Cenâb-ı Hakk’a şanına yaraşır hamd ve Habîb’ine, Cenâb-ı Hakk’ın rızasını celbedecek salât ve selâmların en yücesi olsun. Ehl-i Sünnet çizgisinde bulunan her müslümanın, âlimi ve ümmisi ile takip edeceği yol “selef-i salîhin” istikameti üzerine olmaktır. Bu çizgi üzere olmak ve ölünceye kadar da bunu idame ettirmek bir kul için büyük bahtiyarlıktır. Selef-i Sâlih; Sahabe, Tabiîn, Tebeu’t-tabiîn, Eimme-i Müctehidîn, Müfessirîn, Muhaddisîn ve Fukahadan oluşan geniş bir “mukteden bih” şahsiyetlerdir. Cenâb-ı Hak bu kıymetli insanları şeriatı omuzlarında taşıma, müdafaa ve bir sonraki nesillere sahih olarak aktarma hususunda ihtiyar etmiş, bu şerefe nail kılmıştır. Şeriat ki; Cenâb-ı Hak, Peygamberlerini, onun tebliği için göndermiş ve kıyamette de kullarını yine “la ğayr” hesaba çekeceği ilâhî emirler cümlesidir. İşte kıymetli üstadımız Abdullah Farukî el-Müceddidî Hazretleri de bunu başarabilmiş ahir zamanda ki nadide insanlardan biridir.
Kıymetli üstadımız Abdullah Farukî el-Müceddidî Hazretlerinin bu ittibasını hakikati üzere anlatabilmek bizleri aşmakla birlikte, zahiren gördüğümüz hususlardan bir kaçını aktarmakla yetineceğiz inşallah:
Mısır’da öğrenci iken Allah’ın lütfettiği Mübarek Efendim’in, Ankara’daki mescidine arkadaşlar arasından ilk ziyaret bana nasip olmuştu. Ziyaretimi tamamlayıp tekrar Mısır’a döndüğümde oradaki arkadaşlarım bana, Efendim’in yaşantısını öğrenmek maksadıyla, “nasıl?” diye sormuşlardı. Ben de hayranlığımı; “Kitaplarda okuduğumuz sahabe hayatı nasıl! Aynen öyle! Hiçbir farkı yok. Bin dört yüz yıl evvelin bu asra gelmiş hali” diyerek özetlemiştim; ancak bu söz sadece sevgiden mütevellit olmayıp, bütün hâl ve hareketlerinde, bize intikal eden “Selef-i Salihîn” istikametini gözle görmüş olmaklığımızdan kaynaklanıyordu.
Bu hususu bir başka yönüyle kendi dilinden şöyle aktarmak istiyorum:
Mısır’da bazı meşayıhın önünde kendisine Mısırlılar tarafından “Sünnetleri nasıl öğreneceğiz?” sorusu tevcih edilmiş ve bu soruya cevabı; “Bize bakın! Bizim her hâl ve hareketimiz sünnettir.” sözü olmuş idi. Yine bir meclisinde takip ettiği yolun istikameti hakkında: “Bizim yaptığımız değişik bir şey yok. Biz sadece bin dört yüz yıl önce Rasûlullah (s.a.v.) nasıl yaşamış ise, onu alıp bu zamanda aynısı yapmaya çalışıyoruz. Yaptığımız başka bir şey yok.” buyurmuş idi.
Selef-i Sâlihîn, şeriatı muhafaza ve nakil hususunda birçok usul koymuştur. Bu usuller her zaman ve mekânda geçerliliğini sürdürmektedir ve sürdürecektir. İstikamet üzere olmanın yolu, selefin koyduğu bu usulleri anlayıp tatbikten geçmektedir. Bu usullerden biri de “caiz olmayan bir husus, zarurî durumda zaruret miktarınca mubah olmaktadır.” Kıymetli Efendim’den bu usulün tatbikine bir misal vermek istiyorum:
Bankalar bilindiği üzere faiz yuvaları olup bu günkü şekliyle faizi ayakta tutan ve teşvik eden kurumlardır. Bu gibi kurumlarla çalışmak, faiz yuvalarının ayakta kalmasına dolaylı olarak yardımcı olmak demektir; ancak günümüzde ticaret koşulları ve şartları esnaf ve tüccarın bankadan müstağni olmasına elvermemektedir. Ortada bankayla muameleyi caiz kılan zaruri bir durum bulunmaktadır; fakat bu muamele zaruret miktarınca olmalıdır. Mübarek Efendim’in bu husustaki davranışı şöyle aktarılmaktadır:
Abdullah Fârukî Hazretleri vereceğini elden verme imkânı var ise elden verir idi. Elden verme imkânı yok ise, alacaklı olan kimseye telefon açar ve “Alacağını saat dokuzda bankaya yatırıyorum, dokuzu beş geçe paranı bankadan çek” der idi. Gördüğümüz gibi mesele tahlil edilmiş, zaruri bir durum olduğu hükmü konulmuş ve kaide gereği ancak zaruret miktarınca kullanılmıştır.
Selef-i Sâlihîn şeriatı muhafaza ve aktarma hususunda yine şeriatla alâkalı her meselenin delilini, kaynağını zikretmiş, ta ki Rasûlullah (s.a.v.) ve sahabenin (r.anhüm) yolundan ayrılıp da heva ve heveslere göre ahkâmlar sadır olmasın. İşte, Mübarek Efendim diğer yönlerde olduğu gibi bu hususta da selefi takip etmiştir. Mısır’a teşrif ettiklerinde birçok ilim talebesi ve meşayih ile bir araya gelmiş, şeriata müteallik her söylediği hükmün her zaman ki gibi mesnedini de zikretmiş idi.
Konu ile ilgili varsa âyet ve hadisi zikreder, aslî ehl-i sünnet kaynak kitaplarından delil sunardı. Bu kaynak kitapların bir kısmını bizzat kütüphanesinde de bulmak mümkündü. Delil sunarken yine ehl-i sünnetin metodu olan naklî (âyet-hadis) ve aklî (mantıkî) delilleri sıralardı. Konu ile ilgili usul ve kaideleri aktarır, talebelerine evvela usul öğretmeyi yeğlerdi.
İşte, yukarıda birkaç örnekle anlatmaya çalıştığımız Mübarek Efendim ahir zamanda Rasûlullah’ın yaşayan portresi, şeriatın sahabe menheci üzere hâmili ve nâkili idi. Tabi ki, onun bu umman olan anlayışını bizim dar gönüllerimizin alması ve bir iki satırla anlatmak mümkün değildir. İnşallah Cenâb-ı Hak bizleri bu Vâris-i Nebî’nin anlayış ve usullerini bir sonraki nesillere aktarmayı nasip eder. Rabbim cümlemizi Selef-i Sâlihîn’in izinde mustekim olan Rahmetli Efendimiz Abdullah Fârûkî el-Müceddidî Hazretlerinin istikametinden ve şefaatlerinden mahrum etmesin.
Selef-i Sâlihîn'in Yolunda..bir Âlim-i Rabbâni
Özlenen Rehber Dergisi 69. Sayı
Henüz hiç kimse yorum yazmadı.