İnsanoğlu var olduğundan beri sürekli mücadelenin içerisinde yer almıştır. Hz. Âdem’in (a.s.) oğulları Habil ve Kabil ile başlayan mücadele Kabil’in Habil’i öldürmesi ve yeryüzünde ilk kanı akılması ile de artarak devam etmiştir. Bu mücadeleler yıllar boyu çeşitli amaçlar ve adlar altında sürüp gitmiştir. Dini, sosyal, ekonomik ve bir sürü nedenler insanları hep karşılıklı savaşların içerisine sokmuştur. Bu savaşlarda bir kazanan ve bir de kaybeden olmakla beraber, bir zalim ve binlerce mazlumu da ortaya çıkarmıştır. Hak davası gütmeyen devlet adamları veya komutanlar genelde hüküm sürdükleri dönemlerde, saltanatlarını koruma adına, zulümle muamele etmişler ve geride yüzlerini dahi görmedikleri binlerce mazlumu bırakmışlardır.
Asya, Avrupa ve Afrika tarihte eski kıtalar olarak bilinir ve insanlığın mücadelesinin büyük bir kısmı bu kıtalarda geçmiştir. Öyle ki zaman içerisinde bu kıtalara sığamadığını düşünen insanlık yeni arayışlara girmiş ve beraberinde Coğrafi Keşifleri gerçekleştirerek Amerika ve Avustralya kıtalarını bulmuştur. Bugün ise dünyaya sığmaz bir halde büyük katliamlar gerçekleştirmekte hatta uzayda başka yaşanabilir yerlerin olup olmadığının araştırmasını yapmaktadır.
Hz. Âdem (a.s.) Allah’u Teâlâ tarafından yeryüzüne indirildiği zaman, yeni yaşayacağı mekanında varlığını devam ettirebilmesi için kendisine her türlü ilim verilmişti. Ancak daha sonra ona tabi olmayan evlatları ondan uzaklaşarak varlıklarını devam ettirmek isteyince, bir sürü bilgiden ve yaşam kolaylığından mahrum kaldılar. Varlıklarını devam ettirebilmek için de genelde deneme yanılma yolunu takip ettiler. Tabi bu durum onlarda zaman, güç ve hayat kaybına neden oldu. Hayatı öğrenenlerle hayatı öğrenmeye çalışanlar arasında mücadeleler yaşandı.
İnsan için en önemli hayat kaynağı sudur. Bu nedenle insanlığın ilk yerleşimleri ırmak kenarlarında olmuştur. Burada tarımsal faaliyetler gerçekleşmiş, medeniyetler kurulmuş, önemli merkezler oluşturulmuştur. Dicle ve Fırat nehirlerinin arasında kalan Mezopotamya, Mısır’da Nil, Anadolu ve Akdeniz havzası insanoğlunun tercih ettiği ve yoğunlaştığı bölgeler olmuştur.
Coğrafi Keşifler ve beraberinde gelen sanayi inkılâbından önce su ve toprak en önemli tercih sebebi olmuş, insanlar sulak ve verimli topraklarda yaşamak için sürekli savaşlar ve mücadeleler yapmıştır. Sanayi inkılâbından sonra ise artan hammadde ve Pazar ihtiyacı özellikle Avrupalı devletleri sömürgecilik anlayışına itmiştir. İşin özü Anadolu ve Ortadoğu gerek Sanayi İnkılâbından önce sulak ve verimli topraklara sahip olmasından, gerekse sanayi inkılabından sonra önemli yeraltı kaynaklarının olmasından dolayı sürekli mücadelenin ve savaşların merkezi olmuş. Bunun sonucunda birileri kazanan veya kaybeden konumunda iken, hep bir mazlum topluluğum da varlığını sürdürmüştür. Zenginliğin ve zenginliğe sahip olmanın bedeli bazen tahmin edilenden ağır olmuştur.
Zenginliklerini ve varlıklarını baskı ve zulümlerle sürdüren krallar, hükümdarlar, beyler, derebeyler -vs. adı ne olursa olsun, kısa tanım olarak- zalim hükümdarların zulümleri, onlara tabi olan halklara karşı zirveye çıktığı anda, Hz. Allah (c.c.) Peygamberlerini göndermiştir. Hz. Âdem (a.s.) ile başlayıp Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.) ile son bulan Peygamberler kuşağı, hep bu zalimlerle uğraşmak ve onlara adaleti öğretmekle ömürlerini tamamlamışlardır. Bu nedenledir ki Peygamberler insanlık içerisinde en çok zulme, eziyete ve sıkıntılara uğrayanlar olmuşlardır.
Tarım ile uğraşan ve ileri mesafeler kat eden insanlar yaşadıkları çileler neticesinde zamanla ticarete yöneldiler ve tarihte iki büyük ticaret yolunu kurdular. Bu yollardan birisi; Çin’in en uç noktasından başlayıp Anadolu’nun çeşitli yerlerinden geçerek İstanbul’da birleşen ve oradan da Avrupa’nın içlerine giden İpek Yoluydu. Bu yol boyunca, yükleri taşıyan kervanlar sadece ticaretin gelişmesini değil, Asya ile Avrupa arasında günümüzde de izleri görülen kültür alışverişini de sağlamıştır. Diğeri ise, Hindistan’dan başlayarak İran Körfezi ve Irak üzerinden Suriye Limanlarına veya Kızıldeniz yoluyla Süveyş ve Akabe’ye, oradan da kara yoluyla İskenderiye’ye ulaşan Baharat yoludur. Bu yola ’Buhur yolu’ da denir. Bu yol Hadramut şehrinin Baharat ormanlarında başlar, Sibve nehrini geçer, Katban’dan Moarab ve Main’e vararak oradan Kızıldeniz’e paralel Neptilerin başşehri olan Petra’ya ve aynı zamanda Mekke’ye varırdı. Burada üç kola ayrılırdı: 1.Filistin ve Finike limanlarına Sayda ve Şam şehirlerine; 2. Beynü’l-Nehreyn’den Ninova’ya; 3.’de Sina yarımadasından Mısır’a ulaşırdı. Bu, kervanların geçtiği en eski yollardan birisidir. Uzak Doğu ile yapılan ticaret, Venedik ve Mısırlıların elinde bulunuyordu. Bu devletler, diğer devletlerin Baharat Yolu’ndan faydalanmasını engellemeye çalışmışlardı. Büyük krallıklar ve imparatorluklar bu yollara hakim olabilmek için sürekli mücadele etmek ve ordularını zinde tutmak zorunda idiler. Bütün bunlardan da anlaşılacağı üzere üzerinde yaşadığımız coğrafya ve şuan tamamı müslüman nüfusun yaşadığı Ortadoğu, kuzey Afrika sürekli mücadelelerin yaşandığı alanlar olmuştur. Burada güçlü devletlerin kurulduğu dönemlerde imar ve iskân çalışmaları yoğunlaşmış, günümüze kadar uzanan önemli yapıtlar kurulmuştur.
Hıristiyanlar Hz. İsa’nın (a.s.) doğumunu milat kabul etseler de esas Milat İslamiyet’in ortaya çıkması iledir. Çünkü güçlünün zayıfı sindirdiği, kendi koyduğu keyfi hükümlerle insanları istedikleri şekilde yönetmeye kalkanlar, İslam Dininin ’Hak geldi; bâtıl yıkılıp gitti. Zaten bâtıl yıkılmaya mahkûmdur.’ (İsrâ sûresi, 17/81) hükmü ilâhisi ile karşı karşıya kalmışlardır. Peygamber Efendimiz (s.a.s.) ile başlayan ve daha sonra Hulefa-i Raşidîn’le devam eden ’Hakk’ı batıldan üstün tutma’ mücadelesi, zalimleri yeni arayışlara itmiş ve İslam Dinine karşı başka dinleri ve o dinlerin mensuplarını kışkırtmaya başlamışlardır. Bundan sonra mücadelelerin boyutu değişmiş, tarım alanları için, ticaret yolları için savaşan insanlar bu sefer din adına savaşmaya başlamışlardır. İslamiyet’i durdurmak ve kendi dinlerini hâkim kılmak isteyen birçok kral aslında, ’dinim’ diye savunduğu dininden habersiz, sırf insanları kullanma adına din temsilcisi gibi görünmeye başlamıştır.
İslamiyet’ten önce Anadolu’da; Hititler, Frigler, İyonlar, Urartular, Persler, Makedonyalılar, Romalılar ve Bizanslılar devlet kurmuşlar ve uygarlıklar oluşturmuşlardır. Mısır’da Firavunlar güçlü krallıklar kurmuşlardır. Sümerler, Akadlar, Babilliler ve Asurlular Mezopotamya bölgesinde kurulan önemli uygarlıklardır. Bu devletlerin genelinde ortak nokta çok tanrılı dinlere inanmaları ve hatta çoğunda krallarının ya yarı tanrı olmaları veya başrahip olmalarıdır. Bundan amaç insanların dini inançlarını kontrol altına almak, din etkisi ile insanları baskı altında tutmak, ülke içerisinde din adamı zümresi oluşumunu engelleyerek ikinci bir kuvvetin ortaya çıkmasını engellemektir. Lise ders kitaplarında İslamiyet’ten önce Asya, Avrupa ve Arabistan’ın genel durumu başlığı altında bu konulardan kısaca bahsedilir.
Arabistan Yarımadası:
Arap Yarımadası Sâmi ırkının anavatanıdır. Arabistan yarımadasının batısında yer alan Mekke, Medine ve Taif şehirlerinin bulunduğu bölgeye Hicaz adı verilir. Arap yarımadasında Peygamber Efendimiz’den (s.a.s.) önce siyasi bir birlikten söz edilemez. Yarımadada İslamiyetten önce kurulan başlıca devletler, Main Devleti, Seba Devleti, Himyeri Devleti, Nebat Devleti, Tedmür Devleti, Zahmi Devleti, Gassani Devletidir.
Peygamber Efendimiz (s.a.s.) 610 Yılında peygamberliğini Mekke’de ilan etti ancak Mekkeli müşriklerin baskı, zülüm ve eziyetleri neticesinde 622 yılında Cenâb-ı Hakk’ın emri üzerine Medine’ye Hicret etti. Bu olay İslamiyet için yeni bir sayfanın ve büyük bir oluşumun başlangıcı oldu. Çünkü burada Peygamber Efendimiz’in (s.a.s.) etrafında organize olan Müslümanlar İslam Devleti’nin temellerini atmış oldular. 630 yılında Mekke’nin fethi ile de bu organizasyon zirveye çıkmış oldu. Efendimiz (s.a.s.) 632 yılında vefat ettiğinde Arabistan Yarımadası’nın tamamı İslam’la şereflenmiş durumda idi.
Peygamber Efendimiz (s.a.s.) zamanında Ortadoğu istikametine yapılan en önemli faaliyet Tebük Seferi olmuştur. Sıcak, kuraklık, kıtlık, uzaklık ve güçlü düşman unsurları bu seferi "güç ve zor bir sefer" haline getirmişti. Bu yüzden seferin rastladığı zamana Kur’ân-ı Kerim’de "Sâatü’l-usre" (güçlük zamanı) denilmiş, bu sefere de Kur’an dilinden alınarak "Gazvetü’l-usre (zorluk gazâsı)" adı verilmiştir. Hz. Peygamber’in (s.a.s.) Hicretin dokuzuncu yılında, Şam’da toplanan kırk bin kişilik Bizans ordusuna karşı çarpışmak üzere Medine’den Tebük’e kadar sevk ettiği en son ve en güçlü askerî harekettir. Tebük Arap yarımadasının kuzeyinde Medine ile Şam’ın ortasında bir yerin adıdır. Suyu ve hurmalığı olan bir yerdir. Bu savaş yolculuğunun son ucu burası olduğu için "Tebük Gazası" adı ile anılmıştır. Bu seferde savaş olmamış fakat en güçlü bir İslâm ordusu teçhiz edilmiş, böylece askerî ve siyasî açıdan önemli bir zafer kazanılmıştır. Ancak Ortadoğu’nun İslam Devletine dahil olması Hulafa-i Raşidîn dönemlerinde gerçekleşecektir.
İnşaallah bir sonraki yazımızda bunları paylaşırız.
Anadolu ve Ortadoğu Tarihine Kısa Bir Bakış...
Özlenen Rehber Dergisi 102. Sayı
Henüz hiç kimse yorum yazmadı.