Özlenen Rehber Dergisi

67.Sayı

Medreseler

Mehmet Ali KAPAR Özlenen Rehber Dergisi 67. Sayı
İslâm tarihinde âlimler yuvası:MEDRESELER

İslâm medeniyetinde öğretimin yapıldığı müesseseler olan medreseler; Arapça ’de-ra-se’ fiilinden gelir ve talebelerin ders alıp ilim öğrendiği yer manasında mekân ismi olarak kullanılır. ’Medrese’ ve ’müderris’ kelimeleri birbirleri ile yakından ilgilidir. Öğrenciler için ders okumaya mahsus yer demek olan medreselerde, ders veren hocalara da müderris adı verilmektedir. Genel olarak sıbyan mekteplerinin (ilkokul) üstünde, orta ve yüksek tahsil yapan bir eğitim ve öğretim kurumudur.
Eğitim ve öğretim müesseseleri, ilk insan Âdem (a.s.)’den itibaren mabetler etrafında teşekkül etmiştir. Buralarda önceleri sadece dinî eğitim amaçlanırken zamanla bütün ilimlerin öğretildiği merkezler hâlini aldılar. Peygamber Efendimize (s.a.v.) peygamberliğin gelişinden sonra sahabe-i kiram efendilerimizden Hz. Erkam’ın evinde toplanılır ve Efendimiz (s.a.v.) orada İslâmiyeti ve Kur’ân-ı Kerim’i öğretirdi. İslâm tarihindeki ilk mektep ve medresenin doğuşu bu şekilde olmuştur. Medine’ye hicretten sonra Efendimiz (s.a.v.)’in mescidi aynı zamanda da İslâmî eğitim ve öğretimin merkezi olmuştur. Bu sistem aynı zamanda İslâm devletlerinde uygulanacak olan cami içi ve dışı eğitim sisteminin de model teşkilatı oldu.

Başlangıçta ilmî çalışmalar daha ziyade dinî alanda yapılıyordu. Bununla beraber, ibadetler için gerekli olan bilgiler sadece dinî bilgiler değildir. İslâm’ın Kur’an ve Sünnet çerçevesi içinde teşekkül eden ve Kur’an ilimleri diye niteleyebileceğimiz ilimlerin yanı sıra bunlara yardımcı olan sosyal ve sayısal bilgilere de ihtiyaç vardır. Namaz ve oruç için, basit de olsa bir astronomi bilgisine; hacca gitmek için coğrafya bilgisine; zekât vermek veya miras taksim etmek için de matematik bilgisine sahip olmak gerekir. Bütün ihtiyaçlar, zamanla, Müslümanların değişik branşlardaki ilimlerle uğraşmalarına sebep oldu. Nihayet, bazı hadislerin, genel anlamda ilmi teşvik etmeleri, Müslümanların asırlar boyu her türden ilmî faaliyette bulunmaları sonucunu doğurdu.

Hz. Peygamberden sonra gelen Hulefâ-i Râşidîn döneminde eğitimler bizzat halife efendilerimizce yapılıyordu. Eğitimlerde gerek dinî gerekse diğer konularda bilgiler veriliyor ve her türlü konuda istişarede bulunulabiliyordu. Onların toplantılarına herkes katılabiliyor ve istedikleri soruları sorabiliyorlardı. Halifeler cevaplayamadıkları meseleleri diğer sahabelere sormak suretiyle cevaplarını buluyorlar ve bundan da çekinmiyorlardı.

Camilerde âlimler kendilerini çevreleyen (halaka) öğrencilere burada dersler veriyorlardı. Burada genellikle İslâmî ilimler ve İslâm tarihi anlatılmakla birlikte diğer ilimler de öğretilirdi. Emevî halifelerinin saraylarda yaşamaya başlaması ve bazı ilim meclislerinin bu saraylarda toplanması üzerine eğitimde yeni bir yön başlamış oldu. Bir tarafta mahalle mektebi konumundaki ve halka açık olan ilim meclisleri, diğer tarafta da sarayda bir ilim meclisi oluşturulmuş oluyordu.
Emeviler devrinde çocuklar için müstakil ve zamanına göre her türlü teknik ve kültürel yeniliklerle donatılmış mektepler açılmıştı. 8. asırda üç bin talebeyi barındıran Belh-i Ebul Kasım Dehhak Mektebi’nin ilköğretim okulları açısından çok önemli bir yeri vardır. Bu tarz okullara “küttab” ve “mektep”, öğretmenlerine de “muallim“ denilirdi.

İslâm tarihinde ilk medrese örnekleri Emevi veya Gazneliler devletlerine kadar indirgenmiş olsa da gerçek anlamda mükemmeliyete ulaştığı dönem Büyük Selçuklu Devleti dönemi olmuştur. H. 459 (M.1066–1067) senesi, İslâm eğitim tarihinde bir dönüm noktası olarak kabul edilir. Zira bu yılda, Selçuklu veziri Nizamülmülk (ö. 485/1092)’ün inşa ettirdiği medreseler dizisinin en önemlisi ve bu bakımdan belki de ilki Bağdat’ta açıldı. Devlet tarafından maddî-manevî yardım gören ve saray tarafından himaye edilen Nizamiye medreselerinin, gerek teşkilât ve gerekse öğretim bakımından o çağın diğer eğitim kuruluşlarından çok üstün oldukları bir gerçektir. Nizamiyelerin ders programında İslâmî ilimlerin yanı sıra diğer ilimlere de yer veriliyordu. Tıp, astronomi, matematik, felsefe ve tarih gibi ilimler de burada tahsil ediliyordu. Nizamiye medreseleri kısa zaman içerisinde yaygınlaşmış hatta köylere kadar inmiş ve buralarda halkı sünnî akide üzerine yetiştirmiş ve korumuştur.
Medreselerin gelir kaynaklarını teşkil eden vakıflar, Selçuklular zamanında kurulan bu müesseselerin işlemesini sağlayan başlıca faktörlerdir. Medrese vakıfları, bu dönem için büyük bir yenilik sayılmaktadır.

Zaten Nizamiye medreselerinin orijinalliği de buradan ileri geliyordu. Devamlı bir gelir kaynağına sahip olan medreseler, yalnız ilmî ve idarî muhtariyete değil, aynı zamanda malî muhtariyete de sahip bulunuyorlardı. Böylece bu medreseler, yüksek eğitime tahsis edilmiş bağımsız binasıyla, medresenin emrinde yardımcı bir müessese olan kütüphanesiyle, aldıkları maaşlarla geçim kaygısından uzak olarak kendilerini mesleklerine veren öğretim üye ve yardımcılarıyla, aldıkları burs ve kaldıkları yurtlarla kendilerini ilme verme imkânını bulan öğrencileri ile yalnız o dönemde değil, hatta bugünün şartları içinde dahi ileri düzeyde ilim yapan müesseseler olarak görülebilir.

26 Nisan 1055 tarihinde Selçukluların Irak’ı ele geçirip, Bağdat’a girişleri, Ehl-i Sünnet’in, Şiîlere galibiyetinin başlangıcı olarak kabul edilir. Zira bu tarihten itibaren halk arasında, gerek Fatımîlerin (909–1171) gerekse Büveyhîlerin, (932–1062) Şiîliği yaymak için gösterdiği faaliyet sahaları kapanacaktı. Selçuklular, sapıklık ve din dışı kabul ettikleri faaliyetlere karşı, halkın zihnine hür düşünceyi yerleştirebilmek için, bir karşı faaliyete girişmekten başka çare olmadığını anladılar. Gerçekten, Fatımîler tarafından Mısır’da kurulan ’Dâru’l-ilm’ler, felsefi rumuzlarla ifade edilen bâtınî fikirlerinin propagandasını yapabilmek için ulûm el-evâil (eskilerin ilimleri) den faydalanmaya önem veriyorlardı. Çok geçmeden bunların örnekleri İskenderiye, Halep, Kudüs, Trablusşam gibi yerlerde de açılmaya başladı. Bu müesseseler kısa bir müddet sonra sadece bir propaganda merkezi haline dönüştü.

Şiîler, Mutezile kelâmı ve Yunan felsefesinden istifade ile Sünnî akideyi bulandırmakla meşgul olmaya başladılar. İşte bu sebeple, İslâm dünyasının doğusunda, camilerden ayrı olarak öğretim yapmak, talebinin maddî sıkıntıya düşmeden barınmasını sağlamak ve Şiî daîlerinin propagandasına karşı halka gerçek bilgiyi vermek gayesiyle medrese adı ile bilinen müesseseler kuruldu. Bu müesseselerde halka gerçek din ve prensipleri öğretilecek, doğru ile yanlış arasındaki fark anlatılacaktı.
Bir gün Alparslan, Nizamülmülk ile Nişabur’da, caminin kapısında üstü başı perişan gençleri görünce, bunların kim olduklarını ve niçin bu durumda bulunduklarını sormuş. Vezir de ona ’bunlar, dünya zevki bulunmayan ilim talipleridir’ cevabını vermiş. Bunun üzerine sultan, bunlara bir yurt inşa edilmesini ve maaş bağlanmasını emretmiş ve ilk Nizamiye medreseleri bu şekilde ortaya çıkmıştır.

Büyük Selçuklulardan sonra medrese kurma faaliyetleri devam etti. Onların geliştirdiği sistem her yerde uygulanmaya başladı. Gerek doğu, gerekse batıda (Mağrip ve Endülüs) medreseler yaygınlaşmaya başladı.
Medreselerdeki öğretim metodu, fazla teferruatlı değildir. Medrese eyvanlarında (dershâne) yapılan derslerin tedris usulünde zaman içinde değişiklikler olmuştur. Başlangıçta ve bilhassa Kur’anî ilimler söz konusu olduğu zaman ezbercilik sistemi geçerli idi. Fakat zamanla bu sistem, yerini yazma ve not almaya bıraktı. Dersler, çoğu zaman sabah namazından hemen sonra başlardı. Derse bir kişinin Kur’an okumasından ve Peygamber Efendimize (s.a.v.) salât-selâmdan sonra başlanırdı. İlk zamanlarda Cuma ve Salı günleri hariç olmak üzere haftada beş gün ders yapılırdı.

Tedris usulünde, hoca ile talebenin karşılıklı soru sorma usulünün, yani aktif metodun önemi bilindiğinden bu yola başvuruluyordu. Hoca ve talebeden başka bir de muid vardı ki onun vazifesi de hocaya bir seferden fazla soru soran talebenin, anlayamadığı konuları ve sorularını açıklayıp cevaplandırmaktı. Böylece hocadan (müderris) başka, talebe ile daha yakından ilgilenen ve bir çeşit asistan olarak kabul edebileceğimiz muid, talebe ile daha rahat konuşuyor ve eksiklerini tamamlıyor idi. Ayrıca muidler, öğrencilere namaz vakitlerinde namaz kıldırmaktan da sorumlu idiler.

Medreselerde bütün talebelerin ortak ders yapabileceği umumi ve büyük bir dershane ile onun etrafında dizilmiş şekilde her talebenin ayrı bir odası vardı. Müderrisler umumi konuları ortadaki büyük dershanede anlatır, daha sonra her talebe kendi hücresine çekilirdi. Talebe burada müderrisi ile kendi sahasında çalışırdı.

Osmanlılarda ise, Fatih Sultan Mehmet devrinde medrese öğretimi belli bir kanuna bağlandı. Dersler kahvaltıdan sonra başlar ve öğle namazına kadar sürerdi. Öğleden sonra öğrenci kütüphane veya camide mütalaada bulunurdu. Salı günü de hafta tatili olarak kabul ediliyordu.

İslâm dünyasında genel eğitim ve öğretime tahsis edilen medreseler yanında Dâru’l-Hadis, Dâru’t-Tıb, Dâru’l-Kurra gibi isimler alan ve özel branşlarda öğretim faaliyetlerinde bulunan medreseler de vardı.

Osmanlılar tarih sahnesine mütevazı bir beylik olarak çıktıktan sonra, imkânları nispetinde çeşitli eğitim müesseseleri kurarak ilmi ve ilim adamlarını himayeye başlamışlardır. Osmanlılarda ilk medrese 13. yüzyılda Orhan Bey zamanında İznik’te açılmıştır. Orhan Bey’in ilk medresesi daha önce Selçuklular döneminde açılmış olan medreselerin, gerek bina gerekse öğretim bakımından bir devamı niteliğinde idi. Bu ilk medresenin müderrisi ise Davud-i Kayserî idi. İznik şehri bir ilim merkezi olarak 15. yüzyılda da önemini korumuş ve bu yüzden kendisine ’âlimler yuvası’ sıfatı verilmişti.

Osmanlılar, medrese eğitimini vakıflar sayesinde devam ettiriyorlardı. Fatih Sultan Mehmed’in, İstanbul’u fetheder etmez ’Sahn-ı Semân’ medreselerini tesis ettirmesi ve bunlar için geniş vakıflarda bulunmasından sonra; devlet merkezi olduğu gibi ilim merkezi haline de gelen İstanbul’da, padişahlar başta olmak üzere sultanlar, vezirler, ilim adamları ve bazı saray mensupları tarafından pek çok medrese inşa olundu. Yalnızca Mimar Sinan’ın baş mimarlığı sırasında İstanbul’da yapılan medreselerin sayısı, altı tanesi Süleymaniye Medreseleri olmak üzere, elli beşi bulmaktadır. XVII. asrın son çeyreği başında İstanbul’daki medrese sayısının yüz yirmi altıya ulaştığı bilinmektedir.

Osmanlıda eğitim, sırası ile şu şekilde olurdu. Öncelikle medreselere temel teşkil eden sıbyan mektebleri (ilkokul)ne gidilirdi. Bunlar hemen hemen her mahallede bulunurdu (Evliya çelebiye göre 16. asırda sadece İstanbul’da 2000 civarında sıbyan mektebi vardı). Okuma çağına gelen 5–6 yaşlarındaki çocuklar bu mekteplere giderlerdi. Sıbyan mekteplerinde çocuklara elif-be (okuma yazma), Kur’ân-ı Kerim ve dört işlem öğretilirdi. Buradaki öğretmene muallim yardımcısına da kalfa denilirdi.

Sıbyan mektebinden mezun olan bir öğrenci yirmili (haşiye-i tecrid) denilen medresenin ilk basamağına kaydolur, buradan bir icazet (diploma) alarak mezun olurdu. Buradan sonra Otuzlu denilen (miftah) medreseye devam eder buradan sonra kırklı, ellili, altmışlı ve altmış üstülü denilen medreselere geçiş yapardı. Bunların her birinde ortalama iki sene eğitim yapılırdı. Oradan mezun olduktan sonra Sahn-ı Seman ve Süleymaniye denilen ve dünyanın o devirdeki en büyük iki medresesine başvuru yapabilirlerdi. Buradan mezun olduktan Sonra staj yaparlar ve mülazemetlik için sıraya girerlerdi.

Medreselerle eğitim ve öğretim, bir sınıf ve zümre imtiyazı olmaktan çıkarılarak, toplumda sosyal adalet ve fırsat eşitliği aracı olmuştur. Talebelerin ve öğretim elemanlarının masraflarını zenginler ve bu maksatla kurulmuş vakıflar karşılardı. Böylece eğitim ve öğretimin devlete maliyeti de mümkün mertebe az olurdu.
Medreseler, sadece din ve dünya ilimlerini öğretmekle kalmaz, ruh ve beden terbiyesi ile de ilgilenirlerdi. Bu sebeple medreselerde; yüzme, güreş, koşu, ok atma, cirit oyunu, ata binme gibi sporlara da yer verilmiştir. Bunlardan başka yine medreselerde hüsn-i hat, tezyinat, hitabet ve kitabet olmak üzere bedii (estetik) faaliyetlere de önem verilmiştir. Kültür tarihimizde önemli bir yer tutan; hattatlar, nakkaşlar, mimarlar, hatipler vs. hep medreselerden mezun olmuşlardır.

17. yüzyıldan itibaren iç karışıklıklara medreselerin de katılması ile bu müessesler de bozulmaya yüz tutmuştur. Uzun zamanlar boyunca bazı devlet adamları bu bozulmaların önüne geçmeye çalışmışlarsa da bu mümkün olamamış; Avrupai tarzda açılan okullar karşısında önemini yitirmiştir. Avrupai tarzdaki bu okullarda dinî ve milli kimliklerinden yoksun insanlar yetişmiş ve Osmanlı gerek ilmî gerekse kültürel anlamda bir yozlaşmaya girmiştir. Bu da yıkılışı ve çöküşü beraberinde getirmiştir. Tevhid-i tedrisat kanunu ile de medreseler tamamen kaldırılmıştır.



Kaynakça:
Osmanlıda Eğitim Sistemi, Prof. Dr. Ziya KAZICI, s.15 vd.
Osmanlı Medreseleri. Cahit BALTACI, s.1 vd.
İslâm Ansiklopedisi, Medrese maddesi.
Osmanlı Devleti Tarihi, Hammer, c.3, s.835.
Rehber Ansiklopedisi, c.11, s.311.
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

Henüz hiç kimse yorum yazmadı.