Özlenen Rehber Dergisi

101.Sayı

Hatırât ; Bir Umre ve Yaşanılanlar

Mustafa ŞENTÜRK Özlenen Rehber Dergisi 101. Sayı
Mekke’ye Doğru..
23 Haziran Perşembe günü geceyi değişik mekânlarda ve şehirlerde geçiren kardeşlerle Ankara Esenboğa Havalimanında ihrama girdik. Etrafta, bedenleriyle banklarda oturan, dünyaya kapattıkları gözleriyle ötelerde dolaşan derin müminler var. Eşya, tabii halinden çok daha farklı görünüyor. Ona (s.a.s.) ve Kâbe’ye kavuşmanın heyecanı, kilometrelerce öteden beşer telakkisini etkisi altına almış. Sabah namazlarını havalimanı mescidinde kılarak günün ilk ışıklarıyla birlikte Cidde Havalimanına doğru yola çıktık.
Sabah saat 9:00 sularında Cidde Havaalanına indik. Pasaport işlemleri, eşyaların bagajdan alınıp otobüslere yerleştirilmesi derken Mekke’ye doğru yola çıkılması saat 11:00 i buldu. Cidde’deyiz. Cidde, Batı’nın modern şehir telakkisinin dev bir beton yığını haline dönüştürdüğü devasa bir kent. Mekke’ye maddede yakın olmasına rağmen manada uzak bir şehir. İskeleti itibariyle İstanbul’dan ötedeki şehirlerden pek de farkı yok.
Rahat bir yolculuktan sonra öğle namazı vaktinde Mekke Dallah Ejyad Hotel’inin önüne indik. Öğle namazlarımızı kılıp Umrelerimizi yapmak üzere Mescid-i Haram’ın önüne geldik. Oradan içeriye girdik. Kâbe’nin zuhuruyla herkes hususi dünyasına çekilip bir müddet ’müstecap dualar’la meşgul oldu. Ardından Umre tavafını yapmak için metafa indik. ’Haceru’l-esved’e istilam edip tavafa başladık.
Muazzam Kâbe’nin etrafındayız ve dönüyoruz. Her dönüş, bizi aynı noktaya taşıyor. İnsan, döndükçe günahlardan arındığını hissediyor. Tavaf bitince ’Makam-ı İbrahim’de iki rekât tavaf namazı kıldık. Ardından Allah Rasulü’nün (s.a.s.) ’ne için içilirse onu karşılar.’ dediği zemzemden içtik.
Umre sa’yini yapmak için Allah Teâla’nın nişanlarından biri olan Safa tepesine çıktık. Safa ile Merve arasında gidip-gelirken yeşil direkler arasında ’hervele’ yaptık.
Hervele yaparken zihinler, yavrusu İsmail’i İslam’a kazandırabilmek için mücadele veren Hacer validemizin gayretini anlamaya ve örnek almaya odaklanıyor. Ekinin, suyun, insanın olmadığı bir vadide tek başına ’İsmail’ yetiştirmenin mücadelesini veren peygamber eşi Hacer validemizi düşünüyorsunuz. Düşündükçe iman ve gayretinizin ne kadar sığ olduğunu anlıyorsunuz. Sa’ydan sonra tıraş olup ihramdan çıktık. Tavaf sonraları genellikle Altın Oluğun karşısındaki eski müezzinliğin altında oturur, etrafı seyre dalardık. Bir tarafta kesrette vahdeti simgeleyen Kâbe, diğer tarafta ise her dil ve renkten insan seli…
MEKKE’DE ZİYARET YERLERİ
Sevr

Mekke’deki ziyaret yerlerinden ilki Sevr Dağı idi. Sevr Allah Rasulü (s.a.s.) Efendimiz’in Medine’ye hicret ederlerken Hz. Ebubekir (r.a.) Efendimiz ile müşriklerden halvet edip istirahat buyurdukları ’la tahzen!’ âyet-i kerimesinin can bulduğu kutlu mekân. Gerek zamanımızın el vermemesi ve gerekse de umreci sayımızın çok oluşu gibi nedenlerle Sevr’e çıkamadık, eteklerinden baktık. Tabi bu olayın görünen ciheti idi çıkamamanın manadaki izleri ise ehline aşikâr durumda.
Hira
Sevr dağından sonra Hira Dağına gidiyoruz. Hira vahyin indiği, Nebi (s.a.s.)’ye yıllar boyunca kucak açan ulvi dağ. Sevrdeki zahiri sebeplerden ötürü Hira’ya da çıkamadık ama oraya çıkma uktesini İnşallah başka umrelere, haclara bırakarak... Kafileler halinde otobüslerle Hira’dan ayrılırken Allah Rasulü (s.a.s.) Efendimize yaklaşık on yıl boyunca üç dört günde bir Mekke’den Hira’ya yemek getiren eşsiz insan, vefa abidesi Hz. Hatice (r.anhâ) annemizi düşündük modern zamanların insanıyla mukayeseli olarak.
Arafat, Müzdelife, Mina
Daha sonra Haccın asli rükunlarından birisi olan Arafat vakfesinin yapıldığı Arafat Dağına gidiyoruz. Cebel-i Rahme etrafında duaların makbul olacağı mekânlardan sayıldığından dualar ediyoruz. Oradan otobüslerle Müzdelife ve şeytan taşlama mahallerini seyrediyor, oradan otele doğru yol alıyoruz.
Veda Tavafı
Pazartesi günü Medine’ye hareket edileceğinden kafile olarak büyüklerimizin önderliğinde kadın erkek çoluk çocuk veda tavafı yapıyoruz. Kâbe’yi bu umre dahilinde son defa tavaf ediyor olduğumuz gerçeğini bilmek yürekleri derin teessüre gark ediyor. Tavaf edenler her şavtta Hacerü’l-esved’e, Mültezem’e, Kâbe’nin kapısına, Hicr-i İsmail’e, Altınoluğa dönüp dönüp bakıyor. Kâbe’den ayrılma adına merdivenlere yönelip Osmanlıdan kalma revakların altından Kâbe’ye dönüp son kez bakmak işte duygu selinin en yoğun yaşandığı nokta olarak umrecilerin zihinlerine kazınıyor. Tekrar nasip etmesi için Hakka yöneltilen dualar eşliğinde Kâbe’den ayrılıyoruz.
MEDİNE’YE DOĞRU
Pazartesi günü öğle namazından sonra Peygamber şehri Medine’ye vasıl olabilmek için Mekke’den ayrıldık. Gidiyoruz. Yol boyu gördüğümüz her toprak parçası, üzerindeki sahabe izlerini anlatıyor. Bilal, Suheyb, Yasir, Ammar, Velid b. Velid, Ayyaş,..., (r.anhüm) ve İslam için canlarını feda eden büyük muzdariplerin hatıraları. Artık her saniye Medine’ye daha yakınız. Müminlerin bilinçaltında şu mana müstakar: ’O’nun (s.a.s.) ümmetlik liyakatinin en alçak ferdi olarak’ (Necip Fazıl Kısakürek, Çile, s. 14 Büyük Doğu yay. İstanbul) layık olmadığım halde O’na (s.a.s.) gidiyorum.
Yatsı namazı vakti Medine toprağına ayak bastık. Her şey en güzel. Çünkü O’nun (s.a.s.) şehrindeyiz.
Otobüslerle Medine’ye doğru ilerliyoruz. Yol boyu müşahede edilen her toprak parçasında ayrı bir mana görünüyor. Taşlara hiçbir kutsiyet atfetmemekle beraber şunu söylemek gerekir: Allah Rasulü’nü (s.a.s.) gören bu taşlar cemadatın en bahtiyarlarıdırlar.
Bir ara gözler yol kenarındaki kırmızıyı andırır bir rengi olan kaya parçalarına çakılıp kaldı. Zihinlerde ise kadim zamanlarda yaşayan müeddeb müminlerin Medine’ye girişleri mahyalaştı. Hatıralar, görme zaafiyeti yaşayan gözlerime nerede olduğu ve eşyayı nasıl okuması gerektiği noktasında ihtarda bulundu.
Kendimle mazideki O has müminleri kıyaslıyorum. Görüyorum ki manzara tozların dağlarla mukayesesine benziyor. İçindeki ’ben’i yok etme gayesiyle yollara düşen ’ben’, Medine’nin girişiyle Ravza arasındaki mesafeyi otobüsle kat ediyorum. Yaşadıkları şehirlerden Medine’ye kadar hayvanların sırtında ilerleyen yorgun müminler ise şehrin girişinden Ravza’ya kadar yaya yürürlerdi. (Fetavay-ı Hindiyye, Beyrut, 2000, I, 292 ) Onlar, Allah Rasulü’nün (s.a.s.) mübarek ayaklarıyla şereflenen Medine toprağını atlarının nallarına çiğnetmekten hayâ duyarlardı. Şu anekdot bu hakikatin binlerce şahidinden sadece birisidir: Medine’de İmam Malik’i ziyaret eden İmam Şafii kapıda Horasan (ya da Mısır) atları görür. İmam Şafii (rah.) hayatında onlardan daha güzellerine şahit olmamıştır. Kendini alamayıp İmam Malik’e ’ne kadar güzel atların var’ der. İmam Malik: ’Ey Ebu Abdullah! Al, atlar, sana hediyem olsun.’ diye mukabelede bulunur. İmam Şafii ’Binmek için kendinize bir tane bıraksanız ya…’ deyince, Malik (rah.): ’Allah Rasulü’nün (s.a.s.) içinde bulunduğu bir şehrin toprağını atımın tırnaklarına çiğnetmekten haya ederim.’ ( İmam Gazali, İhyau Ulumi’d-Din, cilt I, sayfa 48 Bedir yay. İstanbul ) diye karşılık verir.
Tekerlekler döndükçe yüreklerde O’na (s.a.s.) kavuşmanın iştiyakı daha da derinleşiyor. Ravza’ya yaklaştıkça dünyadan uzaklaşıyor, getirilen salât ve selâmın feyzini iliklerinizde hissediyorsunuz.
Sadece Allah Rasulü’nü (s.a.s.) ziyarete ayarlı yürekler Ravza’ya yaklaşan bastıkları her karış toprakta farklı bir heyecan yaşıyorlar. Salavatlar, dilden yüreğe doğru daha bir süratle iniyor. Görüş alanına giren Medine ağaçları O en sevgilinin gülleri gibi muhabbet kokuyor. Şair Nabi’nin Mufarrah Dağı üzerinden Kubbe-i Hadra’yı gördüğü an söylediği mısralar hâle tercüman oluyor:
Senin aşkının gamı ile kucaklaştım
Akıl, fikir ve şuurdan yabancılaştım. (Şair Nabi, Hicaz Seyahatnamesi, s. 152 Timaş yay. İstanbul, 1996.)
Ya da Âkif misali;
’Menaha’dan geçiyorduk, ikindi olmuştu.
Çıkınca karşıma cananımın yeşil yurdu.
Gözüm karardı, atıldım harim-i cazibine;

Yarıp cemaati, düştüm direklerin dibine. (Mehmed Akif Ersoy, Safahat, İstanbul, 1975, s.355)
Karşınızda Mescid-i Nebi… Bu mübarek mescidi mi, yoksa Allah Rasulü’nün (s.a.s.) Kabr-i Şerifi’ni mi ziyarete niyet edilmeli? Bu konuda ulema arasında farklı mütalaalar var. Fakat İbn Hümam (rah.), hem yaşanan vecd halini koruyabilmek, hem de ’Kim ziyaretten başka bir haceti olmaksızın bana gelirse kıyamet günü ona şefaat etmek üzerime hak olur.’ (İbn Hacer, Telhis, II/267) hadisine muhatap olabilmek için kişinin sadece Kabr-i Şerif’i ziyaret etmeye niyet etmesi gerekir demektedir. Niyet bu şekilde yapıldığında tazim Allah Rasulü’ne (s.a.s.) en üst perdeden arz edilmiş olur. (İbn Hümam, Fethul Kadir, III/168, Beyrut 2003)
Mescid-i Nebi’nin hemen yanı başındayız… Ne ki Mescit, ben de büyüğüm dercesine heybet arz eden betondan modern dağların kuşatması altında. Fakat müeddeb müminler onların hallerine aldırmaksızın aralarından seller gibi Ravza’ya akıyorlar. Manzara Nâbî’nin şu mısralarını terennüm ediyor:
Sakın terk-i edepden kû-yı mahbub-i Hudadır bu
Nazargah-ı İlâhîdir makam-ı Mustafa’dır bu
Müraa’at-ı edep şartıyla gir Nâbî bu dergâha
Metaf-ı kudsiyandır busegah-ı enbiyadır bu. (Nâbî, a.g.e., s. 154 )

Ravza’ya yaklaştıkça his yoğunluğu artıyor. Müminler salât ve selâmı bir an dahi dillerinden düşürmüyorlar. Allah Teâlâ’nın, Rasulü için hicret yurdu olarak seçtiği, vahyin geldiği, imanın doğduğu şehir Medine’de olduklarının bilinci içerisinde tevazu ve huşu ile Mescid’in muhtelif kapılarından içeriye giriyorlar. Ayak bastığınız yere Rasûlullah’ın (s.a.s.) ayaklarının değdiğini, izlerinizin O’nun izlerine tesadüf ettiğini düşünmeniz muazzam bir duygu…
Selâm Kapısından (Babu’s-selâm) Ravza’ya giren müminler direkt olarak Allah Rasulü’nün (s.a.s.) kabr-i şerifi ile minberi arasında yer alan ’Cennet Bahçesi’ne (Buharî, Fadlu’s-Salat-i fi Mescid-i Mekke ve’l-Medine, 1195) doğru ilerliyorlar. Umre zamanı olmasına rağmen yine de izdiham var. Kenarlarda bekleyenler sıra kendilerine gelince yeşil halılarla belirlenen bölgede ’tahiyyetü’l-mescid namazı’ kılıyorlar.
Sonra Müvacehe-i Şerif’e doğru ilerliyorsunuz. Yürüyüş, sanki kendiliğinden gerçekleşiyor. Müminler, bağlı oldukları tabii mecraya doğru akıyorlar. Fuzulî’nin ’Su Kasidesi’nde anlattığı manzara orada en tabii haliyle seyre açık. Namsız, nişansız, Mağrib’li, Yemenli, siyah, beyaz… yüz binlerce mü’min müeddeb bir halde ilerliyor.
Huzur’dayız… Yüzler Allah Rasulü’ne (s.a.s.) dönük. Kıble arkada kalıyor. Omuz omuza durduğunuz mü’minlerin hafakanlarını hissediyorsunuz. ’Kabr-i Şerif’e bir metrelik mesafede önüne bakan mü’minlerin zihinlerinde Onun (s.a.s.) hayali, belki de hakikati var. Orada Allah Rasulü’ne (s.a.s.) verilen selâmın bereketini yaşıyorsunuz. Efendimiz’in selâmlara icabet ettiğini bilmeniz, (Ahmed, Müsned, VI/9) hadiseyi tarifi imkansız bir boyuta taşıyor: ’Bir kimse bana selâm verince Allah ruhumu bana iade eder, selâmı alır, ona icabet ederim.’ (Ebu Davud, Menasik 100) Beyaz, siyah, Arap, Türk herkes orada lisanı haliyle kendini arz ediyor:
Es-selam ey Server-i evlad-ı Âdem es-selam
Es-selam ey Badi-i icad-ı âlem es-selam
Es-selam ey Gevher-i yekta-yı zat-ı akdesin
Ziver-i bala-yı tak arş-ı azam es-selam. (Nâbî, a.g.e., s. 158)

Huzur-u Nebi’de Utbî (rah.)’nin tanık olup naklettiği şu manzaraya muvafık nice haller var… el-Utbî naklediyor: ’Kabr-i Şerif’in yanında oturuyordum, bir bedevi geldi, kabre yönelip ’Es-selamu aleyke ya Rasûlallah! İşittim ki Allah Teâlâ şöyle diyor: ’Eğer müminler kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler de Allah’tan günahlarının bağışlanmasını dileseler ve Peygamber de onlara bağışlama dileseydi, elbette Allah’ı tövbeleri çok kabul edici ve çok merhametli bulacaklardı.’ (Nisâ, 4/64) ben de huzuruna, günahına istiğfar eden, Rabbine karşı, şefaatini bekleyen bir halde geldim.’ diye yalvarır.
Samimi duygularla Allah Rasûlü’nden (s.a.s.) şefaat talebinde bulunan bedevi şöyle bir şiir inşad eder:
Ey kemikleri bu vadiye defnedilenlerin en hayırlısı olan Rasûl!
Kemiklerinin kokusundan ova ve tepeler güzel olmuştur.
İçinde bulunduğun kabre canım fedadır.
İffet, cûd ve kerem o kabrin içinde metfundur.
Bedevinin haline tanıklık eden el-Utbî hemen orada uykuya dalar. Rüyada Allah Rasulü’nü (s.a.s.) görür. Efendimiz (s.a.s.) buyururlar ki: ’Utbî! Bedeviye yetiş ve ona, Allah’ın kendisini affettiğini müjdele.’ (İbn Kudame, el-Muğni, Beyrut, 1994, III/394)
Canı, Canan’ın huzurunda ilk olarak teslim eden bir sahabi: Velid b. Velid… Sonraki dönemlerde Ravza binlerce adayışa tanıklık etti. Akif’in şahit olduğu şu manzara bu adayışların en hasbilerindedir. Necid dönüşü Medine’ye uğrayan Akif, Ravza’da önce ’Ya Rasûlallah!’ nidası ile arşı inleten, sonra da ’Ravza-i Peygamber’in ayaklarına’ düşen Sudanlı ile karşılaşır. Sudanlı’yı bilenler kaç milyar Mecnun’a nispetle kaç milyar Leyla’nın bir nokta aşk-ı Nebî etmeyeceğini de bilirler:

’Yâ Nebî, şu halime bak!
Nasıl ki bağrı yanar, gün kızınca sahranın;
Benim de ruhumu yaktıkça yaktı hicranın!
Harîm-i pakine can atmak istedim durdum;
Gerildi karşıma yıllarca ailem yurdum.
’Tahammül et!’ dediler… Hangi bir zamana kadar?
Ne bitmez olsa tahammül, onun da bir sonu var.
Gözümde tüttü bu andıkça yandığım toprak;
Önümde durmadı artık, ne hanüman, ne ocak…
Yıkıldı hepsi… Ben aştım diyar-ı Sûdan’ı,
Üç ay ’Tihame’ deyip çiğnedim beyâbânı.
Kemiklerim bile yanmıştı belki Sahra’da;
Yetişmeseydin eğer, ya Muhammed imdada:
Eserdi kumda yüzerken serin serin nefesin;
Akarsular gibi çağlardı her tarafta sesin!
İradem olduğu gündür senin iradene ram,
Bir an için bana yollarda durmak oldu haram.
Bütün heyakil-i hilkatle hasbihal ettim;
Leyale derdimi döktüm, cibali söylettim!
Yanıp tutuşmadan aylarca yummadım gözümü…
Nücûma sor ki, bu kirpikler uyku görmüş mü?
Azab-ı hecrine katlandım elli üç senedir…
Sonunda alnıma çarpan bu zalim örtü nedir?
Beş altı sineyi hicran içinde inleterek
Çıkan yüreklere hüsran mı, merhamet mi gerek?
Demir nikabını kaldır mezar-ı pâkinden;
Bu hasta ruhumu ayırma hakinden!

Nedir o meşale?… Nurun mu?… Ya Rasûlallah!… (Akif, a.g.e., s. 358-9)
Bu ifadeler Sudan’lının son sözleridir. Ravza’nın demir parmaklıklara yapışık halde ruhunu teslim eder. Ruhu hareme, vucud-u fanisi ise Baki’ kabristanlığına defnedilir.
Müvacehe-i Şerif’ten bir yarım metre kadar sağa doğru çekiliyor Allah Rasûlü’nün (s.a.s.) omuzları hizasında olan Hz. Ebu Bekir’e, (r.a.) ardından Hz. Rasûlullah’ın ayakları hizasında bulunan Hz. Ömer’e (r.a.) geliyor, selâm veriliyor. Mü’minler her birini selâmlarken farklı bir duygu sağanağı içinde buluyorlar kendilerini. Hz. Ebu Bekir’i selâmlarken teslimiyeti, Hz. Ömer’i selâmlarken izzeti yaşıyorlar.
Mescid’in etrafındaki kapıların her birinin ayrı bir adı var… Hz. Cebrail’in vahyi getirdiği cihette yer alan kapıya Cibril Kapısı deniyor. Nisâ Kapısı, Rasûlullah’ın kadınlara tahsis ettiği bir kapı. Selâm Kapısı, haşyet ve huşuyu resmediyor. Mescidin çevresindeki bütün kapılar kapandığında açık kalan tek kapı olan Ebu Bekir’in kapısı sadakati anlatıyor. Allah Rasûlü’ne (s.a.s.) kuraklıktan her şeyin helak olduğunu anlatan ve yağmur yağması için dua talep eden bedevinin mescide girdiği kapının adı ise Rahmet Kapısı. Bu kapı rahmetle özdeşleşiyor, zira Allah Rasûlü’nün (s.a.s.) duası esnasında cam gibi olan sema bir anda bulutlarla kaplanıyor. Ve altı gün güneş görülmeyecek şekilde yağmur yağıyor. Hz. Ömer’in borcunu ödeyebilmek için sattığı evin karşısında yer alan kapı ise Kada Kapısı…
Mescid’in her bir kapısı günün yirmi dört saatinde ümmete vaaz ediyor. Mesela Cibril kapısının altından geçerken vahyi, Ebu Bekir’den geçerken sadakati, Kada’dan geçerken adaleti dinliyorsunuz. (İhsan Şenocak, Harameyn Notları, İnkişaf Dergisi 7. Sayı)
Baki’ Mezarlığı
Medine’de yapılması gereken ameliyelerden birisi de ’Baki’ Kabristanlığı’nı ziyaret etmek… Allah Rasûlü (s.a.s.) ve Şeyhan’ı ziyaretten sonra her gün Baki’ Mezarlığı’na gitmek müstehab. Baki’yi özellikle perşembe, cuma ve cumartesi günleri ziyaret etmek ise daha faziletli. Zira bu günlerde ölüler ziyaretçileri görürler.
Medine’de vefat eden 10 bin kadar sahabinin neredeyse tamamı Baki’ Kabristanlığı’nda medfundur. Hz. Fatıma annemiz, Hz. Hasan (r.a.) Efendimiz, Allah Rasulü’nün süt kardeşi Osman b. Mazun (r.a.), Aşer-i mübeşşereden Osman b. Affan, Abdurrahman b. Avf ve Sa’d b. Ebi Vakkas (r.anhüm), Efendimiz’in oğlu İbrahim (a.s.), Ebu Hureyre (r.a.) Efendimiz (s.a.s.)’in annemden sonra annem dediği ve kabrine defninden evvel yattığı Fatıma binti Esed (r.anha) ve daha bir çok sahabi Baki’de yatıyor. Bu yüzden Baki’ Kabristanlığı’nda dolaşırken hacimli bir tabakat kitabı da okumuş oluyorsunuz.
Müminler dillerinde ’esselam-u aleykum dare kavmin müminin ve inna inşallah-u bikum lahikun.’ tahiyyesi ile girdikleri kabristanlıkta ibret ve dikkatle dolaşıyorlar.
Baki’ye ilk girişte gözler kitaplarda anlatılan kabirleri arıyor. Fakat onların tamamı yıkılmış. Osmanlı’dan tek bir iz bırakılmamış. Yerin üstünden sahabileri tanımak da güç. Fakat Allah’ın salih kullarını izlediğinizde, onların belli noktalarda fazla duruşlarından büyük sahabilerin nerelerde olduklarını sezebiliyorsunuz.
MEDİNE’DE ZİYARET YERLERİ
Uhud

Perşembe günü Uhud’a gidiyoruz. Uhut, kazanılan zaferin nasıl nihayetlendiğini, Allah Rasûlü’ne (s.a.s.) ittibanın ne derece önemli olduğunu anlatan bir cihat kürsüsü gibi. Belki de bunun için Efendimiz (s.a.s.) ondan bahsederken ’Uhut bir dağdır ki biz onu severiz, o da bizi sever.’ (Buharî, 2889, 3367, 4084; Malik, Muvatta, II/889) buyurmuştur.
Uhut deyince akla ilk olarak Hz. Hamza (r.a.) Efendimiz geliyor. Orada Allah Rasûlü’nün (s.a.s.) ’Amcalarımın en hayırlısı Hamza’dır.’ deyişini hatırlıyorsunuz. ’Kıyamet günü şehitlerin efendisi Hamza olacaktır.’ (Taberani, Mu’cemu’l-Kebir, III, 163 ) ifadesi, ne muazzam bir şahsiyetin huzurunda olduğunuzu ihtar ediyor. İbn Mes’ud (r.a.)’un ’Allah Rasûlü’nün (s.a.s.) Hamza’dan daha şiddetli hiç kimse için ağladığını görmedim.’ demesi kalbin rikkatini tarifi imkânsız bir dereceye taşıyor.
Hz. Hamza (r.a.)’nın meşhedi içerisinde bir başka sahabi daha var ki O, Allah Rasûlü’nün (s.a.s.) halâsının, Hamza’nın (r.a.) da kız kardeşinin oğlu Abdullah b. Cahş (r.a.). Uhud’da mümin ruhlar, şühedaya verilen selâmların nasıl geri döndüğünü seyrediyorlar. Musab bin Umeyr (r.a.)’in başucunda Allah Rasûlü’nün (s.a.s.) buyurduğu şu hadisin bereketini yaşıyorsunuz. ’Şehadet ederim ki siz Allah katında dirisinizdir. Şühedayı ziyaret edin, onlara selâm verin. Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin olsun ki, Uhud Şehitleri kendilerine verilen selâmlara kıyamete kadar icabet edeceklerdir.’ (Hâkim, II/248)
Kıbleteyn
Uhut’tan Kıbleteyn Mescidine geçiyoruz. Allah Rasulü (s.a.s.) Efendimizin kıblenin Kâbe olması yönündeki arzusunun Rabbi katından cevaplandırıldığı ve bir namaz vakti gelen emir ile kıblenin Kâbe olduğu yer.
Hendek
Hendek’teyiz. Selman-ı Farisî (r.a.)’nin dehasını belgeleyen savunma harbi harikaları hendeklerin izleri kaybedilmiş. İzler yok, fakat Hendek’te İslam’ın şartları belirleme noktasında etkin olduğu, bir ’saba’ rüzgârının küfrün bütün ordularını perişan edeceği zihinlerde dipdiri. Hendek bıkmadan usanmadan ziyaretçilerine şunu tekrar ediyor: Allah Azze ve Celle sabır ve duanın bereketiyle münafıkların kalplerinde sakladıkları şenaatleri ortaya çıkarır ve mü’minleri bir ’saba’ rüzgârıyla zafere taşır.
Kuba
Oradan Kuba’ya geçiyoruz. Kuba, Allah Rasûlü’nün (s.a.s.) hicret esnasında -Buharî’nin rivayetine göre- on dört gün kadar ikamet ettiği bahtiyar bölgenin adıdır. (Buharî, Menakibu’l-Ensar, 46, 258)
İslam’da inşa edilen ilk mescid Kuba Mescidi’dir. Mescidin temeline ilk harcı koyan ise Allah Rasûlü (s.a.s.) sonra Ebu Bekir, Ömer ve Osman (r. anhüm)… (İbn Hümam, a.g.e., III, 173) Bu yüzdendir ki Kur’ân-ı Kerim Kuba Mescidi’ni anlatırken ’ilk günden temeli takva üzerine kurulan mescit’ demektedir.
Allah Rasûlü (s.a.s.) Medine’ye yerleştikten sonra her cumartesi binekle ya da yürüyerek Kuba’yı ziyaret ederdi. Ziyaret için cumartesiyi seçmişti. Çünkü Medine’nin iç ve kenar mahallerinde yaşayanlar Cuma günü Mescid-i Nebî’ye gider, orada ’Cemaati Kübra’ya iştirak ederlerdi. Bu yüzden diğer mescitlerde Cuma namazı kılınmaz, oralar garip kalırdı. Cuma vaktindeki gurbetinden ve İslam tarihindeki öneminden dolayı Efendimiz cumartesi günleri Kuba’yı ziyaret eder, halkına moral verirdi.
Allah Rasûlü (s.a.s.) İslam’da bir başlangıç olan Kuba’nın zihinlerde hep canlı kalabilmesi için ümmetini orada namaz kılmaya teşvik etmiştir: ’Kuba Mescidi’nde kılınan bir namaz umre gibidir.’ (İbn Mâce, İkame, 197) buyurmuştur.
Medine’deki ziyaret programımız daha önceden planlandığından Kuba’yı cumartesi yerine perşembe günü ziyaret etmiştik. Hamdolsun büyüklerimizin de müsaadesiyle Medine’de kaldığımız tek cumartesi günü de Kuba’yı ziyaret etme nimetine eriştik.
Medine
Ravza’da Cuma namazı için saf olduk. Mescid tıklım tıklım dolu.
Hatip hutbesinde Peygambere ittibayı anlattı. Haremeyn’de dinlenilen hutbeler içerisinde vesile ve kabir ziyaretlerinden bahsetmeyen hutbe yoktur desem yeridir. Namaz sonrası ’Muvacehe-i Şerif’e doğru ilerliyoruz. Huzurun’da huzura eriyoruz. Ayrılmak ne mümkün… Kırık dökük yürekler. Nemli gözler. İbn Hümam ’huzur’da gözlerden boşalan yaşlar duanın kabul olduğuna işaret eder, diyor.
Veda selâmlaması
Medine’deki son günümüz olan Pazar günü öğle namazına müteakip son defa Allah Rasûlü (s.a.s.)’nü selamlamaya niyetleniyoruz. Yüreklerde ayrılığın koru belirgin kalplerde derin tahassür, dillerde ise salât-u selâm var. Yaşlı gözlerle Bakî kapısından çıkıp otele doğru yol almak ruhları Ravza’da bırakıp sadece bedenlerle hareket ediyor olmaya verilebilecek en belirgin örnek olsa gerek.
Sonuç
Arkadaşlarla otobüslerle havalimanına geçerken Rabbimin bizlere kendi ayı olan Receb-i Şerif’te Kâbe’sini, Peygamberinin ayı olan Şaban-ı Şerif’te de Medine’yi ziyaret ettirmiş olduğu gerçeğini idrak ediyor ve bu nimetten dolayı sonsuz hamd ediyoruz.
Allah’ın evini ve Rasûlü (s.a.s.)’nün Ravzası’nı ziyaret etmek tabi ki bu kadar sığ değil. Bunlar sadece yüreklerde hissedilenlerin dışa aksedilebilmesidir. Rabbim ibadet ve taatlerimizi kabul buyursun, bizlere kendi beytini Rasûlü (s.a.s.)’nün Ravzası’nı ziyaret edebilecek imkânları her daim lutfetsin.
İstikamet üzere yaşamak duasıyla...
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

Henüz hiç kimse yorum yazmadı.