadan masum olduğuna delalet etmektedir. Çünkü Allah Teâlâ, onun hükümlerine hem zahiren, hem de batınen boyun eğmenin gerektiğini bildirmiştir. İşte bu durum, ondan herhangi bir hatanın sudur etmeyeceğini gösterir.
Peygamberimiz (s.a.v.), kendisine gelen davanın iç durumuna göre değil, zahiri haline göre ve hakka uygun olarak hüküm vermekle mükelleftir. Davanın gizli yanları ise artık Allah’a kalmıştır, bundan sorumlu değildir.
İkinci rivayet:
Bazıları bu âyetin sebeb-i nüzulünün Nisâ sûresi 60. âyet ve sonrasının inmesine sebep olan bir Yahudi ile münafık arasında geçen hadise olduğunu söylemişlerdir. Münafık ile Yahudi bir meselede ihtilafa düştüler. Rüşvet almayacağını ve adaletle hükmedeceğini bildiği için Yahudi: ’Aramızda Muhammed hükmetsin.’ dedi. Münafık ise rüşvet kabul edeceklerini bildiği için Yahudi hâkimlerine (veya bir kahine veya Ka’b b. el-Eşref’e) gitmeye davet etti.
Üçüncü rivayet:
Utbe b. Damra’nın babasından rivayet ettiğine göre; iki adam Nebi (s.a.v.)’e (gelerek) hasımlaştılar. (Rasûlullah da) hakkın lehine ve batılın da aleyhine hükmetti. Aleyhine hüküm verilen: ’Razı olmam!’ dedi. (Davalı) arkadaşı: ’Ne istiyorsun?’ dedi. (O da): ’Ebû Bekr es-Sıddîk’a gitmeyi (istiyorum).’ dedi. Ve ona gittiler. Lehine hüküm verilen: ’Muhakkak ki Nebi (s.a.v.)’e (giderek huzurunda) hasımlaştık. O da onun aleyhine hükmetti.’ dedi. Bunun üzerine Ebû Be¬kir: ’Siz ikiniz(in meselesi) Nebi (s.a.v.)’in verdiği hüküm üzeredir. (Buna razı olun).’ dedi. Yine arkadaşı razı olmaktan imtina etti. ’Ömer b. el-Hattâb’a gi¬delim.’ dedi. Bunun üzerine ona vardılar. Lehine hüküm verilen: ’Muhakkak ki Nebi (s.a.v.)’e (giderek huzurunda) hasımlaştık. O da onun aleyhine hükmetti. O ise razı olmaktan imtina etti. Sonra Ebû Bekir es-Sıddîk’a vardık, (o da): ’Siz ikiniz(in meselesi) Rasûlullah (s.a.v.)’in verdiği hüküm üzeredir. (Buna razı olun).’ dedi. O yine razı olmaktan imtina etti.’ dedi. Bunun üzerine Ömer ona bu durumu sordu. (Aleyhine hüküm verilen durumun bu şekilde olduğunu söyledi.) Bunu üzerine Ömer evine girdi ve elinde çekilmiş kılıç olduğu halde çıktı. Onunla, razı ol¬maktan imtina edenin başına vurdu ve onu öldürdü. Bunun üzerine Allah Teâlâ: ’Hayır! Rabbine yemin olsun ki onlar, aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp… (sonra da senin verdiğin hükümden dolayı nefislerinde hiç bir sıkıntı bulmadıkça ve tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.)’ âyetini indirdi. Ve Allah, Ömer’i onu öldürmesinden dolayı temize çıkardı. (İbn-i Kesîr, Müsnedü’l-Fârûk, c.2, s.505. Ayrıca rivayet, değişik bir lafızla Hakîm et-Tirmizî, Nevâdiru’l-Usûl, 43. Asl, s.59’da geçmektedir.)
İman, kelime-i şehadeti telaffuz etmekten ibaret değildir. İman etmek birçok yükümlülüğü de beraberinde getirir. İman, öz olarak Cenâb-ı Hakk’a kölelik tasmasını boyna geçirmektir. Salih ameller, bunun delili, göstergesidir. Kalp, sahih bir imana sahip olduğu takdirde, azalar ona itaat eder, şeriatın emirlerine tutunup nehiylerinden kaçınır.
Rebîülevvel’in onikisine denk gelen önümüzdeki günlerde idrak edeceğimiz mevlit kandilinde âlemlere rahmet olarak gönderilen Efendimiz (s.a.v.)’in dünya teşriflerine sevinmek, neşe ve sürurla dolmak mü’minler olarak hakkımız ve vazifemizdir. Ancak dünyada Allah’ın razı olduğu mesut bir hayat yaşayıp kıyamet günü O’nun şefaatiyle cennete girerek felaha kavuşmanın yegâne yolu nefse, heva ü hevese, dünyaya ve şeytanlara rağmen O’na itaat etmekten geçmektedir.
Bu âyetten şu netice de çıkıyor ki; her kim karar merci olarak nereye başvuruyor, onun hükmüne rıza gösteriyorsa ve tam bir teslimiyetle itaat ediyorsa imanı orayadır. Şu halde hayatımızın muhtelif noktalarında karşılaştığımız ihtilafları ve içinden çıkamadığımız noktaları nasıl çözdüğümüze, çözüm için hangi mercilere başvurduğumuza ve kimin verdiği karardan hoşnut olduğumuza bir bakalım. İhtilafları çözmede Allah’a ve Peygamberine başvurmak şöyle dursun; dinin faiz, tesettür, evlilik, miras taksimi vb. hususlarla ilgili açık emir ve nehiyleri dahi bize ağır geliyor; ’bu meseleyi başka şekilde yorumlayan da var, şöyle diyen de var’ gibi sağa sola çekmeye, keyfimizce hareket etmeye çalışıyorsak; dinin çizdiği sınırlar içerisinde bir hayat bize zor geliyorsa, bundan memnun ve hoşnut olmuyorsak, Allah ve Rasûlü’ne imanımızda ciddi problemler var demektir. Efendimiz (s.a.v.) bir hadislerinde şöyle buyurmuşlardır: ’Siz hiç biriniz, hevası (arzuzu) benim getirdiğim şeylere tâbi olmadıkça (kamil manada) mü’min olmazsınız.’ (İbn-i Ebî Âsım, es-Sünne, c.1, s.45, bab:6, h.no:15)
Rabbimiz, cümlemize imanın hakikatine ermeyi, son nefesine kadar bu imanı muhafaza edip itaatle dolu bir ömür geçirmeyi nasip eylesin!
İmanın Şiarı-rasûlullah (s.a.v) E Gönülden İtaat ve Teslimiyet
Özlenen Rehber Dergisi 96. Sayı
Henüz hiç kimse yorum yazmadı.