’… Kararmış kalbin göstergesidir o göz ki yaşarmayı bilmez,
Et parçasından başka bir şey değildir o kalp ki, aşk ve hasretle alev alev yanmaz…’
Hamd Âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve Selam O’na tarifsiz yakınlığın sahibi Rasûlullah Efendimiz aleyhi’s-selâtu ve’s-Selamın üzerine olsun.
Hac veya umre vazifesi için Beytullah’a giden Müslümanların, Kâbe-i Muazzama’daki farizalarını yerine getirdikten sonra gittikleri ilk yer, Kâbe’nin az ilerisinde bulunan Cennetu’l Muallâ’dır. İçerisinde Rasûlullah Efendimizin emaneti birçok Sahabenin misafiri olduğu bu mübarek yer, çok özel bir insanın da mekân-ı istirahgâhıdır. Öyle bir insan ki, daha Muâlla’ya girer girmez tertemiz gül kokusuyla ümmeti karşılayan bir ev sahibi gibidir… Öyle bir ev sahibi ki, sanki oraya gelen ümmet Rasûlullah (s.a.v.)’ın emanetidir de bir anne şefkatiyle misafir eder... Öyle ki, daha Muâlla’ya girerken hissedilen koku, oradan Medine’ye gidecek olan hacılara sanki hasret ve özlemle ’bu kokuyu Sevgili eşim Allah’ın Habibi’ne götürün ve selam edin…’ diyen bağrı yanık özlemli bir ev sahibi gibidir.
Bu serimizde Rabbimizin izin verdiği kadar, Rasûlullah Efendimizin Ebedî zevcesi, cennet hanımlarının hanım efendisi ve tabii ki Mü’minlerin annesi olan Hz. Haticetu’l-Kûbra (r.anha) validemizi geniş anlamda hayatından bahsedeceğiz. Rabbim mahşer gününde böyle yüce insanlardan bu hakir kalplerle bahsettiği için bizleri mağfiret buyursun. O çetin günde aleyhi’s-selâtu ve’s-Selam’a tek kapımız olan dostundan ayırmasın.
Hz. İsa (a.s)’dan yaklaşık 550 sene geçmişti. O zaman hak din olan Hristiyanlık bozulmuş, insanlar şirkin karanlığında yaşıyor duruma gelmişlerdir. Öyle bir durumdu ki bu, herkes şirk bataklığını kabullenmiş, Hakk’ı arayanlar da sesi hiç duyulmayacak kadar az durumdaydı. Öyle ki, kimse bir diğerine saygı duymaz, kendi kanlarından doğan kız çocuklarını, ileride kötü yollara düşmemeleri bahanesi ile diri diri gömerlerdi. Hatta bu zulümden çoğu zaman anneler de nasibini alır, kız çocuk dünyaya getirdikleri için zalimce cezalandırılır ve öldürülürlerdi. O kadar ileri gitmişlerdi ki ölen çocuk ve anneden dolayı hiç üzülmezler hatta kahramanlık naraları atarak insanlar arasında böbürlenirlerdi. Bütün Mekke’de binlerce masum çocuk ve anne, gerek gömülerek, gerek yakılarak, gerek kafaları taşlarla ezilerek öldürülürdü. Bu işlerini de meşhur Ebû Kubeys dağında görürlerdi. Kimi zaman tepesinden aşağı atarlar, kimi zaman da hunharca öldürüp oraya gömerlerdi. Çoğu zaman da diri diri gömmek suretiyle kendilerini güya kötü talihten kurtarırlardı. Bu sebeple derler ki; Ebû Kubeys dağı karış karış masum çocuk ve annenin mezarlarıyla doludur. Hiçbir karışı yoktur ki üzerinde bir masumun kanı ve bir annenin âhu feryadı olmasın…
İşte böyle bir ortamda, sayıları çok az da olsa bazı muvahhidler, Allah’a yakarıyorlar ve insanların bu zulümlerinden dolayı yürekleri tabiri caizse kan ağlıyordu. Gün geçmezdi ki Mekke sokaklarında bir vahşete şahit olunmasın ve bir çocuk feryadı duyulmasın.
İşte bu buhranlı zamanlarda Allah Teâlâ’ya samimi olarak inananlardan bir tanesi de Varaka b. Nevfel idi. Efendimiz (s.a.v.)’in geleceğini ve âlemi aydınlatacağını, Varaka daha Efendimiz (a.s) zuhur etmeden önce biliyordu. Tabiri caizse O’na iman eden ve bekleyenlerdendi. Genç, uzun boylu bir delikanlı idi. O zamanın şartlarda elinden geldiğince insanlara doğruyu anlatmaya ve hidayeti tanıtmaya çalışırdı. İnsanlara İncil ve Tevrat’ı okur ve sürekli ’ O Ahmed gelecek ve karanlık O’nunla dağılacak…’ derdi. Gözün gördüğü her yerde şirk ve sapıklıkla dolmuş bu topraklarda bir nevi bir hasretti bu… Susamışçasına suya koşmaktı… Daralmış ve artık son kerteye kadar sıkışmış bir garibin feryadı, boğazına bir şeyler düğümlenmiş bir insanın hıçkırıklarıydı sanki… Bu şekilde yıllarca anlattı Varaka… Bıkmadan usanmadan eline geçen her fırsatta uyarılarda bulundu.
İşte Varaka’nın sürekli Hakkı tavsiye ettiği ailelerden biri de Hz. Hatice annemizin babası Huveylid b. Esed ve annesi Fatıma bint-i Zaide idi. Birbirlerini çok severlerdi. Huveylid Mekke’nin soylu ailelerinden idi. Beyaz tenli uzun boylu ve vakarlı bir zattı. Mekke’de herkes tarafından cesareti ile bilinirdi. Nesep bakımından da Kureyş kabilesindendi. (Nesebi: Huveylid b. Esed b. Abdilüzza b. Kusay el-Kureyşidir.) Fatıma da yine Mekke’nin tanınan ve soylu ailelerindendi. Güzelliği, iffeti ve zekâsı çok meşhur idi. Saf ve temiz kalpli bir kişiliğe sahip olup iyilik etmeyi çok severdi. Onun soyu da anne tarafından Efendimiz (a.s)’e akraba idiler. Bir bakıma Rabbimiz Teâlâ Efendimiz (a.s)’i tertemiz bir soydan halk ettiği gibi, O’na en sevgili olacak eşini de temiz bir soydan halk edecekti.
Bu soylu aile Varaka bin Nevfel ile yakın akraba olmaları hasebiyle değişik sebeplerden dolayı sık sık bir araya gelirlerdi. Bu buluşmalarda da Varaka konuyu mutlaka puta tapma sapkınlığına ve Tevhid inancına getirirdi. Sürekli zuhur edecek olan bir elçinin gününün yaklaştığından bahsederdi. Ona hazır olmaları gerektiğini telkin ederdi. Yeni evli olan ve sık sık Kâbe de putlara tazimlerini bildiren bu genç çift de (Huveylid ve Fatıma) artık yavaş yavaş putlardan soğumuşlardı. Öyle ya bunca vahşeti engellemeyen bir ilah olamazdı. Özellikle Fatıma bu hususta içten içe iyice putlardan nefret etmişti. Çünkü yeni evlilerdi ve eğer bir kız çocuğu dünyaya getirecek olursa sonucunda ne olur diye kara kara düşünmek içini parçalıyordu. Her ne zaman düşünse de putlara lanet okur ve Allah’a âlemleri aydınlatacak elçisini göndermesi için dua ederdi. Kocası Huveylid de bu konuyu fazla açmaz ve sürekli ’aslan gibi bir oğlum olacak…’ gibi sözlerle Fatıma’yı tedirgin ederdi. Huveylid’in kız çocuk hususunda bir tepkisi yoktu belki de ama eşi Fatıma’nın yüreğine su serpecek bir ipucu da vermiyordu. Fatıma bütün bu duygularla günlerini geçirirken bir gün rüyasında göğsünden bir ipin çıkıp güneşe kadar uzandığını ve güneşe sımsıkı bağlandığını gördü ve bu ipi bir türlü de koparamıyordu. Kan ter içinde rüyanın tesiriyle de uyandı. Belli bir süre sonra da dayanamayıp rüyasını Varaka’ya anlattı. Varaka b. Nevfel de kendisinin bir kız çocuğunun olacağını ve Salihalardan olacağını haber verdi. Haber güzeldi ama Fatıma’nın aklını başından almıştı. Huveylid’in nasıl bir tepki vereceğini bilmiyordu. Eğer kız doğarsa diğer erkekler gibi çocuğunu öldürebilirdi. Bu düşünceler sonunda da Huveylid’e çocuk doğana kadar rüyadan haber vermeme kararı aldı. Günler boyu dua ve niyazla Huveylid için dua eder oldu. Aslında Huveylid iyi bir insandı. Çoğu işte soylu olmasının gerektiği gibi hareket ederdi. Ama yine de Fatıma, Huveylid’in bunu nasıl karşılayacağını bilemiyordu. Çünkü o zaman kız çocuğunu diri diri gömmek ayıp bile sayılmıyor normal işmiş gibi algılanıyordu. Ara sıra konuyu açar gibi olsa da Huveylid’den istediği cevabı alamıyordu. Artık yapacak bir şey yoktu. Eğer Varaka doğru söylüyorsa bekleyip görmekten başka çaresi de kalmamıştı. Rabbi’ne dua edip bekleyecekti. O da öyle yaptı…
Hz. Hatice (r.anha) - 1.bölüm
Özlenen Rehber Dergisi 138. Sayı
Henüz hiç kimse yorum yazmadı.