Özlenen Rehber Dergisi

67.Sayı

Gönül Tabibiyle Söyleşi...

Üstâdımız Abdullah Fârukî el-Müceddidî (k.s.) ile
Tasavvûf Üzerine Söyleşi

-Tasavvuf deyince neyi anlamalıyız?

Bismillahirrahmanirrahim. Elhamdülilâhi Rabbi’l-Âlemîn. Ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ Rasûlinâ Muhammedin ve alâ âli Seyyidinâ Muhammedin ve eshâbihî ve ezvâcihî ve evlâdihî ve etbâihî ve ehl-i beytihî ve ümmehâtihî ve ebîhi biadedi külli şey’in fi’d-dünyâ ve’l-âhireti ve kezâlik. Ve’l-hamdü lillâhi Rabbi’l-Âlemîn.

- Tasavvuf; İmam-ı Rabbânî Hazretleri’nin ’Mektûbât’ isimli eserinde de belirttiği gibi şeriatın dışına çıkamaz. Bu yönüyle tasavvuf, İslâm’ın kendi öz malı ve onun kopmaz bir parçası ve aynı zamanda bütünleyicisidir. Tasavvuf; mü’minin terbiye, tezkiye ile toplumsal hayata problemsiz, sıkıntısız kazandırılmasıdır. Nasıl ki, İslâm’ın fıkıh, îtikad, tefsir, siyer ilimlerinde derinleşmiş alimlerimiz varsa, tasavvuf alimlerimiz de İslâm’ın ahlâk boyutunu üstlenmişlerdir. Biz de tasavvufta çeşitli konular ve bablar vardır. Tarîkat boyutunda zikir, onlarca babdan birisidir. Kardeşlerimiz tasavvufçuları salt zikir halkalarında zikreder, başka hiçbir şey bilmez gibi yanlış değerlendirmemelidirler. Tabii bundan evvel, tasavvuf; insan-kainat ilişkisini dengelemede, onu vasat bir noktaya çekmede en önemli bir vasıtadır.

-Genellikle tasavvufun yanlış anlaşıldığına şahit oluyoruz. Örneğin bir müridin: ’Benim şeyhim her şeyi görür.’ demesi, sizin ifadenizle İslâm’ın ayrılmaz parçası olan tasavvufla bağdaşır mı?

-Bu söz kesinlikle küfürdür. Çünkü insanın her hâlini bilen yalnızca Allah Teâlâ Hazretleri’dir. Bunun yanı sıra insan, melek ve cinlerin ilim ve kapasiteleri cüzî olduğundan Cenâb-ı Hakk’ın müsaade ettiği kadar bilirler. İmam-ı Birgivî Hazretleri’nin ’Vasiyetnâme’ isimli kitabında belirttiği gibi; ’Bizim yolumuz şeriattır. Kim ki benim şeyhim her şeyi görür derse şeriata meydan okumuş olur ve dinden irtidât eder.’ Ayrıca İmam-ı Rabbânî Hazretleri, ’Mektûbât’ isimli eserinde; ’Her şeyi ihâtâ eden Allah’tır. Şeyh, her şeyi bilemez, her çağrıldığı yere de gidemez.

Eğer her şeyi bilmek insanlara verilmiş olsaydı, şüphesiz öncelik Rasûlullah’a verilirdi. İslâm tarihinde Hz. Âişe (r.anhâ)’nın bir ’Gerdanlık Olayı’ vardır. Allah’ın Habîbi olduğu halde Rasûlullah o gerdanlığı görememiş, olayın iç yüzünü bilememiştir. Meselâ bir olay daha anlatayım: Yakup (a.s.), Peygamber olduğu halde oğlu Yusuf’un yerini bilememiştir. Bilmek ve bildirmek ancak Allah’ın dilemesi ile olur. Hemen belirteyim ki ledün ilminin sultanı da Hz. Muhammed (s.a.v.)’dir. Eğer o göremiyorsa bizim görmemiz muhaldir.

-İlim ehli ile zikir ehli arasında öteden beri bir sürtüşme var. Doğru mu?

-Aslında ilim ehli ile zikir ehli arasında hiçbir sürtüşme yoktur. Fakat bazı cahil insanlar, tarikata yeni intisap etmiş, günahlarından yeni yeni rücû etmiş, İslâm’ı ve Allah’ın emirlerini bilmiyor. O yüzden bunların bazı hataları oluyor. Zaten kötü yollardan gelmiş bu adamlar, daha neye nasıl inanacağını bilmiyor. Bu insanların sözlerini kâle almamak lazımdır. Çünkü eğitim dönemine daha yeni başlayacaklar. Ve yine söylüyorum: İlim ehli ile zikir ehli arasında hiçbir fark yoktur. Bakın bir örnek anlatayım: İmam Ahmed b. Hanbel Hazretleri, bir gün arkadaşlarına ümmî olan bir sofiyi ziyarete gidelim diyor.

Talebeleri onu kınarcasına: ’Nasıl olur, siz ilim sahibi iken onun ayağına gidersiniz?’ dediklerinde Ahmed b. Hanbel Hazretleri: ’Evet, ilmi biz ondan daha iyi biliyoruz, fakat o da Allah’ı bizden daha iyi biliyor.’ der. Kısacası onlar birbirlerine daima hürmet etmiş, saygılı olmuşlardır. Halkımızın da bu cahil insanları hoş görüp, kızıp atma yerine elinden tutması gereklidir.

-Fikrin ve zikrin bir bütün olduğunu, birbirinden ayrılmaması gerektiğini söyleriz. Bu konuda siz ne düşünüyorsunuz?

Fikir ile zikri birbirinden ayırmak mümkün değildir. Nasıl ki ’lâ ilâhe illallah’ ve ’Muhammedün Rasûlullah’ Kelime-i Tayyibesini birbirinden ayıramadığımız gibi. İlim, kadın-erkek her Müslümana farzdır. En azından bir ilmihâli bilmek elzemdir. Çünkü dinimizde cehalete yer yoktur. Ayrıca, tefsir, fıkıh, akâid konularını bilmemiz gerekir. Fakat bunları bilmek yeterli değildir. Bunları bilirken de Sahâbe ve Ashâb-ı Suffe gibi nefsimizi tezkiye etmemiz lazım. Yoksa ne kadar alim olursak olalım, fayda etmez. Bakın İslâm’ın üç temel esası vardır: İlim, amel, ihlâs. Bunun yanında bir de akâid en büyük unsurdur. Akâidimizin düzgün olması gerekiyor. Zira birçok fırka, ilimden amelden değil, akâidden doğmuştur. Biz de Peygamberimiz’in: ’Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Bunlardan biri kurtuluştadır.’ hadis-i şerifinden yola çıkarak Rasûlullah’ın izinde kurtuluşa erenlerden olalım. Zaten bugün birçok cemaatimizin parçalara ayrılmasında, üstadlarının gittiği yollardan sapmaları önemli rol oynamıştır. Bu da nefislerini arındırmadıkları içindir.

Ve’s-selâmü alâ men ittebea’l-Hüdâ
----------
* Abdullah Fârukî el-Müceddidî Hazretleri’yle Cuma Dergisi’nin gerçekleştirmiş olduğu bu söyleşi, Cuma Dergisi Ocak 1997 (s. 24-26.) sayısından kısmen iktibas edilmiştir.
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

Henüz hiç kimse yorum yazmadı.