Allah’ın yarattığı kainatta çok küçük bir yere sahip olan dünya, hakikaten sıkıntılı günlerden geçmektedir. Bunun da sebebi yeryüzünün halifesi olmaya namzet insanoğlunun eliyle gerçekleşmektedir. İnsanlar birbirlerine neden eziyet ediyorlar, birbirlerini acımasızca neden öldürüyorlar diyorsanız, o da, bu bilginin cahili olmalarından dolayıdır. Malûmdur ki, Kur’ân-ı Kerîm, değil insan öldürmeyi veya ona zulüm yapmayı, zulme en ufak bir meyil ve rıza göstermeyi bile şiddetle yasaklamaktadır. Fakat günümüzde Müslümanlar açısından bu emrin tam tersi bir tablo söz konusudur. Bu da Müslümanların geçmişlerinden kopuk bir şekilde yaşamalarından kaynaklanmaktadır. Zira tarihte İslam’ın sancağı Müslümanlar tarafından dünyanın dört bir yanında dalgalandırılmıştır. Müslümanlar bu zafer ve fetihlere, yöneticilerine isyan ederek veya kendi halkını öldürerek ulaşmamışlardır. Yaşadıkları topraklara huzur, barış ve selamet getirerek muvaffak olmuşlardır. Bu makalede Müslümanların halife ve yönetici seçimlerini, zalim hükümdarlar karşısındaki tutumlarını kısaca özetleyerek, ’Günümüz insanı bu anlayışların neresindedir?’ bunu takdir etmeyi de size bırakıyorum.
Tarihî olarak bakıldığında Müslümanların başına farklı nitelikteki insanların geldiği görülmektedir. Rasûlullah (s.a.v.)’in vefatının ardından Beni Saide sakifesinde toplanan ensar ve muhacirler uzun ve tartışmalı görüşmelerden sonra Hz. Ebû Bekir (r.a.)’ı halife seçmiş, sahabe gruplar halinde mescide gelerek ona biat etmiş ve müslümanlar kendisini Rasûlullah (s.a.v)’in halifesi olarak nitelemiştir. İki yıllık hilafetten sonra (632-634) Hz. Ebû Bekir (r.a.) rahatsızlanır ve ashabın ileri gelenleriyle görüşerek yerine Hz. Ömer (r.a.)’ı tensip eder, ashab da buna uyarak Hz. Ömer (r.a.)’a biat ederler. Hz. Ömer (r.a.) halifeliğinin ilk yılllarında Rasûlullah’ın halifesinin halifesi, daha sonra da mü’minlerin emirî şeklinde anılmaya başlanır. On yıl kadar (634-644) hilafet görevinde bulunan Hz. Ömer (r.a.) hançerlendiğinde halife seçimini altı kişilik şûraya havale eder, onlar da kendi aralarında görüşerek Hz. Osman (r.a.)’ı hilafete getirirler. Onun hilafetinin ikinci yarısında başlayan ve şehit olmasına (656) kadar devam eden iç karışıklıklar Hz. Ali (r.a.)’ın hilafete getirilmesiyle son bulmaz, Cemel ve Sıffîn’de çok acı olaylar yaşanır. 661 yılında İbn Mülcem denilen bir Haricî tarafından şehid edilen Hz. Ali (r.a.)’ın yerine oğlu Hz. Hasan (r.a.) altı ay kadar hilafet makamında bulunur, daha sonra hakkından feragat ederek Şam valisi Hz. Muaviye (r.a.) ile sulh akdeder ve Hz. Muaviye ümmetin idareciliğini üstlenir. Bu suretle de Rasûlullah (s.a.v.)’in hadisin de işaret ettiği hilafet dönemi (632-661) tamamlanmış ve saltanat dönemi başlamıştır. Aradan geçen on dört asır boyunca Emeviler, Abbasiler, Selçuklular, Safeviler, Osmanlılar ve muhtelif bölgelerde birçok hanedanlar kurulmuş, özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yaygınlaşan ulus-devlet anlayışıyla Müslümanların yaşadığı coğrafyalarda çok sayıda devletler kurulmuştur.
Özellikle Hz. Osman (r.a.)’ın hilafetinin ikinci altı yıllık döneminde baş gösteren siyasi ihtilaflar başka faktörlerin de etkisiyle zamanla siyasi mezheplerin doğmasına yol açmıştır. Başlangıçta bazı somut motifler üzerinde duran siyasi mezhepler yönetimle ilgili anlayışlarını zamanla sistemleştirmiş, dahası itikadî ve amelî konularda da görüşler ileri sürmüşlerdir. Tarih boyunca hem sayı, hem de İslam kaynaklarıyla ilişkileri bakımından ana gövdeyi oluşturan Ehl-i Sünnet de bir taraftan siyasi yönelişlerle ilgili metot ve prensipler vazederken, bir taraftan da siyasi eksenli İslam mezheplerinin siyaset anlayışı ve genel din anlayışlarını değerlendirmeye tâbi tutmuştur.
Ehl-i Sünnet anlayışına göre hilafet yahut imamet, dinin itikadî değil, fıkhî yönüyle ilgilidir. Bu bakımdan devlet yönetimiyle ilgili hususlar akaid ve kelam kitaplarında değil, fıkıh kaynaklarında ele alınmaktadır. Ehl-i Sünnet’e göre ümmetin başına idareci belirlemek Allah’a değil, ümmete gereklidir. Ümmet, Kur’ân ve sünnetin genel prensipleri doğrultusunda yönetici tayin eder. Nitekim Rasûlullah (s.a.v.)’den sonra ümmet, Hz. Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Ali’yi (r.anhum) halife seçmiş, daha sonra ise meliklik dönemi başlamıştır. Ümmet tarafından seçilen ve masumiyet gibi hiçbir ilahî özelliği olmayan idareci başta adalet ve şûra olmak üzere İslam’ın genel prensipleri içerisinde görev yapar. Bu görevler Müslüman halkla ilgili dinî hükümlerin infazı, cezaların uygulanması, düşmanlara karşı ülke sınırlarının korunması, ordu teşkil edilmesi, zekat ve vergi toplanması gibi malî düzenlemelerin yapılması, zorbalık ve soygunculuğun engellenmesi, insanlar arasındaki ihtilafların çözülmesi vb. toplumsal hayatla ilgili görevlerdir. Ayrıca yöneticilerde (Şia’nın öngördüğü şartlardan olan) zamanının en faziletlisi olması ve ismet sıfatlarının bulunması sözkonusu değildir.
Ehl-i Sünnet âlimleri, devlet reislerinin adâletli, idarî, siyasî ve askerî işlerden iyi anlayan iktidar sahibi, dirayetli kimselerden seçilmesi lüzumu üzerinde ittifak etmişlerdir. Bu şekilde seçilerek başa geçen devlet reislerine itaat, cumhur ulemaya göre vâcibtir. Ancak, yine Ehl-i Sünnet âlimleri, zorlama ve baskı kullanarak zorla iktidara gelmiş olan devlet reislerine de, layık olup olmama durumuna bakmaksınız itaatı gerekli görmüşlerdir. Çünkü devlet otoritesine yapılan isyan, büyük bir fitne ve şerre yol açar. Malûmdur ki, isyan ile ortaya çıkan parçalanma, kargaşa ve anarşinin kapısını kapamak fevkalâde zordur. Hatta bazen bu kargaşa, milletlerin ve devletlerin hayatına bile mâl olabilmektedir.
Rasûlullah (s.a.v.), mü’minlerin huzur ve sükûnuna, birlik ve beraberliğine büyük ehemmiyet vermiş, umumî asayişin bozulmaması için devlet idarecilerinden gelebilecek zulüm ve baskılara karşı ümmetine isyan etmeyip tahammül göstermelerini tavsiye etmiştir. Hz. Huzeyfe (r.a.)’dan nakledildiğine göre: ’Benden sonra benim doğru yolumdan gitmeyen ve benim sünnetimle amel etmeyen hükümdarlar olacaktır.
— Ben buna yetişirsem ne yapayım, Yâ Rasûlallah? diye sordum.
— Dinler ve itaat edersin. Sırtın dövülse ve malın alınsa bile yine dinle ve itaat et, diye buyurdular.’
Rasûlullah (s.a.v.)’in ümmetine, yöneticilerden gelecek haksızlık ve zararlara sabırla mukabele tavsiyesi, onları zulme boyun eğmeye davet değil; bilakis isyan yoluyla, devlet ve millet bütünlüğünü zedeleyecek daha büyük zulüm ve zararlardan kaçındırmak hikmetine mebnidir. Bu bakımdan Efendimiz (s.a.v.)’in zalim idarecilere itaat emrini, zulme razı olmak mânâsında düşünmek abestir. Bu emir, zulmün def’ine çalışmaya mani de telâkki edilmemelidir. Zira, Allah’ın izniyle itaat içinde de zulmü giderecek çeşitli imkân ve fırsatlar, uygun şartlar, meşrû yollar bulunabilir. Ancak bütün çabalara rağmen, zulmü gidermeye itaat içinde meşrû bir çare bulunamazsa, cüz’i ve şahsî hukukunu umumun selâmetine, âmmenin menfaatine feda etmek idrak sahibi, muhakemeli bir Müslümandan beklenen olgun bir davranıştır.
Üzerinde yaşadığı vatanın bütünlüğünün muhafazası, namus ve iffetin korunması, mal ve canın emniyeti devletin varlığı ve devamına bağlı olduğu için, Efendimiz (s.a.v.)’in, idarecilere itaat üzerinde başka rivayetlerde de ısrarla durduğu görülmektedir. O (s.a.v.), Müslümanları her türlü isyan ve bozgunculuktan, bölücülük ve ayrılıklardan şiddetle menetmiştir. İslam tarihinde gelmiş geçmiş bütün müctehidler, müceddidler, fıkıh uleması ve diğer İslâm âlimleri, zalim idarecilere itaat etmemekle isyan etmeyi birbirinden tamamen ayrı mütalâa etmişlerdir. Zira İslam uleması, Allah’ın emrine muhalif durumlarda hiç kimseye itaat etmemişlerdir. Bununla beraber kat’iyyen isyana teşebbüs yahut teşvik de etmemişlerdir. Bilakis mü’minleri isyandan men etmek hususunda gayret ve himmetlerini esirgememişler ve bu vadide bütün Müslümanlara, halleriyle, örnek olmuşlardır. Ne yazıkk ki, itaattaki hikmet ve maslahatı kavrayamadığından dolayı isyan eden pek çok topluluk ve milletler, Cenâb-ı Hakk’ın en büyük ihsanlarından biri olan devlet nimetini ellerinden kaçırmışlar, birlik ve bütünlüklerini muhafaza edememişlerdir. Bunun tarihte pek çok misâlleri olduğu gibi içinde yaşadığımız yüzyılda da örnekleri görülmektedir.
İslam’da Allah için cihat, isyan ve çapulculuk yaparak toplumda terör havası oluşturmak demek değildir. Ehl-i sünnet’e göre cihad, vatanını tehdit eden ve bununla yetinmeyip saldıran kâfirlere karşı, devlet olarak savaşmak demektir. Korsan gösteriler yapmak, cihat diye bağırmakla cihad olmaz, böyle hareketlerin sonucunda ancak fitne ve çapulculuk doğar. Bu da en başta İslâm’ın doğru anlaşılmasına engel olur.
Zalim yöneticilere karşı nasıl mücadele verileceğine dair İslam Tarihi’nde pek çok misale rastlamak mümkündür. Onlardan bir kaç tanesini sizlerle paylaşarak konuyu bağlamak istiyorum. Abbasi halifelerinden Ebû Cafer Mansur’un adamları, İmam-ı Âzam hazretlerine kâdı-l-kudat (günümüzde Yargıtay başkanlığı) makamını teklif ettiler. O da: ’Ben kadılık yapamam’ buyurdu. ’Yalan söylüyorsun’ dediler. ’Eğer yalan söylüyorsam, yalancıdan kadı olmaz. Doğru söylüyorsam kadılık yapamam diyorum’ buyurdu. Çok takva ehli olup, dünya makamına kıymet vermediği için kabul etmedi. Zindana atıldı. Kamçı ile dövüldü. Her gün on kamçı arttırıldı. Kamçı sayısı yüz olduğu gün şehit oldu. (Rahmetullahi aleyh)
Bağdat’ta Mutezile fırkası mensupları, ’Kur’an mahlûktur’ tarzında yanlış inançlarına Abbasi halifesi Memun’u da inandırdılar. Bunu kabul etmesi için, Ahmed b. Hanbel hazretlerini de zorlayıp, Memun vasıtasıyla bu hususta baskı ve işkence yaptırıp 28 ay hapsettiler. Bütün işkencelere rağmen Ahmed b. Hanbel: ’Kur’ân-ı KerÎm, mahlûk değildir’ dedi.
Hindistan’da bidat ehli bazı kişiler, İmam-ı Rabbani hazretleri için: ’O, kendini Ebû Bekir’den de üstün biliyor’ diye iftira ederek sultana şikayet ettiler. Ekber Şahın oğlu Selim Cihangir Şah da, onu hapsettirdi. İki sene sonra pişman olup özür diledi. Görüldüğü gibi bunların zerre kadar isyanla alakası yoktur.
Şayet Müslümanların başında zalim bir yönetici varsa Müslümanlar ihtilal yapmaz, ama zulme, haksızlığa da teslim olmazlar. Meşru yollardan haklarını ararlar. Kuvvete karşı gelmek, devlete karşı isyan etmek kendini ve yaşadığı toplumu tehlikeye atmak olur. Müslümanların kendi din kardeşlerini öldürmelerini Rasûlullah (s.a.v.) küfür olarak vasıflandırmaktadır. Kur’an’da ise: ’Kim bir mü’mini kasten öldürürse, cezası, içinde ebediyyen kalacağı cehennemdir’ buyurarak bu işe son noktayı koymuştur.
Fitne ve fücurun, isyan ve kıtalin başgösterdiği zaman ne yapılmasını gerektiğini Efendimiz (s.a.v.), bize on dört asır öncesinde tebliğ etmiştir. Şayet dinleyip itaat edersek hem dünyada hem de ahirette selamete ereriz.
Ebû Davud’un Sünen’in de nakledilen bir hadiste Rasûlullah (s.a.v.): ’Kıyamet yaklaştıkça, fitneler çoğalır. Gece başlarken karanlığın artması gibi olur. Sabah evinden mümin olarak çıkan çok kimse, akşam kâfir olarak döner. Akşam müminken, gece imanları gider. Böyle zamanlarda, eve kapanmak fitneye karışmaktan iyidir. Kenarda kalan, ileri atılandan iyidir. O gün oklarınızı kırın, silahlarınızı bırakın! Herkesi tatlı dille, güler yüzle karşılayın!’
İsyan ve Meşrû Müdafaa Arasındaki Müslümanlar,
Özlenen Rehber Dergisi 116. Sayı
Henüz hiç kimse yorum yazmadı.