Hayâ; sözlükte diri ve canlı olma, hicap, utanma, ar, sıkılma, koruma, kontrol etme, hatırda tutma demektir. Istılahta ise; insanı zarardan men eden duygu, rahat ve rehavetten alıkoyan saygı hissi, utanılan bir şey veya kişi, göründüğü zaman sıkıntı ve değişiklik gerektiren hâl ve sıfat, kınanma endişesi sebebi ile nefsin bir şeyi yapmaktan veya yapmamaktan sıkılması anlamlarında kullanılmaktadır.(1) Bu vasfı taşıyan kimseye “hayâ sahibi” denir. Tasavvuf terimi olarak ise hayâ; salikin bütün kötülüklerden ve günahlardan utanarak çekilmesi ve uzak durması, Allah’ın huzurunda dava ve iddiayı terk etmesidir.(2)
Hayâ iki türlüdür:
a) Tabiî (hususî) hayâ: Mahrem yerlerinin açılmasından dolayı insanın utanması bu türdendir. Hz. Osman (r.a.)’dan nakledilen şu haber buna en güzel örnektir. O demiştir ki: “Gerçekten ben, evimin karanlık banyosunda yıkanırken Allah Teâlâ’dan hayâ ettiğim için belimi iki büklüm yaparım.”(3)
b) Dinî (umumî) hayâ: Allah’tan korkan bir Mü’min’in günah işlemekten utanmasıdır.(4) Allah Rasûlü’nün, “Allah’tan hakkıyla hayâ ediniz!”(5) hadisinde emrettiği hayâdır.
Allah’ın emir ve yasakları ile her bir davranışı, yine Allah’ın rızasını kazanmak için ihlâsla yerine getirmeye çalışan bir kulun tevbe, rıza, sıdk, ihlâs gibi ahlakî vasıflar yanında hayâ vasfına da sahip olması gereklidir. Çünkü hayâ, kulun Allah’ın gözetimi altında olduğunun idraki içinde günah işlemekten sıkılması ve kendini bu tür eylemlerden geri çekmesi olarak anlaşılmaktadır. Nitekim bir âyet-i kerimede Allah Teâlâ: “(İnsan) Allah’ın kendisini görmekte olduğunu bilmiyor mu?”(6) buyurmaktadır.
Allah Rasûlü (s.a.v.), “Hayâ, imandandır.”(7) buyurmuşlardır. Yani hayâ, kâmil bir imana ulaşabilmek için sahip olunması gereken önemli bir ahlakî erdemdir. Hayâ, imanla olan bu münasebeti sebebiyle insanın bütün amelî yönünü kuşatmaktadır.
Bu durumu Hz. Peygamber (s.a.v.) şu şekilde ifade ediyorlar:
Nebi (s.a.v.), bir gün ashâbına; “Allah’tan hakkıyla hayâ ediniz!” buyurmuşlar, Ashâb’ın da; “Ey Allah’ın Rasûlü, elhamdülillah biz Allah’tan hayâ ediyoruz.” şeklinde cevap vermesi üzerine Rasûlullah (s.a.v.), sözlerine şöyle devam etmişlerdir: “Hakiki hayâ o değildir. Gerçekte Hakk’tan hayâ eden kimse, başı (baştaki organları gözü, kulağı, dili) ve başın içindeki (düşünceleri) korusun, karnı ve karnın ihtiva ettiğini (yeme ve içmesini) kontrol etsin, ölümü ve musibetleri hatırlasın. Âhireti isteyen kimse dünya hayatının ziynetlerini terk etsin. Böyle yapanlar Allah’tan hakkıyla hayâ etmiş olurlar.”(8)
Yine bir diğer hadîs-i şerifte, “Hayâ, tümü ile hayırdır.”, “Hayâ, sadece hayır getirir.”(9) buyrulmuştur.
İbn-i Atâ, hayânın hayır getirdiğini ve gerçek hayâ sahibi kulların hayır üzere bulundukları konusunu şu şekilde ifade eder: “En büyük ilim olan marifetullahın neticesi, heybet ve hayâdır. Bir kimsenin kalbinden heybet ve hayâ duygusu gittiğinde artık o kulda hayır kalmaz.”
Hayâ, mutasavvıflar tarafından değişik açılardan ele alınarak açıklanmaya çalışılmıştır. Bu açıklamalar, bazen en çok hayâ edilmesi gereken Hakk Teâlâ, bazen halk, bazen de her ikisi üzerinde yoğunlaşmaktadır.
Zinnûn-i Mısrî, hayâ konusunda şunları söyler: “Geçmişte Rabb Teâlâ’ya karşı işlediğin günahların verdiği sıkıntı tesiri ile kalpte oluşan bir heybetin varlığına hayâ denir. Yani, ‘Allah beni gördüğü halde ben bu işleri nasıl yaparım!’ demek hayâdır.”
Zinnûn, ‘aşk, hayâ ve havf’ üçlüsünü bir diğer sözünde şöyle bir araya getirmiştir: “Aşk konuşturur (bir şeyi seven onu çok anar), hayâ susturur, havf (Allah korkusu) hüzünlendirir.”
Seriyyu’s-Sakatî, zühd ve verâ ile bağlantılı olarak hayâ ve üns hakkında şöyle der: “Hayâ ve üns, kalbin kapısını çalarlar. Eğer burada zühd (dünya sevgilerinden uzaklaşma) ve verâ (şüpheliyi terk etme) bulunursa konaklarlar. Aksi halde çekip giderler.”
Fudayl b. İyâd, beş şeyin şekavet ve bedbahtlık alâmeti olduğunu söyleyerek bunlar içerisinde hayâsızlığı da sayar. Bunlar kalp katılığı, ağlamayan göz, hayânın azlığı veya yokluğu, dünyaya rağbet, ihtiras ve tûl-u (uzun) emeldir.
Yahya b. Muâz, “Bir kimse itaat halinde Allah’tan hayâ ederse, o kimse günah işlerken Allah ondan hayâ eder (de günahına bakmaz).” demiştir.
Cüneyd-i Bağdâdî’ye hayâdan sorulduğunda hayânın ortaya çıkış şekline işaret ederek şu cevabı vermiştir: “Önce Allah’ın nimetlerini, sonra da ibadet ve ameldeki kusurları görmektir. Bu iki durum arasından bir hâl doğar ki, ona hayâ adı verilir.”
Vâsıtî de; “Allah’a verdiği sözü bozan ve günahlara dalan kişi, hayânın kalbi yakmasından hâsıl olan zevki tadamaz.” diyerek her güzel ahlâkta olduğu gibi hayâda da Allah’a yakınlık ve manevî zevkler bulunduğunu ifade etmiştir.
Denilmiştir ki: Hayâ sahibinin alâmeti; utanılacak bir yerde ve durumda görülmemesi, Allah Teâlâ’nın azameti karşısında kalbin sıkılması hadisesidir. Zira hayâ edenden sel gibi ter boşanır. Bu da o kişide bulunan faziletin eseridir.(10)
Mutasavvıfların ifadelerinden hareketle genel olarak hayânın, üç neviden meydana geldiğini söylemek mümkündür: Hakk’tan hayâ, halktan hayâ, her ikisinden hayâ.
Bunlardan başka hayânın şu gibi nevilerinin de bulunduğu bildirilmiştir:
1. Cinayet (günah işleme) hayâsı: Âdem (a.s.) bunun örneğidir. Hz. Âdem (a.s.)’a, “Benden firar mı ediyorsun?” denilince, “Hayır! Tersine (işlediğim günahtan ötürü) Sen’den hayâ ediyorum.” cevabını vermiştir.
2. Kusur hayâsı: “Sen’i tesbih ve tenzih ederiz, Sana hakkıyla ibadet edemedik!” diyen meleklerin hayâsı gibi.
3. Tazim ve iclâl hayâsı: Aziz ve Celil olan Allah’tan hayâ ettiği için kanadının altına gizlenerek kendini saklayan Cebrail (a.s.)’ın hayâsı gibi.
4. Kerem hayâsı: Ümmetinden hayâ ettiği için “Evden çıkın!” diyemeyen Rasûlullah (s.a.v.)’in hayâsı gibi. Allah Teâlâ bu konuda “...Ve sohbete dalmaksızın...”(11) buyurmuştur. (Sahâbe, Rasûlullah’ın evinde geç vakitlere kadar sohbete dalar, Rasûlullah da hayâ ettiği için onlara “Gidin!” diyemezdi.)
5. Haşmet hayâsı: Hz. Ali (r.a.)’ın hayâsı gibi. Hz. Ali, Rasûlullah (s.a.v.)’in kızı Hz. Fâtımâ (r.anhâ) ile evli olduğu için mezi çıkmasının hükmünü Rasûlullah’a sormaktan hayâ etmiş ve bunu sormasını Mikdâd b. Esved’den istemiştir.
6. Hakir görme (istihkâr) hayâsı: Hz. Musa (a.s.)’ın hayâsı gibi. Hz. Musa; “Dünyevî bir ihtiyacım zuhur ediyor, fakat bunu izale etmeni Sen’den istemekten hayâ ediyorum yâ Rabbi!” demiş, bunun üzerine Allah Teâlâ; “Hamurunun tuzuna, koyununun otuna varıncaya kadar her şeyi benden iste!” buyurmuştur.
7. Nimet hayâsı: Bu, Rabb Teâlâ’nın hayâsıdır. Sırat köprüsünü geçen her bir kula bir mektup verir. Kul açar bakar ki içinde; “Sen yaptığını (ve yapmak istediğini) yaptın, fakat ben bu konuda aleyhinde bir açıklama yapmaktan hayâ ettim. Hadi Cennet’e git. Affıma mazhar olduğun konusunda şüphen olmasın.” ibaresi yazılıdır. Bu haber konusunda Yahya b. Muâz’ın şu sözü söylediği bildirilmiştir: “Tenzih ederim o Yüce Allah’ı ki, kul günah işler; fakat (kul değil Allah) kendisi utanır.”(12)
Hayâ, bütün dinlerde insanların Hakk’tan ve halktan utanması olarak görülmüş ve bu ahlâkî vasfı ortadan kaldıran bir hükme de rastlanamamıştır. Hayâ, aynı zamanda Hakk’ın vasıflarından bir vasıf olup, ilâhî bir ahlâka sahip olması gereken salikin de bu sıfatla muttasıf olması icap etmektedir. Aynı zamanda hayâ, bütünüyle kişiyi hayra götüren bir vasıf olduğundan onu kötülüklerden korur. Hayâ sahipleri Hakk Teâlâ’yı her yerde hazır ve nazır bilirler, böyle bir şuurla davranışlarını ihsan mertebesi ölçüleri dâhilinde düzene koyarlar.(13)
Burada ihsan ile hayâ arasındaki farkı belirtmek yerinde olacaktır. İhsan, Allah’ı görüyormuş gibi ibadet etmek demek iken; hayâ, gerek olumlu gerekse olumsuz davranışlar konusunda Allah’ın kendisini gördüğünü bilerek O’ndan utanma ve günahlardan uzak durma hissi taşımaktır.
Salik için hayânın lüzumu aşikârdır. Zira hayâ etmeyen kimse kötülüklerden korunamaz, kötülüklerden uzaklaşmayan kimse de sûfî olamaz. Gerçek manada Hakk’tan ve halktan hayâ eden kişinin kötü söz söylemesi, çirkin bir fiili işlemesi ve hoş olmayan bir durumda görülmesi mümkün olmadığı gibi, hayâdan nasibi olmayan birinin de yapmayacağı bir kötülük bulunmamaktadır.(14)
Şunu hemen ifade edelim ki, hayâ kişinin dinini öğrenmesine mani değildir. Çünkü utanılıp sorulamayan her konu, dinin eksik öğrenilmesine ve yanlış uygulanmasına sebep olabilmektedir. Ümmü Süleym (r.anhâ), buluğa erdikten sonra gusül abdesti almanın kadınlara da farz olup olmadığını Hz. Peygamber’den sormuş, Efendimiz (s.a.v.), kadınların da gusül yapmaları gerektiğini emrederek şöyle demiştir: “Şu Ensar’ın kadınları ne iyi kadınlardır. Onların hayâları dinlerini öğrenmelerine engel olmaz.”(15)
Hayâ, kadın erkek her Mü’min’de bulunması kaçınılmaz olan ahlâkî bir vasıf olduğundan, insanı insan yapan değerlerden bir tanesidir ve ne güzeldir. Rasûlullah Efendimiz’in lisanıyla; “Kadınlarda olursa daha da güzeldir.”
Ve’s-selâmü alâ meni’t-tebea’l-hüdâ!
Kaynakça:
1. Kuşeyrî, Risale, terc. Süleyman ULUDAĞ, Dergâh Yay., İst. 1991, s. 360; ULUDAĞ Süleyman, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Marifet Yay., İst. 1996, s. 229.
2. YETİK Erhan, İsmail-i Ankaravî Hayatı Eserleri ve Tasavvufî Görüşleri, İşaret Yay., İst. 1992, s. 203.
3. Sühreverdî, Avârifu’l-Meârif, Terc. Dilaver SELVİ, Umran Yay., İst. 1995, s. 665.
4. Herevî, Menâzilü’s-Sâirîn, s. 21.
5. Tirmizî, Kıyamet, 24.
6. el-Alak, 96/14.
7. Buharî, İman 16.
8. Tirmizî, Kıyamet 24.
9. Buharî, Edeb 77.
10. Bkz. Kuşeyrî, a.g.e., s. 360-363.
11. el-Ahzâb, 33/53.
12. Bkz. Kuşeyrî, a.g.e., s. 363.
13. İsmail Ankaravî, Minhâcü’l-Fukarâ, s. 188.
14. YETİK Erhan, a.g.e., s. 204.
15. Müslim, Hayız 33.
Hayâ
Özlenen Rehber Dergisi 41. Sayı
Henüz hiç kimse yorum yazmadı.