وَمَآ اَرْسَلْنَا مِنْ رَسُولٍ اِلَّا لِيُطَاعَ بِاِذْنِ اللّٰهِۜ وَلَوْ اَنَّهُمْ اِذْ ظَلَمُوٓا اَنْفُسَهُمْ جَآؤُ۫كَ فَاسْتَغْفَرُوا اللّٰهَ وَاسْتَغْفَرَ لَهُمُ الرَّسُولُ لَوَجَدُوا اللّٰهَ تَوَّابًا رَح۪يمًا ﴿﴾
’Biz, her peygamberi sırf, Allah’ın izni ile itaat edilmek üzere gönderdik. Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelselerdi de Allah’tan mağfiret dileselerdi ve Peygamber de onlar için (Allah’tan) bağışlanma dileseydi, elbette Allah’ı tevbeleri çok kabul edici ve çok merhametli bulurlardı.’
(en-Nisâ, 4/64)
Peygamberlerin gönderilmesindeki hikmet
Cenâb-ı Hak, insanoğlunu, fıtrat üzere, yani tevhit ve şeriatını tanıma, ikrar etme ve yaşama üzere yaratmıştır. Onun yaratılışındaki tek maksat, zatına kullukta bulunmasıdır. Ancak nefis, şeytan, diğer insanlar ve dünyadaki yaşam şartları gibi nedenlerle insanoğlu fıtratından ve yaratılış maksadından uzaklaşmakta, adeta habersiz hale gelmektedir. Cenâb-ı Hakk’ın uygulanmasını istediği ilâhî kanunların dışına çıkarak, onun yerine batıl yolları kendisine hayat nizamı edinmektedir. Allah Teâlâ, insanların, içinde bulundukları batıl halden ve gafletten kurtulup razı olduğu istikamete kavuşmaları için onlar içerisinden peygamberler seçip göndermiştir.
Öyleyse, O’nun, peygamberleri göndermesindeki hikmet; zatını tanıtmak, tevhidi ve dininin hükümlerini yeryüzünde hâkim kılmak suretiyle kullarını istikamete çekmektir. ’O (Allah), onu (yani hak din olan İslâmı) bütün dinlere üstün kılmak için Rasûlü’nü hidayet ve hak din ile gönderendir. Şahit olarak Allah yeter. Muhammed, Allah’ın Rasûlü’dür…’ (el-Feth, 48/28-29)
Peygamberlere itaat niçin farzdır?
Bu yüce gayenin gerçekleşmesi için insanlar arasından seçip güzel ahlak, akıl, ismet, kudret vb. birçok üstün vasıflar ve meziyetle donattığı, mucizelerle takviye ettiği, terbiyelerini zatı üzerine aldığı peygamberlere itaat edilmesini emretmiş ve bunu diğer kulları üzerine farz kılmıştır. Şu halde tevhidin ve ilâhî nizamın yeryüzüne hâkim olması, istikamet halini elde edip dünya ve âhirette kurtuluşa erebilmek için peygamberlere itaat şarttır.
Her peygamber gibi Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.) Efendimiz de kıyamete kadar hak dini yeryüzüne hâkim kılmakla görevli, Allah (c.c.)’nun hak elçisidir. Geçmişten bugüne bazılarının iddia ettiği gibi O; (hâşâ) insanları davet etmekten başka bir konumu olmayan, otorite ve tasarrufa sahip olmayan bir tebliğciden ibaret değildir. O, sadece ibadetleri insanlara bildirsin, sonra da aradan çekilsin, insanlar keyfince hareket etsin diye de gönderilmemiştir. Cenâb-ı Hak, O’na tüm insanlık arasında yüce bir makam ve tasarruf vermiş, O’nu izzet sahibi kılmıştır. O’na itaati bizzat kendi zatına itaat saymıştır. Verdiği hükmü, gönlünde hiçbir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle kabul etmeyenleri imandan mahrum etmiştir. O’na iman etmeyenlere, izi üzere hareket etmekten yüz çevirenlere rızasını ve cennetini haram kılmıştır.
Bir mü’minin, Peygambere imanının hakikat üzere olabilmesi için peygamber ve peygamberliğin manasını; peygamberlerin vazifelerini ve gönderiliş hikmetlerini; onların vasıflarını bilmesi gerekir. Cenâb-ı Hak, semayı, arzı ve bu ikisi arasındaki eşyayı boşuna yaratmadığı gibi peygamberlerini de insanlara abes yere göndermemiştir. Peygamberlerin gönderiliş gaye ve hikmetlerini güzelce kavrayıp ümmet olarak peygamberimize karşı vazifemizi bihakkın yerine getirmemiz, emirlerini tutup yasaklarından sakınmamız, sünnetlerini yaşam tarzı olarak benimsememiz, kulluğumuzun gereği ve kurtuluşumuzun tek vesilesidir. Bugün sahip olduğumuz: ’Hz. Muhammed’in peygamber olduğunu kabul ettim, tasdik ettim; ancak yolundan gitmem ya da O’nun hükmüne ve sünnetine başvurmam şart değil. Kendi hayat tarzımdan, fikir ve alışkanlıklarımdan taviz vermem ise asla mümkün değil! Zamanın gereği, adet ve alışkanlıklarım, akıl ve mantığımın hükmü neyi gerektiriyorsa o şekilde hareket ederim.’ demek manasına gelen bir din anlayışı, emin olmalıyız ki, bizi dünya ve âhirette darlık ve azaptan asla kurtarmayacaktır.
Rabbimiz (c.c.), peygamberleri gönderme amacını Nisâ sûresindeki bu âyet-i kerimede şu şekilde ifade etmiştir:
وَمَآ اَرْسَلْنَا مِنْ رَسُولٍ اِلَّا لِيُطَاعَ بِاِذْنِ اللّٰهِ ’Biz, her peygamberi sırf, Allah’ın izni ile itaat edilmek üzere gönderdik.’
Bu âyetten çıkarılan bazı hükümler vardır. Şöyle ki:
- Bu âyet, peygamberlerin gönderiliş gayesini ifade etmektedir. Buna göre Peygamberler, bir topluluğa ancak itaat edilmek üzere gönderilirler.
- Bu âyet, her Rasûlün mutlaka, tâbi olunması gereken bir şeriatının bulunduğuna işaret etmektedir.
- Bu âyete göre her peygambere ve peygamberlerin sonuncusu Rasûlullah (s.a.v.) Efendimize, emir ve yasaklarına itaat etmek farzdır.
- Bu âyette, Peygamberlere itaatin Allah’a itaat, onlara isyanın Allah’a isyan olduğuna delil vardır.
- Bu âyete göre tüm peygamberler Allah’a isyandan masumdurlar. Zira âyette her peygambere mutlak itaat emrediliyor. Mutlak itaatin manası; kayıtsız şartsız, her halükarda emir ve yasaklarına uymak, yollarını takip etmektir. Şayet peygamberler, günah işlemeye ve Yaratan’a isyan etmeye açık olsalardı, her hususta onlara itaat etmek doğru olmazdı. Şüphesiz ki Cenâb-ı Hak, hem itaati hem de isyanı aynı zamanda emretmekten münezzehtir.
- Peygamberlere itaat; Allah’ın emri, dilemesi, ilmi ve iz¬niyle farz kılınmıştır. بِاِذْنِ اللّٰهِ ifadesinin ’Allah’ın mu¬vaffak kılmasıyla’ manasına geldiği de söylenmiştir. Buna göre Allah’ın izni, dilemesi, ilmi ve tevfiki olmadan bir beşere itaat edilmesi asla mümkün değildir.
- بِاِذْنِ اللّٰهِ ifadesinin ’Allah’ın mu¬vaffak kılmasıyla’ manasına alınması durumunda şu netice ortaya çıkar: Peygambere itaat, ancak Allah’ın yardımı, muvaffak kılmasıyla mümkün olur. İtaat edenler ancak bu yardım sebebiyle itaat yolunu bulmuşlardır.
وَلَوْ اَنَّهُمْ اِذْ ظَلَمُوٓا اَنْفُسَهُمْ ’Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman…’
Cenâb-ı Hak peygambere itaati terk etmeyi ’nefse zulmetme’ şeklinde tabir etmiştir. Zira bu, Allah’a karşı işlenen bir isyandır, muhalefettir. Her günah ve isyan da nefse zulümdür. Kur’ân-ı Kerim’de muhtelif âyetlerde ’şirk, küfür, nimetlere nankörlük, isyan ve muhalefet’ nefse zulüm sayılmıştır.
Zulüm, adaletin zıddıdır ki; bir şeyi konulması gereken asıl yerinden bir başka yere koymak demektir. Arap dilinde, sonuçta zararı kendisine dokunan bir iş yapan kimseye ’Sen kendine zulmettin’ denilir. Kul günah işleyip de Cenâb-ı Hakk’ın emrine zıt hareket ettiği ve kendisini azapla karşı karşıya bıraktığı için nefsine zulmetmiş olur.
Mücahid, bu âyetin Ka’b b. El-Eşref’in hakemliğine başvuran biri Yahudi diğeri Müslüman olan iki kişi hakkında indiğini söylemiştir. (İbn-i Ebî Hâtim, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, c.3, s.993) Bununla beraber âyetin hükmü umumidir. Nefsine zulmeden her kişi için geçerlidir.
جَآؤُ۫كَ فَاسْتَغْفَرُوا اللّٰهَ وَاسْتَغْفَرَ لَهُمُ الرَّسُولُ ’Sana gelselerdi de Allah’tan mağfiret dileselerdi ve Peygamber de onlar için (Allah’tan) bağışlanma dileseydi…’
Bu âyette Cenâb-ı Hak, nefislerine zulmeden günahkârlara günahtan temizlenme yolunu göstermektedir. Şöyle ki:
1- Kendilerinden, Rasûlullah’ın hükmüne müracaattan kaçınma, razı olmama, tağutların hükmünü kabul edip razı olma gibi bir günah sadır olduğu zaman pişmanlık duyacaklar ve Rasûlullah’ın huzuruna gelecekler.
2- O’nun yüksek huzurunda Rablerine yönelip tevbe istiğfarda bulunacaklar.
3- Bunun yanı sıra Rasûlullah (s.a.v.)’den kendileri için Allah’tan mağfiret talep etmesini isteyecekler.
Bu âyet, Rasûlullah’ın, ümmetinin günahkârları için mağfiret dilemesinin Cenâb-ı Hak tarafından kabul edileceğini ifade etmektedir. Ki Peygamberlerin istiğfarının Allah katında makbul olduğuna işaret eden başka birçok âyet de mevcuttur.
’O günahkârlar Rasûlullah’ın huzuruna gelmeden Cenâb-ı Hakk’a yönelip tevbe etselerdi yeterli olmaz mıydı? Cenâb-ı Hak, niçin Rasûlü’nün huzuruna gelmelerini ve kendileri için istiğfarda bulunmasını talep etmelerini şart koşmuştur?’ şeklinde bir soru akla gelebilir. Buna cevap şu şekildedir:
1- Rasûlullah’ın hükmüne başvurmayıp tağutun hükmüne iltica etmek Allah’ın emrine karşı çıkmak olduğu gibi aynı zamanda Rasûlullah’a imanla bağdaşmayan, O’nun gönlüne eziyet veren, O’na karşı işlenen bir edepsizliktir. Dolayısıyla Cenâb-ı Hak, kendisine tevbe etmelerinin yanı sıra Rasûlü’nün huzuruna gelerek istiğfar talep etmekle O’ndan özür dilemelerini ve bu şekilde gönlünü almalarını istemiştir.
2- Münafıklar, Rasûlullah’ın hükmüne razı olmayarak inat etmişlerdir. Tevbe ise pişman olmanın yanı sıra işlenen hatayı terk etmekle hakikat olur. Dolayısıyla Cenâb-ı Hak onların tevbelerinin hakikat olması için Rasûlü’nün huzuruna gelerek istiğfar talep etmekle kalplerinde Rasûlullah’a karşı meydana gelen inadın kırılmasını istemiştir.
3- O günahkârlar tevbelerinde kusurlu olabilirlerdi. Cenâb-ı Hak, Rasûlü’nün huzuruna gelerek istiğfar talep etmekle Onların tevbelerine, Rasûlullah’ın da tevbesini katarak kabule şayan olmasını sağlamak istemiştir.
Âyette kullanılan muhatap sığasının gaip sığasına intikali, Rasûlullah (s.a.v.)’in şanını yüceltmek içindir. Zira ’Sen’ demekten ziyade azamet ve mevkie delalet eden ’Rasûl’ ismini kullanmak O’nun Allah katındaki değerini ifade eder.
Bu âyet-i kerime, sözle istiğfarın varlığına delildir. Atâ b. Dînâr’dan rivayet edildiğine göre; Saîd b. Cübeyr’e ’istiğfar’ hakkında soruldu da şöyle dedi: ’İstiğfar, iki çeşittir: Onlardan birisi sözle, diğeri ise eylemle olur. Sözle istiğfara gelince; Allah Teâlâ’nın ’Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelselerdi de Allah’tan mağfiret dileselerdi ve Peygamber de onlar için (Allah’tan) bağışlanma dileseydi…’ (âyetindeki) buyruğudur.’ (İbn-i Ebî Hâtim, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, c.3, s.993)
لَوَجَدُوا اللّٰهَ تَوَّابًا رَح۪يمًا ’Elbette Allah’ı tevbeleri çok kabul edici ve çok merhametli bulurlardı.’
Âyet-i kerimede, şartları yerine getirildiği takdirde Allah Teâlâ’nın günahkâr kullarının tevbelerini kabul edeceğine delildir.
Bu âyet-i kerime aynı zamanda, Allah Teâlâ tarafından Peygamberimiz (s.a.v.)’e tevdi edilen şefaatin hak olduğuna da delalet eder. Zira şefaat, aslı itibariyle; çetin bir gün olan âhiret gününde hesabın kolaylaştırılmasını, günahkârların affedilmelerini, azaptan kurtarılmalarını, cennetle taltif edilmelerini Allah Teâlâ’dan talep etmektir.
Cenâb-ı Hak, Peygamberimiz (s.a.v.) hayattayken O’nun huzurunda tevbe edenlerin tevbelerini kabul ediyordu. Hiç şüphesiz, O’nun ölüsüyle dirisi arasında bir fark yoktur. Vefatından sonra da Ravza’sına varıp yüksek huzurunda tevbe istiğfar edenlerin tevbelerinin kabul edildiğine ve bağışlandıklarına dair hadis ve tefsir kitaplarında şu rivayetler zikredilmektedir.
Şeyh Ebû Nasr b. es-Sabbâğ, ’Şâmil’ isimli eserinde Utbâ’dan şöyle rivayet etmiştir: Utbâ şöyle der: Nebi (s.a.v.)’in kabrinin yanında otu¬ruyordum. Bir arabî geldi ve: ’(Allah’ın) selâmı senin üzerine olsun yâ Rasûlallah! Allah Teâlâ’nın şöyle buyurduğunu işittim: ’Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelselerdi de Allah’tan mağfiret dileselerdi ve Peygamber de onlar için (Allah’tan) bağışlanma dileseydi, elbette Allah’ı tevbeleri çok kabul edici ve çok merhametli bulurlardı.’ (en-Nisâ, 4/64) İşte ben muhakkak ki sana, günahıma mağfiret dileyerek, seni Rabbime karşı şefaatçi dileyerek geldim.’ dedi ve sonra şu şiiri söyledi:
يَا خَيْرَ مَنْ دُفِنَتْ فِي الْقَاعِ أَعْظُمُهُ
فَطَابَ مِنْ طِيبِهِنَّ الْقَاعُ وَالْأَكَمُ
نَفْسِي الْفِدَاءُ لِقَبْرٍ أَنْتَ سَاكِنُهُ
فِيهِ الْعَفَافُ وَفِيهِ الْجُودُ وَالْكَرَمُ
’Ey kemikleri toprağa defnedilenlerin en hayırlısı!
Onların güzelliğiyle yeryüzünün alçak ve yüksek yerleri hep güzelleşti.
Senin bulunduğun kabre benim canım feda olsun!
Ki orada iffet, ora¬da cömertlik ve kerem vardır.’
Sonra arabî (oradan) ayrıldı ve gözlerim bana galebe çaldı (yani uyku bastırdı). Rüyada Nebi (s.a.v.)’i gördüm. Şöyle buyurdu: ’Ey Utbâ! Arabî’ye yetiş ve Allah’ın kendisini affettiğini ona müjdele.’ (İbn-i Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, c.4, s.140; Nevevî, el-Ezkâr, s.176; Beyhakî, Şuabu’l-Îmân, Fadlu’l-Hacci Ve’l-Umra, c.3, s.495, h.no:3187)
Ali b. Ebî Tâlib (r.a.)’den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a.v.) defnedildikten üç gün sonra bir arabî yanımıza çıkıp geldi. Kendisini Nebi (s.a.v.)’in kabri üzerine attı. Toprağından başının üzerine saçtı ve: ’Yâ Rasûlallah! Sen söyledin, biz de senin sözünü işittik. Sen Allah’tan belle¬din biz de senden belledik. Allah’ın sana indirdikleri arasında: ’Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelselerdi de Allah’tan mağfiret dileselerdi ve Peygamber de onlar için (Allah’tan) bağışlanma dileseydi, elbette Allah’ı tevbeleri çok kabul edici ve çok merhametli bulurlardı.’ (en-Nisâ, 4/64) (âyeti) de vardır. Muhakkak ki ben nefsime zulmettim. Ve benim için bağışlanma dilemen için sana geldim.’ dedi. Bunun üzerine kabirden: ’Muhakkak ki sen affedildin.’ (diye) nida edildi. (Hindî, Kenzu’l-Ummâl, Tevbe Min Kısmi’l-Ef’âl, c.4, s.258, h.no:10422)
Bu rivayetler, hayatında olduğu gibi vefatından sonra da kendisiyle Cenâb-ı Hakk’a tevessül edilebileceğini gösteren delillerdir.
Rabbimiz, Rasûlü’nün hürmetine bizlere, Zatına ve Habibi’ne itaati kolaylaştırsın ve bu hususta yardım eylesin.
Peygamberlerin Gönderiliş Gayesi
Özlenen Rehber Dergisi 95. Sayı
2 kişi yorum yazdı.