Dünya genelinde cereyan eden ve direk olarak Müslümanları ilgilendiren konuları, artısı ya da eksisiyle kabul ettik ve içimize sindirdik. Müslümanlar olarak ’bana dokunmayan yılan bin yaşasın’ anlayışıyla hareket ettiğimiz şu yıllarda küçük çaplı serzenişler bir tarafa Afganistan, Irak ve Filistin gibi bizi doğrudan ilgilendiren konular hakkında dişe gelir bir tepki koyup, gerek bu zulmü yapanlara ve gerekse de dünya kamuoyuna müslümanlar olarak varlığımızı hissettiremedik.
Irkçılık olarak nitelendirilebilecek milliyetçilik duygusu ağır basanları dışarıda tuttuğumuzda Afganistan, Irak ve Filistin meselelerinin, üstünlüğü takvada gören ve bunun haricinde bütün insanların eşit olduğunu söyleyen dinin müntesipleri olarak aslında bizim meselemiz olduğunu çok net bir şekilde söyleyebiliriz. Filistin ve içerisinde Müslümanların olduğu bütün olaylar bizi müslümanım diyen herkesi birinci dereceden ilgilendiren önemli hadiselerdendir.
Hal böyle iken biz müslümanlar manzarayı net göremediğimizden ve mevcut durumu tam olarak okuyamadığımızdan olsa gerek hadiselerin yüzeysel boyutunu bir türlü aşıp asıl olana inemedik, gerçeğe vakıf olamadık. Hem makaleye girizgâh olması ve hem de kısa bir beyin jimnastiği yapması bakımından şu tespiti dikkatlerinize sunuyorum.
Afganistan işgalinin ABD ve ’gelişmiş ülkeler’ için bir prestij mücadelesine dönüştüğü günümüzde, işgalden daha ziyade üzerinde asıl durulması gereken mesele, bu işgalin dünyadaki İslâm karşıtlığı vakıasına yaptığı lojistik katkıdır. Afganistan’da izhar edilen Taliban imajı genelde tüm dünya özelde ise Batı’da İslâm düşmanlığının aleniyet kazanmasına ve bu aleniyet kazanan düşmanlığın Müslümanlardan dahi kayda değer destek görmesine son derece büyük bir etki yapmaktadır. Bu, Batı’nın propagandalar neticesinde elde ettiği bir başarı olarak ortadaki gerçektir. Bu propaganda, Müslümanı Müslümana yardımdan, duadan en azından dilini ona karşı kullanmaktan alıkoyan bir durumdur.
Afganistan için yapılan bu propaganda ve bu senaryo Irak ve Filistin içinde değişik tarz ve şekillerde de sergilendi. Bugün Irak’ın yaklaşık dokuz yıldır kargaşa içerisinde bulunması ve kamuoyunun önce Saddam Hüseyin’e ardından da Saddam’a karşı Müttefik Güçleri isteyen Irak halkı aleyhine en azından zihinsel kışkırtılması senaryonun bir diğer versiyonudur. Bugün gelinen noktada kimse Amerika’nın ’özgürlük’ yalanı ile Irak’ı ’kan gölü’ne çevirdiğini konuşmuyor, cinayetler, tecavüzler, her gün yaşanan bombalamalar hiç dillendirilmiyor. Olaylar mecrasından çıktı ve kimse kontrol edemediğinden, hadiselere sebep olanlar kendilerini haklı hatta biraz daha öte masum göstermeye çalışıyor.
Filistin meselesi gerek tarihi arka planı ve gerekse de geleceğe bakan cihetiyle Afganistan ve Irak meselelerinden çok farklıdır. Bunu bilen gizli güçler bu topraklarda senaryoyu kendileri yazmalarına karşın rolü başkalarına oynattırmaktadır. Ne dediğimin daha net anlaşılması adına şunu söylemek lazım; Bugün Afganistan ve Irak’ta başrolde oynayan Amerika ve müttefikleri Filistin meselesinde sahnede görünmemektedirler. Bu onların senaryoda yer almadıklarına manasına gelmemelidir tabi. Onlar bu bölgede hedef olmak, okları üzerlerine çekmek istemedikleri ve daha nice nice gizli niyet ve düşünceleri sebebiyle sahne arkasındaki yerlerindedirler. Evet, bugün için Arap devletler dünya siyaset ve ekonomisinde yeterince söz sahibi değiller ama dünyanın en zengin yer altı kaynaklarına, petrol rezervlerine sahipler. Dünyayı yönetme arzusunda olan hiçbir devlet yoktur ki; zenginliğe, petrole ve dolaylı olarak Orta Doğu’ya hâkim olmak istemesin. Peki bu nasıl olacak? Amerika Afganistan ve Irak’ta sergilediği senaryoda küçük değişiklikler yapacak ve bu bölgeyi doğrudan değil dolaylı olarak idare edecek.
31 Mayıs Olayı ve Yıkılan Tabular
Hadiseyi hemen hepimiz etraflıca bildiğimizden burada tekrar etmek istemiyorum. Hatırlatma açısından bir iki cümleyle ifade etmek gerekirse; 31 Mayıs 2010 Pazartesi günü sabah saat 4.00 sularında İsrail komando askerlerinden oluşan birlikler başta Mavi Marmara gemisi olmak üzere 32 Milletten gönüllünün yer aldığı Gazze’ye yardım götüren filoya saldırmış ve çok sayıda insan katledilmiş ve bir o kadarı da yaralanmıştı. Hadise dünya kamuoyunda infial oluşturdu ve başta Türkiye, Mısır, Yunanistan ve İsveç gibi ülkeler büyükelçilerini çekerek İsrail’e tepki vermişlerdi.
Zahirde cereyan eden bu hadise neticesinde İsrail/Yahudi’nin gücünün fena halde mitleştirildiği ortaya çıktı. İsrail ve Yahudilere karşı oluşturulan korku dağları yıkıldı. Eskiden inancı kavi olmayanlar Yahudilerden çok korkardı. Mossad denilince mesela birçok insanın nutku tutulur, kalpler ürperti duyardı. Cereyan eden bu hadise ile bu aşıldı, aşılmaya başlandı. Yine bu olaylarla ümmet birleşmez zannedenler yanıldı, Filistin meselesi, bütün ümmeti ve hatta insanlıktan az biraz nasibi olanları birleştirdi, tek yürek yaptı. Filistin meselesi ümmetin şahlanışına zemin oldu. Filistin meselesi sönmek üzere olan duyguları, heyecanları fitilledi, alevlendirdi. Ülke genelinde Müslümanlar birlik olup İsrail’i telin mitingleri, olayı kınama eylemleri yaptılar. Tüm yurt genelinde sivil toplum örgütleri öncülüğünde mitingler düzenlendi, olaylar neticesinde hayatlarını kaybedenler adına gıyabi cenaze namazları kılındı. Medya ve genel manada kamuoyu İsrail ve yaşananları irdeledi, eleştirdi. Burada şunu tekrar vurgulamakta fayda var: Biz İsrail’i ve uyguladığı şiddet yanlısı siyasetini eleştiriyoruz. Bu anti-semitizm değildir. Anti-semitizm insan düşmanlığının Yahudilerde görünen yüzüdür. Müslüman hiçbir millete, hiçbir ırka topyekûn düşmanlık sergilemez. Onun için her İsrail eleştirisi anti-semitizm değildir. İkinci Dünya Savaşı yıllarında Yahudiler açısından yaşanan mağduriyet, İsrailli haydutlara zulüm yapma hakkı vermez. Mağdurluk, mağrurluk sebebi olamaz. Cehaleti ya da caniliği dolayısıyla birilerinin size yaptığını sizde başkalarına yapamazsınız. Bunun hiçbir haklı gerekçesi olamaz.
Bir kez daha görülmüştür ki; İsrail’in eline, nükleer silâhlar dâhil her türlü silâhı vermek, delinin eline sopa vermekten farksızdır. Çünkü bunların sicili bozuk ve kabarıktır. İran’ın nükleer enerji girişimleri engellenirken, İsrail’in nükleer silâhlara sahip olmasına göz yummak, hem haksızlık ve adaletsizlik, hem çifte standart ve hem de aymazlığın ta kendisidir. Mademki zenginleştirilmiş uranyum dünya barışını tehdit eden unsurdur o halde herkesin dünya barışına katkı sağlaması adına bu türlü faaliyetlere son vermesi gerekir. Amerika ya da bölgedeki üstünlüğünü kaybetmeme adına Rusya, Kore, Çin ve İsrail nükleer silah sahibi olacak ve onların sahip oldukları bu silahlar dünya barışını tehdit etmeyecek ama bir İran ya da halkı müslüman olan başka bir ülke bu silahtan edinmek isteyince barış tehlikeye girecek bu Batı’nın sahte barışçıl tavrının çok net bir şekilde ortaya koyan en belirgin örnektir. Biz ülkeler böyle kitle imha silâhları edinsin demiyoruz. Ama birileri edinirken birilerine ’yasak’ denilmesine de gönlümüz razı değil.
Bütün bunlar gerçek olarak ortada ama bana göre bu yaşanan hadisenin hiç de azımsanmayacak derecede faydası da oldu.
Öncelikle gerek İslâm âleminde ve gerekse de dünya genelinde Filistin merkezli bir Gazze sorunun varlığı ve ciddiyeti görüldü. Siyonist İsrail’in Uluslararası sularda değişik ırklara mensup ve sadece insanî yardım için orada bulunan insanlara uyguladığı bu tavır, yıllardır Filistinli Müslümanlara nelerin yapılmış olduğunu izhar etti. Sonra tekrar bir boykot havası hâkim oldu memlekette. Müslümanlar kendilerini ilgilendiren mevzulara daha bir önem vermeye, daha fazla ilgi duymaya başladı. Gazze’den ve orada yaşananlardan haberi olmayan kalmadı artık. İsrail atmış iki yıllık devlet geçmişinde hiç olmadığı kadar yalnız. Siyonist gurur yaptıklarının hâlâ haklı olduğunu söyleye dursun kendi elleriyle kendilerinin sonunu hazırladıklarının bilmiyorum farkındalar mı?
Saldırılar ekseninde Türkiye’nin tutumu
Kamuoyu ve medyanın genelinde saldırılara temel teşkil eden hadiselerden birisinin Türk dış siyasetindeki değişmeler olduğu fikri hâkimdir. Türkiye’nin Nükleer silah takas işleri sadedinde İran ve Rusya ile yakınlaşıp, bir manada Amerika’yı takas konusunda köşeye sıkıştırması ve İsrail’e karşı oluşabilecek bir Asya İttifakı İsrail’in özellikle Türklerin çoğunlukta olduğu Mavi Marmara gemisine şiddetli saldırı yapmalarına neden oldu. İlk bakışta mantıklı görünen bu neden-sonuç ilişkisinin gerçekte böyle olup olmadığı ilerleyen günlerde daha net ortaya çıkacaktır. Ama burada şu hatırdan çıkarılmamalıdır. Batı ve İsrail İslâm’dan çok korkuyorlar. Orta Doğu’da İslâm’ın bayraktarlığını yapabilecek erdeme haiz bir devletin, birliğin olmadığını da çok iyi biliyorlar. Dolayısıyla İslâm’dan korkma onlarda Osmanlının nesli olması ve geçmişinde İslâm’ın sancaktarlığını yapması hasebiyle bir Türkiye korkusu, ürpertisi oluşturuyor.
Bu menfur hadise yaşanana kadar Türkiye ile İsrail ’iki dost(?)’ ülke idi. Türkiye’nin İsrail’e olan dostluğu bugüne kadar, Müslümanların menfaatine olmamıştır. Bu dostluk(?) en başta Filistinlilerin Gazze’ye hapsedilmesini bile engelleyememiştir. İlişkilerin iyi seyirde gitmesi, askeri ve ekonomik birçok anlaşmaların yapılması bize faydadan ziyade zarar sağlamıştır. Millet ile devletin arasını açmıştır. Bizim Osmanlının devamı olma izzetimizin idrakinin önüne engel olmuş, bizi dünya kamuoyunda itibarsız bırakmış, sıradan bir ülke olma zilletine düşürmüştür. Mesela bugün Irak saldırıları esnasında Amerikan ve İngiliz uçaklarının başta İncirlik üssü olmak üzere Türkiye’nin birçok askeri ve sivil havaalanın kullanarak Müslümanları bombalaması bizi hem içerde ve hem de bütün dünyada saygınlığımızı yitirdiğimiz bir konuma itti.
İsrail kurulmasından bugüne kadar sürekli olarak Amerika ve Batı’nın arka çıkmasıyla hem Orta Doğu genelinde hem de bütün dünya nezdinde şımarıklık, ukalalık ve tekebbürce hareketler sergilemiştir. 1948’den bu yana hep bu arka çıkılmışlığın şımarıklığıyla Orta Doğu yaşanmaz hal almıştır. Bu nokta da Türkiye’nin kararlı tutumu, Batı’nın İsrail’e haddinden fazla yüz vermesini engelleyebilir. İsrail bu pervasız saldırganlığında artık eskisi gibi yüz bulamaz. Amerika ve Batı hiçbir şey olmamış gibi yapmaya, İsrail’i şımartmaya devam ederse, Türkiye ve İslâm dünyası ile arası bozulur. Arap ülkelerle ilişkilerde sekteye uğrama söz konusu olur. Herhalde, böyle bir kamplaşmayı ve İslâm dünyasını kaybetmeyi hiç birisi göze alamazlar. Burada şunu da ifade etmek gerekir ki; Ne Amerika ve ne de Avrupalı Devletler, İsrail’i desteklemedikleri gibi bağlarını da kesmezler. İşte bugüne kadar Amerika ve güçlü Avrupa Devletlerinin İsrail’i kınamaması buna en büyük delildir. Daha önceleri dediğim gibi emperyalist siyaset devletlerce bir bütün olarak uygulanır. Bunun değişik versiyonu bizde de mevcuttur. Ne deriz biz ’devlette devamlılık esastır’. İşte onlarda da devamlılık esastır. Bush’da olduğu gibi Obama’da da.
Yeni Siyasi Konjonktür
İsrail ile yaşanan krizde hangi tarafın haklı ya da haksız olduğu günlerdir tartışılıyor. Bu gibi tartışmalar kamuoyunun desteğini sağlamak, yaşanan olaylar hakkında halkı bilgilendirmek için yapılır ve gereklidir. Asıl sorulması gereken soru ise bu sel etkisini kaybedince kalan kumun ne olacağıdır ve genelde bu sorgulanmaz.
Orta Doğu’da yaşananlara genel olarak baktığımızda İsrail’in bölgedeki rolü Araplara bir düşman oluşturmaktı. Bu özellikle Amerika tarafından bilinçli olarak yapıldı. İkinci Dünya Savaşı esnasında zulüm gören ve kendilerine yurt arayan Yahudiler, Arz-ı Mevud’a da paralel olarak bu bölgeye özellikle yerleştirildi. Böylece bölge halkının İsrail’den başka bir düşman tanımı yapması ve bu tanımlanacak düşmanın ABD olması engellendi. Filistinlilerin haklı bir savaşı yürütürken bir noktada da bu çatışmayı sürdürme rollerini yerine getirdikleri söylenebilir. Bu Filistinlilerin işlerin arkasındaki gizli güçleri görmediği, onların farkına varmadığı manasına değildir kuşkusuz. Mevcut görünür düşman olması hasebiyle Filistinliler İsrail ile mücadele ederken Amerika’nın kurduğu planın da -istemeyerek de olsa- bir parçası oldular. Bir barış için İsrail ve Filistinlilerin bir siyasi çözümde uzlaşmaları gerekiyordu; ama böyle bir yakınlaşma sağlanamadı. Her iki tarafın savaş için harcadıkları para Filistinlilere müreffeh bir hayat sağlamaya yeter ve artardı, ama barış sağlanırsa Araplar için öteki kim olacaktı? Yani Amerika barışın sağlanması neticesinde bölgede tek düşman olarak algılanacak gücün kendisi olacağının farkındaydı. Bölgedeki denge bu çatışma üzerine kuruldu ve devam etti. Örneğin 1948’den bu yana Filistin ile İsrail arasında yapılan anlaşmalara bakın bunu çok net görürsünüz. Çözüm beyanları ile masaya oturulmuş, genel manada her defasında Amerika ön ayak olmuş, ortak mutabakat sonucu bir metin, bir anlaşma üzerinde uzlaşılmış ama daha ilk andan itibaren İsrail karşılıklı imzalanan anlaşmaya muhalif durum sergilemiştir. En bilinen olması hasebiyle 13 Eylül 1993’de imzalanan Oslo İlkeler antlaşması bile İsrail tarafından tam olarak uygulanmamıştır. Hem de genel manada Filistin’in lehine olmuş olmasına rağmen. Buna bugün anlaşma metnine göre Filistin Devleti’nin olması gereken Gazze’nin mevcut durumu en belirgin örnektir. Yani kısacası Amerika gerçekte istemediği barışı yapmacık olarak sağlamaya çalışır gibi görünmüş, çıkarlarına ters olduğu için hiç somut sonuç alınmasına müsaade etmemiştir.
Şimdi bölge yeniden şekilleniyor ve eski denge gereksiz, modası geçmiş hale geliyor. Bundan sonra Arapların İran’ı karşıt güç olarak algılamalarının istendiği söylenebilir. Yani Araplar artık kendi aralarında bir çekişme ve mücadele içerisine girecekler. Bunun doğal sonucu İsrail’in Orta Doğu’nun siyasi konjonktüründe etkisizleştirilmesi ve bir tehdit olmaktan çıkarılmasıdır. Büyük çaplı siyasi planlar uzun vadede Orta Doğu’da İsrail’i tehlike unsuru olmaktan çıkaracak, bunun yanında Arapların İran etkisinde kalmamaları için yeni ’istenmeyen’ ve ’sevilmeyen’ olarak İran’ı yapacaktır. İran’ın mevcut durumda Amerika ve İsrail’e açıktan tehdit edici üslup kullanması, Amerika ve Batı’nın kendisine karşı oluşturduğu ittifaka karşılık Türkiye, Rusya, Çin, Kore ve Japonya gibi potansiyeli fazla ülkelerle dirsek temasına geçmesi bu duruma zemin hazırlar niteliktedir. ABD İsrail’in güvenliğini sağlamanın ötesinde bir birliktelik görünümü vermeyecektir ve son krizde ABD’nin tepkisinin bunu doğrular nitelikte olduğu gözlenmektedir. Yani en azından açıkça ’kınamaması’ bizim açımızdan olumsuz manzaradır, ama eskiye nazaran İsrail’in yanında yer almaması da tezimizi kuvvetlendirir niteliktedir.
Burada özellikle Türkiye’nin en üst düzeydeki girişimleri neticesinde Newyork’ta toplanan Birleşmiş Milletlere dair de birkaç söz etmekte fayda var. Türkiye Birleşmiş Milletlerin kurucu üyelerindendir. Bugün 192 üyesi bulunan Birleşmiş Milletlerin genel manada nüfusunun büyük bölümünü müslüman devletler oluşturmaktadır. Buraya kadar anormal bir durum yok ama bundan sonrası… Birleşmiş Milletlerde veto hakkına sahip ülkeler ABD, Çin, İngiltere, Fransa, Rusya. Dikkat edin hiç Müslüman bir ülke yok. Türkiye’nin ve diğer Müslüman ülkelerin yaptığı bütün girişimler bu ülkelerden birisinin verdiği veto ile suya düşebilmekte ve son hadise neticesinde İsrail’in kınanması için verilen öneride bu açık bir şekilde görülmektedir. Burada bir üst perdeden konuşmak gerekirse, Dünya siyasetinde albeni planlar, vaatler ve sözlerle yapılan anlaşmalar, kurulan birliktelikler mevcut durumu korumak içindir. Yani hangi kurul, komite, komisyon olursa olsun çıkacak sonuç Amerika ve yandaşlarının lehine olmaktadır. Dolayısıyla siz adına Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği, NATO her ne derseniz deyin sonuç değişmemektedir.
Ancak bu analizin doğru olması bazı şartlara bağlıdır. Eğer İran yeni karşıt güç olacaksa Türkiye bu dengenin neresindedir? İsrail’e karşı tavır alıp Arapların desteğini sağlarken İran’la iyi ilişkiler kuran Türkiye böyle bir modeli geçersiz kılmaktadır. Bu durumda yeni model bölgede bir İslâm dayanışmasının sağlanması ve bunun liderliğini Türkiye’nin üstlenmesi olabilir. Karşı güç, İran’ın istediği gibi ABD olabilir mi? Türkiye önderliğindeki İslâm âlemi Çin ile ittifak yapıp Batı karşıtı bir konuma gelebilir mi? Ya da Batı içinde bir bölünme yaşanır ve AB ile ABD farklılaşır, Orta Doğu ikisinden biri ile ittifak yapar mı? Türkiye’nin nükleer takas konusunda Batı’nın beş büyük ülkesini karşısına alması böyle bir gelişmenin işareti mi? Yoksa yaptığım analiz tümüyle yanlış ve kimse bir denge arayışında değil de doğru bulduğu şeyleri mi yapıyor?
Bu şöyle bir sorunun cevaplandırılmasını gerektirir: Soğuk Savaş bittikten sonra yok olan denge için kimsenin bir projesi yoktu. Olayların doğal seyri, herhangi bir projeye bağlı olmadan, yeni dengenin kurulmasını mı sağlayacak yoksa önceden planlanan bir yere doğru mu gidiyoruz? Geçmişte birbirine karşıt görünen ABD ve Rusya aslında ortak bir denge mi kurmuşlardı ve şimdi eskisinin yerine yenisini kurmakta da anlaştılar mı? Bu düşünceye itiraz edilebilir ve artık ABD’nin en büyük güç olmadığı, belirleyen değil belirlenen konuma düştüğü söylenebilir ve söylenmektedir. Bu durumda gelecek için tahminler yaparken olayların doğal seyrine bakarak neler olacağını kestirmek ve bunun bir projeye dayanamadığını söylemek gerekir.
Ben gelişmelerin önceden belirlenen bir planla yapıldığını ama bunun her projenin mutlaka gerçekleşmesi anlamına gelmediğini, öngörülemeyen bazı gelişmelerin süreci etkileyebileceğini düşünüyorum. Ama öngörülenleri bilip analiz etmek, politikaların hazırlanması ve uygulanmasında önemli köşe taşıdır.
Sonuç
Bütün bu durumların nihayetinde mevcut dünya düzeninin yeni bir şekle doğru gittiği gerçektir. Orta Doğu’da yaşanan hadiseler, Amerika’nın Afganistan ve Irak’ta istediği başarıya ulaşamaması, İran’ın emperyalist güçlerin bu bölgelerdeki çıkarlarına şu an itibariyle karşı durumda yer alması ve belki de en önemlisi Türkiye’nin özellikle son yıllarda dünya kamuoyu ve müslümanlar nazarında itibar edinmesi, başarılı bir dış politika uygulaması Orta Doğu’yu daha da önemli bir hale getirmektedir.
Orta Doğu dünyaya hâkim olmak isteyenlerin mutlaka sahip olmak istedikleri bir bölgedir. Bakınız Peygamberler dahi bu bölgede görevlendirilmiş, tarih hep bu bölgede yaşanmıştır. Mezopotamya denilen bu bölgeler tarihin en büyük mücadelelerine şahit olmuş ve ne kadar güçlü olursa olsun her devlet buralarda söz hakkına sahip olmanın yollarını aramıştır. Yine devletler ne zamanki bu bölgede söz hakkını yitirmiş işte o zaman tarihin derinliklerinde kaybolmuşlardır.
Orta Doğu genel manada bizim yani Müslümanların temel sorunudur, temel meselesidir. Arz-ı Mevud Peygamberlerin tamamına ve kitapların Hak’tan gelmiş orijinal hallerine inanan biz Müslümanların idealidir, hedefidir. Kudüs ne günümüz Hıristiyanlarına ve ne de günümüz Yahudilerine bizden daha yakın değildir. Çünkü bizler Hz. Mûsâ’ya da Hz. İsâ’ya da onlardan daha yakınız.
Evet, bugün Orta Doğu’da dengeler değişiyor, Orta Doğu merkezli yeni bir dünya düzeni kuruluyor. Bu durumda bizim yapmamız gereken olaya ’bizi ilgilendirmeyen’ edasıyla değil Orta Doğu’da ben de olmalıyım, ben yoksam zulüm olur, kan olur gözyaşı olur inancıyla hareket etmektir.
Bunu 31 Mayıs sabahı yaşanan bu menfur hadiseler vesilesiyle hatırladık. Bizdeki gücün farkına vardık. Tabir yerindeyse ’silkinip kendimize geldik’. Artık bu ateşi söndürmemek ve meseleye sahip çıkmak vaktidir.
Çünkü bizle Hz. Ömerlerin (r.a) nesliyiz,
Çünkü bizler Selahaddin Eyyubilerin torunuyuz,
Çünkü bizler Sultan Abdülhamidlerin nesliyiz, bu bizim hamurumuzda var.
Orta Doğu Eksenli Değişen Dünya Düzeni..
Özlenen Rehber Dergisi 88. Sayı
Henüz hiç kimse yorum yazmadı.