Özlenen Rehber Dergisi

76.Sayı

Emsalsiz Hazine : 'Kutsal Emanetler'

Mustafa ŞENTÜRK Özlenen Rehber Dergisi 76. Sayı
Emsalsiz HazineKUTSAL EMANETLERAllah’a iman ve itaatten sonra bir mümin için en gerekli olan şey hiç şüphesiz âlemlere rahmet olarak gönderilen ve bütün zamanlara sultan olarak seçilmiş Fahri Kâinat (s.a.v.) Efendimize iman, teslimiyet ve muhabbettir. Bu gerçek, dinin asıl hüviyeti olarak gerek Kur’ân-ı Kerim’de ve gerekse de Efendimiz (s.a.v.)’in Hadis-i Şeriflerinde sıkça vurgulanmıştır. Ta Sahabe-i Kiram’dan başlayarak günümüze kadar birçok Müslüman, Efendimiz (s.a.v.)’e derin bir sevgi ve muhabbet beslemişler ve bunu da hayatlarının hemen her kesitinde açıkça ortaya koymuşlardır. Örneğin sahabe arasında meşhur olan “Anam babam sana feda olsun yâ Rasûlallah” sözü işte bu anlayış ve idrakin bir lahza yansımasıdır. Onlar o İki Cihanın Fahri’ni hem görmüş hem de canları pahasına yanında hizmetinde bulunmuş, Peygamberler müstesna gelmiş geçmiş ve kıyamete kadar gelecek bütün zamanların en hayırlı insanlarıdır. Çünkü onların içerisinde Allah Rasûlü (s.a.v.) Efendimizin “Müjde sana ey Ebu Bekir, sen Allah’ın ateşten azad ettiği kimsesin” (Tirmizî, Menakıb 3679) dediği Hz. Ebu Bekir (r.a.); “Allah’u Teâlâ Hakkı Ömer’in diline ve kalbine koydu” (Tirmizî, Menakıb 3683; Ebû Dâvûd, Haraç 18) dediği Hz. Ömer (r.a.); Tebûk seferi için hazırlıklar yapılırken bin dinarı getirip Allah Rasûlü (s.a.v.)’e veren ve Cihan Sultanı’nın hakkında “Bundan sonra Osman’a ne yapsa zarar vermeyecektir” (Tirmizî, Menakıb, 3702) dediği Hz. Osman (r.a.); “Ben kimin dostu isem Ali’de onun dostudur” (Tirmizî, Menakıb 3714) buyrulan Hz. Ali (k.v.)’ler vardı.Efendimiz (s.a.v.)’e duyulan bu sevgi Allah’ın bir lütfu olarak her nesilde kendisini gösterdi. O’nun vefatından sonra yine sahabe döneminden başlayarak O’na ait eşya ve hatıralara sahip çıkmak, korumak, O’na olan sevginin bir tezahürü olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu anlayışla Emeviler, Abbasiler, Fatımiler, Selçuklular ve nihayetinde Osmanlı, var olan Peygamber Sevgilerini O’nun bıraktığı maddi manevi değer ve miraslarına sahip çıkarak göstermeye başladılar. İşte bu düşünceden, bugün genel olarak “Kutsal Emanetler” dediğimiz ve başta Hz. Peygamber (s.a.v.) ve diğer din büyüklerine ait eşyalar, Peygamber sevgisinin gösterilmesi, bu mübarek eşyaların kaybolmaması, bulunduğu ülke ve beldeye bereket ve hayır getirmesi ve bu kutsal eşyalara ev sahipliği yapma şerefine erme gibi düşüncelerle muhafaza edilmeye başlanıldı.Kutsal Emanetler; Topkapı Sarayı’nın ’Hırka-i Saadet Dairesi’ olarak adlandırılan bölümünde muhafaza edilen, Hz. Peygamber (s.a.v.)’e, yakınlarına, diğer bazı peygamberlere ve Kâbe’ye ait eşyalara verilen isimdir. Bu eşyalara ’Emânât-ı Mukaddese’ veya ’Emânât-ı Mübâreke’ adı da verilmektedir. Eşyalar, yakın zamana kadar Yavuz Sultan Selim tarafından yaptırıldığı sanıları fakat sonradan Fatih Sultan Mehmet’in yaptırdığı anlaşılan, Topkapı Sarayının ’Üçüncü Yer’ veya ’Üçüncü Avlu’sunun batı kısmında Harem Dairesi’nin Kuzey ucundaki odada korunmaktadır. Kare şeklinde, dört kubbeli ve etrafı revnaklarla çevrili olan oda önceleri ’Has Oda’ olarak tanınmakta idi. Kendisine Mukaddes Emanetleri koruma görevini yüklendikten sonra onların en değerlisinin adına izafeten Hırkayı saadet dairesi denildi.Hırkayı saadet dairesi içerisinde bulunan Kutsal Emanetlerin bir bölümü Yavuz’un Mısır Seferi’nden sonra İstanbul’a getirilmiştir. O, Yavuz Sultan Selim ki; daha Suriye Seferi esnasında 29 Ağustos 1516’da Halep’teki Camii Kebir’de Yavuz namına hutbe okurken hatip, Türk Hükümdarını, halifelere mahsus ’Hâkimü’l-Haremeyn eş-Şerifeyn’ (Mekke ve Medine’nin hâkimi) diye anmış, buna müdahale eden Yavuz, ’Hadimü’l-Haremeyn eş-Şerifeyn’ (Mekke ve Medine’nin hizmetkârı) şeklinde düzeltmişti.Mukaddes emanetlerin bir kısmı hilâfeti Yavuz’a devreden III. Mütevekkilallah tarafından bir kısmı da Kahire’ye kadar gelerek Mekke ve Medine’nin anahtarlarını teslim eden dönemin Mekke ve Medine valisi Emir Ebu Numey tarafından getirilmiştir. Bundan çok memnun kalan Yavuz, ilk defa Çelebi Sultan Mehmet tarafından gönderilmeye başlayan ve Hacc mevsiminde kutsal mekânları ziyaret etmeye gelen hacı adaylarına dağıtılmak üzere gönderilen sürre ve bu sürreyi getirmekle görevli Sürre Alayına daha da önem vermiştir. Hırka-i Saadet Dairesi’nde bulunan eşyaların bir bölümü ise I. Dünya savaşı esnasında başta Medine-i Münevvere olmak üzere hicaz topraklarını korumakla görevli Fahreddin Paşa tarafından Arabistan’ı işgal eden İngilizlerin eline geçme tehlikesine karşın İstanbul’a intikal etmiştir.Topkapı Sarayı’nın Hırka-i Saadet Dairesi’nde 1517’den başlayarak Halifeliğin kaldırıldığı 1924 Mart’ına kadar tam 407 yıl bir saniye ara verilmeksizin Kur’ân-ı Kerim okunmuştur. Bu görevi her biri birer saat olmak üzere yirmi dört hafız paylaşıyordu. Buranın muhafazası, başlarında rütbesi mareşal rütbesine denk olan Enderunun has odabaşı bulunan yüksek kademesinden mezun kırk subay tarafından yürütülmekte idi. Has Oda ağaları denilen bu subaylar doğrudan Padişah’a bağlıydılar. Temizliği bunlar yapar, zaman zaman Hırkayı saadet odasının temizliğinde kendilerine padişah olmak üzere sadrazamlar ve şeyhülislam da iştirak ederdi. Kutsal emanetlerin bulunduğu bu odanın toz ve süprüntüleri özel bir kuyuda toplanır, Osmanlı Sultanları tarafından büyük bir tazim ve titizlikle korunurlardı.HIRKA-İ SAADETHz. Peygamber (s.a.v)’in Kâ’b b. Zübeyr’e hediye ettiği hırka mukaddes emanetlerin en önemlisidir. Babası ve kardeşleri kendisi gibi şair olan Ka’b’ın erkek kardeşi Büceyr’in müslüman olması, akrabalarının hoşuna gitmedi. Onların etkisinde kalan Ka’b, Hz. Peygamber’i hicvetti. Daha sonra yaptıklarından pişmanlık duyan Ka’b gizlice Medine’ye gelip, kendisini tanıtmadan Hz. Peygamber’in huzuruna çıktı. Af müjdesi alınca kendini tanıtıp nazmettiği hicviyelere kefaret olabilecek güzellikte meşhur Kaside-i Bürde adlı kasidesini sundu. Kaside’yi çok beğenen Hz. Peygamber Efendimiz sırtından hırkasını çıkararak Ka’b’a hediye etti. Bu hırka için Hz. Muaviye b. Ebî Süfyan on bin dirhem teklif ettiyse de Ka’b onu satmaya razı olmadı. Ancak ölümünden sonra Hz. Muaviye yirmi bin dirhem karşılığında veresesinden satın alarak Hırkaya sahip oldu. Sırayla Emevîlere ve Abbasîlere intikal eden hırka bir müddet Mısır’da muhafaza edilmiş ve Abbasî halifeleri tarafından bazı merasimlerde giyilmiştir.Hırka-i Saadet 1,24 m. boyunda geniş kollu ve siyaha çalan yünlü kumaştan yapılmıştır. İç kısmı, krem renkli yünden kaba bir kumaşla kaplıdır. Altın bir çekmece içinde, bohçalara sarılmış olarak muhafaza edilmektedir. Osmanlı sultanlarından bazıları çıktıkları seferlerde Hırka-i Saadet’i yanlarında götürürlerdi. 1596’da Eğri Seferi sırasında III. Mehmet tarafından ordunun bozguna yüz tutması sonunda giyilmiş ve zafer için dua edilmişti. Ordu daha sonra kendini düzeltmiş ve Haçova’da düşmanı büyük bir yenilgiye uğratılmıştır. Yeni saraylar yapılıp, Padişahlar buralara taşınınca, Topkapı’da kalan Hırka her Ramazan ayının on beşinci günleri önceden olduğu gibi büyük bir merasimle ziyaret olunurdu. Bunun için bir kaç gün önceden padişahın da bizzat hizmet ettiği bir hazırlık yapılırdı. Kur’an kıraati eşliğinde padişah tarafından açılan Hırka-i Saadet’e başta Şeyhülislâm ve sadrazam olmak üzere, diğer davetliler protokol sıralarına göre teker teker gelip yüz sürerlerdi. Ziyaretten sonra, yüz sürülen kısmı Silahtar Ağa altın tas içinde getirilen su ile yıkar öd ve amber sürerek kuruturdu. Padişah tarafından yenilenen bohçasına konur ve zikredilen çekmeceye yerleştirilirdi. Bu merasim büyük bir vecd ve huşu içinde yapılırdı. Allah Rasûlü’nün bohçası dışından bile olsa hırkasına yüz sürmek herkese büyük bir ruhanî haz verirdi.Bugün dahi hırka-i saadet, Topkapı Sarayı’nda mukaddes emanetler arasında muhafaza edilmektedir. Ayrıca bir de Hz. Peygamber’in Üveys el-Karanî hazretlerine (Hz. Veysel Karanî) gönderdiği ve hırka-i şerif adı verilen hırka vardır ki, bugün İstanbul’da hırka-i şerif camii adı ile yâd edilen camide eskiden beri ziyaret edilmektedir. Günümüzde dahi bu ziyaret her yıl Ramazan’ın 15’inden başlayıp Kadir Gecesi’ne kadar devam etmektedir.SAKAL-I ŞERİF (Lıhye-i Saadet)Peygamberimiz Efendimizin sakalı için kullanılan bir tabirdir. ’Sakal’ Türkçe, ’şerif’ ise Arapça bir kelimedir. Dolayısı ile ’Sakal-ı Şerif’ tamlaması ’mübarek, şerefli sakal’ anlamına gelmektedir. İslâmî literatüre ’Lihye-i Saadet veya Lihye-i Şerif’ şeklinde geçmiştir.Bilindiği gibi, Hz. Peygamber saçını ve bilhassa sakalını tıraş ettiğinde Ashab-ı Kiram saç ve sakal tellerini teberrüken saklarlardı. Hz. Peygamber’e ait sakalların günümüze kadar üç yolla ulaştığı söylenebilir:Birincisi Ashâb-ı Kiram’dan ki; onların her biri kıyamete kadar gelecek bütün nesil ve insanlığa Allah ve Rasûlü’nün sevgisinde en güzel örnek olan insanlardır. Onlar, Hz. Peygamber’in sakalından bir parçaya sahip olduklarına bunu ne pahasına olursa olsun korumak azmini göstermiş; vefat ederken de aynı duygularla evlâdına intikal ettirmişlerdir. Böylece bu mübarek sakal telleri asırlar boyunca kutsal bir miras olarak babadan oğula, dededen toruna intikal etmiştir.İkinci yol; zaman içinde sonraki asırlarda yaşayan Müslümanların da bu mübarek sakaldan bir tek tele bile sahip olmak arzusunu göstermeleridir. Böylece evlerinde, ellerinde sakal-ı şerif bulunan aileler, komşularına ve diğer din kardeşlerine, gösterdikleri aşırı sevgi ve ilgiden ötürü -ellerindeki miktar elverdiği ölçüde- armağan etmişlerdir. Böylece ikinci elden sahip olan aileler de bunu kutsal bir emanet bilmiş ve muntazam bir şekilde korumuşlardır.Üçüncü yola gelince; zaman içinde halifeler bu tip sakal-ı şerif parçalarını gerek kaybolabileceği endişesiyle, gerekse halkın rağbet gösterdiği kutsal emanetleri elleri altında bulundurmak gayesiyle Hz. Peygamber’den intikal eden kılıç ve bürde (hırka) gibi şeylerle beraber özel korumaya almışlardır. Tarih boyunca Hicaz bölgesine hizmet götüren Müslümanlar tarafından bu emanetler sağlam bir şekilde korunmuştur. Böylece bu emanetler Hulefâ-i Râşidîn’den Emevî’lere, onlardan da Abbasîlere geçmiştir. 1258’de Bağdat’ın Moğollar tarafından tahribine müteakip Abbasî halifeleri Memluk sultanlarına sığınmışlar ve Emânât-ı mukaddese (kutsal emanetleri)yi oraya taşımışlardı. Böylece Mısır, Yavuz Selim tarafından 24 Ağustos 1516 tarihinde ele geçirilince -sakal-ı şerif de dâhil- Kutsal Emanetler’in tümü İstanbul’a getirilmiştir. Tetkiklere göre dinî ve tarihî bakımdan büyük önem taşıyan bu mübarek emanetler başlangıçta devlet hazinesinde korunmuşsa da, sonra Topkapı Sarayı’nın Hırka-i Saadet dairesinde koruma altına alınmış ve bu itina neticesinde günümüze kadar gelmiştir. Şu anda Topkapı Sarayı Müzesinde bulunan bu kutsal emanetler arasında yer alan sakal-ı şerifler değerli sandık ve kutular içinde korunmaktadır. Yukarıda nakledildiği şekilde hem halk tabakası, hem de siyasî otoriteler tarafından titizlikle korunan sakal-ı şerif telleri büyük camilerde, saraylarda, köşklerde ve konaklarda kandil ve bayramlarda ziyarete açılırdı. Camilerde Sakal-ı Şerif’ler minberlerin son basamağından sonraki sahanlıkta bir kutuya konulmuş şişe içinde ve üstü yeşil örtülü olarak bulundurulurdu. Sakal-ı Şerif’in bulunduğu şişe kırk bohçaya sarıldıktan sonra kutuya yerleştirilirdi. Ziyaret sırasında salât-ü selâm ile yerinden indirilir, açılarak mihrabın önünde yüksekçe bir sehpa üzerine konulur ve imam tarafından cemaate ziyaret yaptırılırdı. Son zamanlarda bu ziyaretin, daha ziyade Ramazan’ın 27. gecesinde yani Kadir Gecesi’nde yapıldığı gözlenmektedir. Şunu da ifade etmek gerekir ki, tarihte sakal-ı şerif ziyaretleri, Müslümanların, Hz. Peygamber’e besledikleri derin sevginin belirtisi olarak bir gelenek tarzında ortaya çıkmıştır (Tahsin Öz, Hırka-i Saadet Dairesi ve Emânât-ı Mukaddese, İstanbul 1958; Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, II, 366. Ayrıca bk. ’Lihye-i Saadet’ maddesi).SANCAK-I ŞERİF (Liva-i Saadet) Rasûlullah (s.a.v.) Efendimize ait sancak, Âlem-i Nebi, Âlem-i Şerif, Liva-i Saadet, Liva-i Şerif isimleriyle de anılan bu sancak halen Topkapı Sarayı’nda mukaddes emanetlerin arasında bulunmaktadır. Osmanlılar zamanında seferlere götürüldüğü için zamanla yıpranmıştır. Sağlam kalan kısımları yeni hazırlanan 0,38 x 1,13 m. ebadında yeşil ipekli kumaştan sancağa eklenmiş, çürüyen kısımlar ise yeşil bir torbaya konularak korumaya alınmıştır.İslâm’dan önce, Arap kabileleri arasında meydana gelen savaşlarda bayraklar kullanılmıştır. Muharipler bayrakların altında toplanarak savaşırlar ve sürekli olarak onu gözetlerlerdi. Bayrağı taşımakla görevli kimse öldürülüp bayrak yere düştüğü zaman askerler yenilgiyi kabullenerek dağılırlardı. Bundan dolayı savaşlarda bayrakların önemi çok büyüktü. İslâm öncesi Mekke şehir devletinde boylar arasında taksim edilmiş görevlerden birisi de bayraktarlıktı. Kureyş’in Ukab adındaki livasını Abduddaroğulları muhafaza eder ve bir savaş vuku bulduğu zaman onlar tarafından taşınırdı. Bedir ve Uhud savaşında Rasûlullah (s.a.v.), Livayı taşımakla yine Abduddaroğullarına mensup Mus’ab b. Umeyr’i görevlendirmişti. Hicretten sonra yapılan bütün savaşlarda livaların kullanılmış olduğu görülmektedir. Bu livalar umumiyetle beyaz renkteydi. Bir de devlet başkanı ve ordu komutanı olarak Rasûlullah (s.a.v.)’e ait Ukab adında siyah bir liva bulunmaktaydı. Hayber savaşına kadar sadece livalar kullanılmıştır. Bu savaş esnasında, livaların yanında râyeler (sancak) de yer almıştır. Bazı tarihçiler liva ile râyenin aynı anlamı taşıdığını söylemişlerdir. Ancak bazı rivayetlerde râye ile livanın açık bir şekilde tefrik edildiği görülmektedir. Bir rivayete göre Mekke’nin fethi esnasında Rasûlullah (s.a.s)’in livası beyaz renkteydi. (İbn Mâce, Cihad, 20) Yine Rasûlullah (s.a.v.)’in râyesinin siyah renkli olduğu da rivayet edilmektedir. Ukab olarak adlandırılan Rasûlullah (s.a.v.)’in livası siyah renkte olup, üzerinde ’Lâ ilâhe illallah Muhammedü’r-Rasûlullah’ yazısı bulunmaktaydı. (M. Hamidullah, Hz. Peygamberin Savaşları, Terc. Salih Tuş, İstanbul 1972, 216). Daha sonra Sancak-ı Şerif olarak adlandırılan liva budur. Rasûlullah (s.a.v.)’in vefatından sonra, Hz. Ebu Bekir (r.a.) ve peşinden gelen Halifeler, bu sancağı savaşlarda sürekli olarak ordunun önünde bulundurmaya gayret göstermişlerdir. Sancak-ı Şerif, Raşid halifelerden sonra Emevilerin eline geçmiş, bu hanedanın çöküşünden sonra Abbasiler tarafından muhafaza edilmiştir. Mısır’ın Yavuz Sultan Selim tarafından alınmasından sonra bu sancak İstanbul’a getirilmiştir. (Bkz. Mehmet Zeki Pakalın, Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, Sancak-ı Şerif mad.) Mehmet Zeki Pakalın, konuyla ilgili olarak Silahtar Tarihi’nden naklen şu bilgileri vermektedir: Sancak-ı Şerif aslen tek parça olup, siyah yünden (saf) mamuldür. İstanbul’a getirildiği zaman tek parça olan Sancak-ı Şerif zamanla eskimiş ve parçalara ayrılmıştır. Bunun üzerine aslına uygun olarak üç sancak yaptırılmış ve Sancak-ı Şerif’in parçaları ikişer üçer parça şeklinde bu sancaklara dikilmiştir. Böylece ortaya üç adet Sancak-ı Şerif çıkmıştır. Hırka-i Saadet dairesinde bulunan bu üç sancaktan birini padişah bizzat sefere çıktığı zaman Hırka-i Şerifle birlikte yanında götürürdü. Sadrazam sefere çıktığı zaman ikinci Sancak-ı Şerif ona tevdi edilirdi. Üçüncü Sancak ise devamlı yerinde dururdu. Padişah, Sancak-ı Şerif’i, sefere çıkacak olan sadrazama bizzat eliyle teslim eder; dönüşte de yine aynı şekilde geri alırdı. Sefere çıkacak ordu için şehir dışında ordugâh kurulmasından kırk gün önce Sancak-ı Şerif’in sandığından çıkartılarak bir mızrağın ucuna takılması âdet haline getirilmişti. Sancak-ı Şerif’in sefere çıkacak olan sadrazama teslimi, belirli bir merasimle yapılırdı. Sancak-ı Şerif, sadece askerî seferler esnasında yerinden çıkarılmazdı. İstanbul’da meydana gelen isyanları bastırmak için de Sancak-ı Şerif çıkartılır ve halka, bunun altında toplanarak asilere karşı savaşma çağrısı yapılırdı. Sancak-ı Şerif son olarak 1826 yılında yeniçerilerin ayaklanmaları sebebiyle yerinden alınarak Sultan Ahmet Camii’nin minberine dikilmişti. Onun çevresinde toplanan halkın desteğiyle yeniçeriler topa tutularak, ortadan kaldırılmıştı. Osmanlılar, Sancak-ı Şerif’e büyük önem vermişler ve ona sürekli saygı göstermişlerdir. Sancak çıkarıldığı zaman, onun altında toplanmak ve savaşmak halk tarafından bir farz gibi telakki edilmiştir. Sancak-ı Şerif, Topkapı Sarayı’nda Arz odası karşısındaki kapı önüne dikildiği zaman onun dikildiği yere, kimsenin basmaması ve hürmetsizlikte bulunmaması için 1908 devrimine kadar iki süngülü asker nöbet tutmuştu. Bu tarihten sonra kaldırılan Sancak-ı Şerif’in yerine bir taş dikilmiştir. Sancak-ı Şerif son olarak Osmanlı Devletinin I. Dünya savaşına katılması sebebiyle çıkarılarak Cihad-ı Ekber ilan edilmiştir. Sancak-ı Şerif, halen diğer kutsal emanetlerle birlikte Topkapı Sarayı’nda muhafaza edilmektedir.DENDAN-I SAADET (Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimizin Mübarek Dişleri)Topkapı sarayının Hırkayı saadet dairesinde bulunan Kutsal Emanetler’den birisi de Rasûlullah (s.a.v.) Efendimizin Uhud Savaşı’nda kırılan mübarek dişlerinin bir parçasıdır. Dendân-ı Saadet de denilen bu emanet silindir şeklinde ufak bir mahfaza içerisinde korunmaktadır. Fahri Kâinat (s.a.v.) Efendimizin mübarek dişlerinin bulunduğu bu mahfaza da 11 x 7 x 7 cm. ebadında altın çerçeveli, üzeri zümrüt, yakut ve zeberced kaplı altın bir kutu içerisine yerleştirilmiştir.KADEM-İ SAADET (Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimizin Mübarek Ayak İzleri)Kutsal emanet olarak İstanbul Topkapı Sarayı’nda muhafaza edilen ve Hz. Peygamber (s.a.v.)’e izafe edilen altı tane ayak izi vardır. Bunlardan dördü taş, ikisi tuğla nevindendir. Hırka-i Saadet Dairesi’nde mermer gömme dolapta muhafaza edilen ve 28 x 12 cm. ebadındaki, som altından bir çerçeve ve kapak içinde olan Kadem-i Saadet Osmanlı Padişahı Sultan Abdülmecit zamanında Trablusgarp tarafından getirtilmiştir. Rasûl-i Kibriya (s.a.v.) Efendimizin Miraç yolculuğunda üzerine bastıkları taşın bu olduğu rivayet edilmektedir.MÜHR-İ SAADET (Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimizin Mühr-i Şerifleri)Hz. Peygamber (s.a.v.)’in hayatta iken yaptığı antlaşma ve gönderdiği mektup vb. işlerde kullandığı ve aynı zamanda da yüzüğü olan mührü sırayla Hz. Ebubekir (r.a.) ve Hz. Ömer (r.a.) efendilerimiz tarafından hilafetleri döneminde kullanılmıştır. Hz. Osman (r.a.) efendimizin halifeliği sırasında bu yüzük bir kuyuya düşmüş ve kaybolmuştur. Bunun üzerine Hz. Osman (r.a.) Efendimiz, Rasûlullah (s.a.v.)’in yüzüğünde olduğu gibi üzerinde kûfî hatla ’Muhammed Rasûlullah’ yazılı kırmızı akikten yeni bir mühür yaptırdı. Daha sonraları Emevî ve Abbasîlere geçen bu yüzük Bağdat’ta ele geçirilerek İstanbul’a getirilmiştir. Mühür hâlen Hırkayı saadet dairesinde Kutsal Emanet olarak muhafaza edilmektedir.NAME-İ SAADET (Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimizin Mektupları)Name-i saadet denilen ve Efendimiz (s.a.v.)’in yazdırdığı mektup 1850 yılında Barthelemy adlı bir Fransız araştırmacı tarafından, Mısır’da Ahmim yakınlarında bir manastırın kütüphanesindeki yazma bir İncil’in kapağına yapıştırılmış olarak bulunmuştur. Önceleri ne olduğu ve neden buraya ilave edildiği net olarak anlaşılamayan bu mektup daha sonra Hz. Peygamber (s.a.v.)’e ait olduğu anlaşılınca dönemin Osmanlı Padişahı Sultan Abdülmecit’e takdim edilmiştir. Bulunduğu yerden ıslatılarak çıkartılan mektubun yazılarında hayli bozulmalar olmuştur. Kuruyunca biraz çeken deri eski hâlini alması ve daha güvenli olması için iki cam arasına konulmuştur. Yer yer yıpranmalardan dolayı delinmiş olan mektup 19 x 16 cm. ebadındadır. 627’de Kıptîlerin büyüğü dönemin Mısır hükümdarı Mukavkıs’a İslâm’ı anlatmak ve hem onu hem de bütün Mısır halkını İslâm’a davet için yazılmıştır ve on iki satırdan oluşmaktadır. Topkapı sarayı Hırkayı saadet dairesinde büyük bir özen ile muhafaza edilmektedir.SUYUF-İ MÜBAREKE (Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimize Ait Kılıçlar)Hırka-i Saadet dairesinde bu gün itibariyle yirmi kadar kılıç bulunmaktadır. Bunlardan sadece iki tanesi Hz. Peygamber’e aittir. Kabzalarıyla beraber kılıçlardan biri 99, diğeri 100 cm.dir. Orijinalinde olmayan kabzaları, kınları ve üzerindeki süslemeleri sonradan yapılmıştır. Hırka-yı Saadet dairesinde Efendimiz (s.a.v.)’e ait bu iki kılıçtan başka Hz. Dâvûd (a.s.)’a Hz. Ebu Bekir (r.a.), Hz. Ömer (r.a.) , Hz. Osman (r.a.), Hz. Ali (r.a.) İmam Zeynelâbidin (rh.a.), Zübeyr b. Avam (r.a.), Rasûlallah (s.a.v.)’ın kâtibi Ebu’l-Hasan (r.a.) Cafer-i Tayyar (r.a.) Halid b. Velid (r.a.) Ammar b. Yasir (r.a.) ve isimleri bilinmeyen iki sahabeye ait olduğu kabul edilen kılıçlar da vardır. Bütün bu kılıçların üzerindeki yazı ve resimler kabza ve kınları da sonradan yapılmıştır.KEMAN-I PEYGAMBER (Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimize Ait Yaylar)Bambu türünden bir ağaçtan yapılmıştır. 1,17 m uzunluğundadır. Altın kaplamalı gümüşten bir mahfazası vardır.Bunların dışında Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimize izafe edilen 23 cm. uzunluğunda tek bir nalın ve üzerinde onun gasil suyunun bulunduğu yazılı kırık yeşil bir şişe ve teyemmüm yaparken kullandığı rivayet edilen aslında Asur dönemine ait bir tablet olan ’teyemmüm taşı’ bulunmaktadır. Nalın üzerine sonradan Âyetü’l-kürsî işlenmiştir.Önceki peygamberlere ait eşyalardan Hz. Dâvûd’un kılıcını ve budaklı bir ağaçtan yapılmış olan 1,22 m. uzunluğundaki Hz. Mûsa’nın asası ile bir cins taştan oyularak yapılmış olan 20 cm. ebadında ki Hz. İbrahim’in tenceresi ve Hz. Yusuf (a.s.)’ın sarığı da bulunmaktadır.Kutsal Emanetler’in bir kısmı da Ka’be-i Muazzamı’nın yenilenen bölümleridir. Bunlar:ALTINOLUK: Kâbe’nin damındaki suyun akması için yapılan oluk 2,75 m. uzunluğunda 25 cm. genişliğinde ve 31 cm. yüksekliğindedir. Sultan l. Ahmet tarafından yaptırılmış, Sultan Abdülmecit zamanında yenilenmiştir. HACER-İ ESVED ÇERÇEVELERİ: Ziyaretçilerin ellerini sürmeleriyle aşınan altın ve gümüş çerçeveler yenilenerek eskileri Hırka-i Saadet Dairesi’nde muhafaza edilmiştir.BÂB-I TÖVBE KANADI: 1,45 x 0,20 cm. ebadındadır. Üzerinde demir kakmalar bulunan kapının ne zaman yenilendiği tam olarak belli değildir.KA’BE ANAHTAR VE KİLİTLERİ: Kâbe’nin yenilenen kilitleri ’Miftah Alayı’ adıyla anılan merasimle bazen Sarayburnu bazen Davutpaşa’dan alınarak özel torbalar içine konur ve Hırka-i Saadet Dairesi’nde muhafaza edilirdi. Demirden altın ve gümüş kakmalı kilitler ve anahtarlar içerisinde sanat değeri çok yüksek olanlar vardır.MAKAM-I İBRAHİM’İN GÜMÜŞ KAPAĞI: Bu da yine yenilenmeler neticesine İstanbul’a getirilmiştir.HZ. OSMAN (R.A.) MUSHAFIKutsal Emanetler içinde en değerli olanlardan biri şüphesiz Hz. Osman (r.a.) Kur’ânı’dır. Hz. Ebû Bekir zamanında bir araya getirilen Kur’an sayfaları Hz. Osman zamanında mushaflar halinde istinsah edilerek eyaletlere gönderilmiş, ’İmam Nüsha’ adı verilen biri ise Medine’de bırakılmıştı. Hz. Osman (r.a.) şehit edildiği zaman okumakta olduğu Kur’an işte buydu. Yazı karakteri o devre ait olduğunu gösteren Topkapı’daki Kur’ân-ı Kerim aynı zamanda çok önemli bir tarih vesikasıdır.Son olarak, Hırka-i Saadet Dâiresi’nde Hz. Fatma (r.anhâ)’ya ve Hz. Hüseyin (r.a.)’e izafe edilen bir seccade bulunmakta ise de, 243 x l55 cm. ebadındaki seccadelerin üzerindeki yazı karakterinden çok sonraya ait olduğu anlaşılmaktadır.İstanbul Topkapı sarayı Hırkayı saadet dairesinde bulunan ve kutsal emanetler olarak adlandırılan bu her biri ayrı bir değer ve şeref olan eşyalar Hilafetin kaldırıldığı 1924 tarihine kadar Osmanlı nizam ve usullerine göre son derece titiz ve özverili bir şekilde muhafaza edilmekteydi. Birinci Dünya Savaşı’ndan Osmanlı Devleti’nin yenik çıkması başta Haremeyn denilen Mekke ve Medine olmak üzere birçok toprağını kaybetmesine hatta en önemlisi yedi yüz yıllık Osmanlı Devleti’nin tarih sahnesinden çekilmesine neden oldu. Bütün bunların neticesinde paha biçilemez kıymet ve değere haiz bu kutsal emanetler de Osmanlı Devleti’nin temellerinin teşkil edildiği Rumeli (Trakya) ve Anadolu topraklarında kurulan Türkiye Cumhuriyeti devletine geçti. Daha sonra Haremeyn’e hâkim olan bugünkü Suudi Arabistan krallığı bu kutsal emanetlerin teslim ve iadesini TBMM’den talep etti. Fakat bu kutsal emanetlerin TBMM’nin manevi şahsına ilga olunan halifelik makamı ile ilgili oldukları için bu talep kesin bir dille reddolundu. Bunun üzerine 3 Nisan 1924 tarihinde Topkapı sarayı müze hâline getirilerek bu emanet ve teberrükat eşyası yerinde bırakıldı. 1927 yılında da sarayın son hazine kethüdası Rasim Efendi’den alınarak son yıllarda ziyaretçilere de açıldı.İstikamet üzere yaşamak duası ile...
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

Henüz hiç kimse yorum yazmadı.