M.Ö. 1030 yılında İsrâiloğulları’nı monarşik bir yapıda toplayan ilk İsrail Kralı Şaul ile ilk yerleşimler başlar, daha sonra Hz. Dâvûd ve oğlu Süleyman (a.s.) zamanında İsrâiloğulları’nın yerleşimi genişler. Hz. Süleyman zamanında dönemin en büyük mabedi inşa edilir. M.Ö. 931 yılında Hz. Süleyman (a.s.)‘ın vefat etmesiyle Yahudi Krallığı ikiyi ayrılır. Kudüs, Yehûda Krallığı tarafında kalır. 588’de Babilliler, Süleyman Mabedi’ni yıkarak Yahudi Krallığı’nı işgal ederler ve İsrâiloğulları’nın sürgün dönemi başlar. Ancak M.Ö. 537 yılında Babil’i yıkan Pers Kralı, Yahudilere özerklik tanıyıp Süleyman Tapınağı’nın tekrar inşa edilmesine izin verir. Kudüs merkezli İsrâiloğulları’nın bu özerkliği zaman içinde kesintilere uğrasa da M.S. 70 yılına kadar devam etmiştir. İmparator Agustus zamanında İsa (a.s.) bu Kent’te öldürülmek istenir.
İkinci tapınak M.S. 70 yılında Romalılar tarafından yıkılır. Yahudiler’in büyük bir çoğunluğu sürgün edilir.
Kudüs Hz. Ömer zamanında Müslüman denetimine girer. Muaz b. Cebel (r.a.) rivayet ediyor: Allah Rasûlü (s.a.v.) söyle buyurdu: “Ey Muaz! Allah benden sonra Ariş’ten Fırat’a kadar Şam bölgesini size nasip edecek. Oranın erkekleri, kadınları ve dulları kıyamete kadar sınır bekçisidirler (murabıt). Herhangi biriniz Şam sahillerinden birini yahut Beyt-i Makdis’i (Kudüs) seçerse kıyamete dek cihat halindedir.”
Hicretin 14. yılı. Yani miladî 636. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in irtihalinin üstünden koskoca dört yıl geçmiş. Hz. Ebû Bekir (r.a.)’ın vefatından sonra ise iki yıl. Hz. Ömer (r.a.) hilafete geleli de henüz iki yıl olmuş. İslâm orduları Suriye, Irak, Filistin ve Mısır cephesinde Hz. Muaviye’nin abisi Yezid b. Ebû Süfyan, Aşere-i Mübeşşere’den Ebû Ubeyde b. Cerrah ve Allah’ın kılıcı Halid b. Velid (r.anhüm) komutasında zaferden zafere koşuyor. Hilafet merkezi nurlu Medine’ye neredeyse her gün yeni bir zafer ve fetih haberi ulaşıyor. Fethedilen topraklarda halk İslâm kahramanlarını birer kurtarıcı olarak karşılıyor. Çünkü yıllardır Bizanslı valilerin doymak bilmez iştahlarını doyurmağa çalışmaktan bezmiş, günden güne artan ve her gün bir yenisi yürürlüğe konan vergilerden yılmış, bin türlü yokluk ve yoksulluk içinde uğradığı haksızlıkların, zulümlerin sona ermesini beklemektedir. Ve beklenen ilâhi yardım gelmiştir. Halk, isterse gelenlerin dinine giriyor ve derhal onlarla eşit haklara sahip oluyor, isterse kendi dininde kalıyor. Fatihler, halka insan muamelesi yapıyorlar. Asla zulmetmiyor, ezmiyor, zerre kadar haksızlık yapmıyorlar. Canları, malları, haysiyetleri, şeref ve namusları güvence altına alınıyor. Her şey kurallara bağlı. Hiçbir şey rast gele değil. Yıllar sonra bir Hıristiyan Rahip bu durumu şöyle değerlendirecektir: ’Ey kılıçtan daha zalim merhamet!’ Rahip, kendi bakış açısından haklıdır. Gerçekten Müslümanların adaleti, şefkat ve merhameti, fethedilen topraklardaki ahalinin İslâm’a girmesi gibi bir tabii sonuç vermişti.
İki yolcu... Sadece bir binitleri var. Binite sırayla binmek üzere anlaşmışlar. Bir beriki binecek, bir öteki. Hayvanın hakkını da unutmamışlar. Nöbetleşe bindikten sonra hayvanı bir biniş süresi boş yürütecekler. Çünkü onun da dinlenmeye hakkı var. İbrahim, İsmail, İshak, Yakup ve Yusuf... Davud, Süleyman, Musa, Harun, İsa ve elbette Muhammed Mustafa... Ve kim bilir adını bildiğimiz, bilmediğimiz daha nice peygamberin gelip geçtiği, hatta defnedildiği Filistin topraklarında İlya’ya, yani Kudüs’e doğru ilerliyorlar.
Konuşmalardan anlaşıldığı kadarıyla bu iki yolcudan biri efendi, diğeri köle... Fakat efendinin efendiliği, ona kölenin insanlığını, hayvanın hakkını unutturmuyor. Nihayet şehre hâkim yüksek bir tepeye ulaşıyorlar. Efendi binekte, köle yürüyor. Efendi, nöbet sırasının bittiğini belirtmek için tekbir getiriyor. Tepe, hemen o gün, orada el-Cebelü’l-Mükebber (Tekbir Dağı) adını alıyor ve hâlâ bu adla anılmakta. Binme sırası kölede... İtiraz ediyor. ’Efendim!...’ diyor, ’Ne sen in, ne de ben bineyim. Bir şehre girmek üzereyiz. Orada besili, eğerli atlar, altınla süslenmiş arabalar var. Şehre ben binekte, sense benim bindiğim hayvanın yularını tutmuş vaziyette girecek olursak bizi alaya alır, küçümserler. Bu da zaferimize gölge düşürür.’ Efendi ısrarlı. ’Ama sıra senin...’ diyor; ’Sıra benim olsaydı inmezdim. Sıra seninse senindir. Ben inmeliyim, sen binmelisin.’ Köle çaresiz... Hayvana biniyor. Efendisi hayvanın yularından tutuyor. Şehre böyle giriyorlar.
Hıristiyan halk, şehirlerini teslim almaya gelen devlet başkanını karşılamak üzere Şam Kapısı’nda toplanmış. Başlarında Patrik Sophronius... Halk, köleyi hayvanın üstünde görünce saygılarını sunmak üzere önünde secdeye kapanıyor. Köle, elindeki asa ile onlara dürtüyor: ’Yazıklar olsun size!’ diye haykırıyor, ’Kaldırın başınızı. Allah’tan başkasına secde edilmez.’ Ve halka haber veriyor ki, kendisi köledir, devlet başkanı yuları tutan kimsedir. Patrik Sophronius bir köşeye çekilip ağlamaya başlıyor. Misafir devlet başkanı üzülüyor. Gönlünü almak, teselli etmek için Patrik’in yanına gidiyor. ’Üzülme, değmez. Dünya böyledir. Bir güldürür, bir ağlatır.’ diyor. Sophronius; ’Saltanatı kaybettiğim için mi ağladığımı zannediyorsun? Allah’a andolsun ki bunun için ağlamıyorum. Sırf sizin hâkimiyetinizin sonsuza dek kesintisiz devam edeceğini anladığım için ağlıyorum. Zira zulmün hâkimiyeti bir andır. Adaletin hâkimiyeti ise kıyamete kadardır. Ben sizi fethedip geçen, sonra yıllar içinde kaybolup giden bir yönetim zannetmiştim.’ diye cevap veriyor. Burada kendisinden efendi olarak söz edilen şahıs, Mü’minlerin
Emiri, Müslümanların İkinci Halifesi Hz. Ömer (r.a.)’dan başkası değildir.
Ebû Ubeyde b. el-Cerrâh (r.a.) komutasındaki İslâm orduları Kudüs’ü kuşatmış, şehrin düşeceğini anlayan Patrik bir şartla teslim olabileceklerini belirtmişti: İslâm ordularının daha önce fethettikleri yerlerdeki halka verdiği emân üzere teslim olacaklardı. Fakat bu işlemi bizzat Emîrleriyle gerçekleştirmek istiyorlardı. Ebû Ubeyde (r.a.); ’Emîr benim. Buyurun şartları görüşelim.’ demişti. Sophronius; ’Hayır ordu komutanına değil, şehri bizzat devlet başkanınıza teslim edebilirim.’ diye ısrar etmişti. Bunu haber alan Hz. Ömer (r.a.), Medine’de yerine Hz. Ali (r.a.)’ı vekil bırakıp yola çıkmıştı. İşte şimdi Kudüs’teydi.
Hz. Ömer (r.a.), Patrik’i teselli ettikten sonra; ’Ey İlyalılar! Lehimize olan lehinize, aleyhimize olan aleyhinizedir...’ diye başlayan bir konuşma yaptı. Sonra Sophronius, Hz. Ömer (r.a.)’ı Kıyâme Kilisesi’ne davet etti. Kiliseyi gezerlerken namaz vakti girdi. Hz. Ömer (r.a.), Patrik’e; ’Nerede namaz kılayım?’ diye sordu. Rahip, ’Olduğun yerde.’ dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a.); ’Ömer, Kıyâme Kilisesi’nde namaz kılmaz. Sonra peşimden gelecek Müslümanlar, ‘Ömer namaz kıldı’ diyerek burada mescit inşa ederler.’ diye karşı çıktı. Bir taş atımı uzaklaştı ve abasını yere sererek namaz kıldı. Hakikaten daha sonra Müslümanlar onun namaz kıldığı yere bir mescit inşa ettiler. Bu mescit o günden beri hâlâ ayaktadır ve Mescid-i Ömer adıyla anılmaktadır.
Hz. Ömer (r.a.) namazını kıldıktan sonra Patrik Sophronius’tan kendisine Mescid-i Aksa’nın yerini göstermesini istedi. Mescid’in çöplük haline getirildiğini gören Hz. Ömer (r.a.), abasını yere serip çöpleri doldurmaya ve götürüp uzaklara dökmeye başladı. Bunu gören Müslümanlar da onun gibi yaparak mescidin yerini temizleyip üzerine bir mescit inşa ettiler.
Tarihte Kudüs, birçok savaşlara sahne olmuştur. Kudüs’e Yahudilerden önce Haçlılar gelmişlerdi. Papa’nın teşvikiyle yola çıkan 600 bin kişilik ilk Haçlı Ordusu’nun 1000 yılının Temmuz ayında Kudüs’e girdiğinde komutanları Goldfrei de Buillon, Kıyame Kilisesi’ne gitmek için 70 bin Müslüman’ın cesedini çiğneyerek ve kan deryasına gömülerek geçmek zorundaydı.
İkinci Haçlı Seferi, ordunun Kudüs’e varamadan Şam’dan geri dönmesiyle sonuçlandı. Bu arada Suriye ve Mısır topraklarında meşhur Eyyûbî Devleti kurulmuştu. Devletin azimli sultanı Selahaddin Eyyûbî’nin odasındaki mum geceler boyunca sönmedi, hep yandı durdu. Bir gün veziri bütün cesaretini toplayarak bunun sebebini sordu. Selahaddin Eyyûbî dedi ki: “Allah Rasulü’nün (s.a.v.) Miraç’a çıktığı yıllarda Müslümanlara kıblegâh olmuş üçüncü harem, düşmanın elinde iken bana uyumak yaraşır mı hiç?”
Selahaddin uyumadı. Adım adım ilerleyerek sonunda Kudüs kapılarına dayandı. Fakat bu mukaddes şehre kan dökerek girmek istemiyordu. Şehir halkına; “Sizin gibi ben de kesin olarak inanıyorum ki, Kudüs Allah’ın mukaddes beytidir. Bu beytullaha saldırarak hürmetini ihlal etmek istemiyorum.” diye haber saldı. Teslim şartlarını da sunmuştu. Fakat şehrin azılıları direnme kararı aldılar. Müslümanlar, bir haftalık sıkı bir kuşatmayla şehre girdiler. Selahaddin Eyyûbî, Hıristiyanlara şehri terk edebilmeleri için kırk günlük bir süre tanımıştı.
13. yüzyılın sonlarında bu mukaddes diyar, güçlü bir koruyucuya, yani Osmanlı’ya kavuşmuştur. 13. yüzyıldan 19. yüzyılın ortalarına kadar Kudüs huzur dolu bir hayat yaşadı. Çünkü Osmanlı, Savaşı Kudüs önlerinden Avrupa içlerine taşımıştı. Bırakın Filistin’i, Suriye’yi, Anadolu’yu, Trakya’yı; Hıristiyanların Balkanları bile geçmeye mecali yoktu artık. Ancak Viyana önlerinde savunma savaşı veriyorlardı.
Bu sırada Yahudiler Avrupa’da yüz yıllarca var olma mücadelesi verdiler. 1290’da İngiliz Kralı 1. Edwaard, İngiliz topraklarındaki Yahudilere sürgün cezası vermişti. 1306’da Fransız Kralı Philip de Bell, Yahudilere aynı cezayı uygun görmüştü. 1498’de XII. Louis, Yahudileri Fransız topraklarından sürülmekle Hıristiyanlığa girmek arasında serbest bırakmıştı. Almanya, Rusya ve öteki Avrupa ülkelerinde de Yahudiler, daima istismar edilmiş, aşağılanmış, insanca muameleye hasret bir hayat sürmüşlerdi. Yahudiler, siyasî ve dinî haklarını, oluşumuna katkıda bulundukları 1789 Fransız İhtilali’nden yıllar sonra ancak 1874’de elde edebilmişlerdi.
Bu birkaç örnekten de rahatça anlaşılabileceği gibi, orta çağda ve modern çağda Yahudiler Avrupa’da ezilirken, İslâm topraklarından başka sığınak bulamamışlardı. Yahudileri, engizisyon mahkemelerinde cayır cayır yakılmaktan Kemal Reis komutasındaki Osmanlı donanması kurtarmış ve dönemin sultanı II. Bayezid daha 1493’te Yahudilere insanca muamele edilmesini emreden bir ferman yayınlamıştı. Bu ferman sayesinde onlar, kısa vadede ülkenin bütün ticarî ve iktisadî hayatına hâkim olmuşlardı. Sultan Bayezid, Yahudilere şu ilâhî emir çerçevesinde Ehl-i Kitap muamelesi yapıyordu: “Allah, sizinle din uğrunda savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve onlara adil davranmanızı yasaklamaz.”(el-Mümtahine, 60/8)
Fakat daha sonraları Osmanlı yöneticileri, Yahudilerin İslâm toprakları üzerinde millî devlet kurmaya teşebbüs ettiklerini anlayınca tavırlarını değiştirmişlerdir. Mesela, Yahudilerin 1876’da ziraî alan oluşturma bahanesi altında Filistin’den arazi satın alma girişimi ve 1882’de Filistin’e yapılması plânlanan Yahudi göçü, Osmanlı yönetimi tarafından engellenmiştir. 1876-1888 yılları arasında Kudüs mutasarrıflığı yapan Rauf Paşa, Filistin topraklarına gayri kanunî yollardan yerleşen Yahudileri tespit edip attırmıştır. Devlet iç ve dış meselelerle boğuşurken bile denetimi ihmal etmemiştir. 1882’de Babıâli, Kudüs mutasarrıfından Rus, Romen ve Bulgar pasaportu taşıyan Yahudilerin şehre girişini engellemesini istiyordu. Hatta 1888’de Yahudilerin başka bir ülkenin vatandaşıymış gibi bölgeye sızmasını önlemek için Filistin’i ziyaret etmek isteyen turistlerin üzerlerinde dini kimliklerini belirten bir sefer izni bulundurmasını şart koşmuştu. Ne zaman ki Osmanlı bölgeden çekildi, sömürgeci İngiliz ve Fransız yönetimi bölgeye hâkim oldu. 1948’de B.M. kenti Doğu ve Batı yakası olarak İsrail ile Filistin arasında bölüştürür. Hemen ardından Arap ülkeleriyle İsrail arasında bir savaş çıkar. 1967 yılında İsrail ile Arap Ülkeleri arasında 6 Gün Savaşı başlar. Savaşı kazanan İsrail, Doğu Kudüs’ü de işgal ederek kendisine başkent yaptığını ilan eder. 1987’de Filistinler İntifada (ayaklanma) başlatırlar.
Sultan Abdülhamid ve Yahudiler
OsmanIı Devleti’nin bütün dış borçlarını kapatmaya karşılık, kendisinden Yahudilere Filistin’de azıcık toprak vermesini isteyen Theodor Herzl başkanlığındaki heyete, Sultan II. Abdülhamid’in verdiği cevap altın suyu ile yazılıp çerçeveletilecek türdendir:
“Bu konuda sakın bir adım daha atmayın. Ülkemin bir çakıl taşını bile satamam. Çünkü o benim değil, halkımındır. Bu devlet, onu kanı pahasına aldı, kanı pahasına yaşattı. Birilerinin gasp etmesine izin vermeksizin kanımız pahasına da koruruz. İki tabur askerimiz Suriye ve Filistin’de savaştı. Askerlerimiz Plevne’de bir bir şehit edildi. Çünkü teslim olmaktansa savaş meydanında ölmeyi tercih ettiler. Osmanlı Devleti benim değil, milletindir. Hiçbir parçasını veremem. Yahudiler milyonlarını saklasınlar. Devlet parçalanırsa, Filistin’i karşılıksız da alabilirler. Şu kadar var ki, bu devlet, cesetlerimiz çiğnenmeden parçalanamaz. Ne için olursa olsun, biz ölmeden kimse bizi birbirimizden ayıramaz.”
Kudüs’ün Önemi
Kudüs’ün ve Mescid-i Aksa’nın İslâm dini nazarındaki yeri ve önemi büyüktür. Her şeyden önce Mescid-i Aksa Müslümanların ilk kıblesidir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ve Müslümanlar, kıble Kâbe’ye döndürülünceye kadar Mescid-i Aksa’ya yönelerek namaz kılmışlardır. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) sadece üç mescid için yolculuk sıkıntısına katlanılabileceğini belirtmiştir. Bunlardan ilki Mekke’de olup ortasında Kâbe’nin yer aldığı Mescid-i Haram, ikincisi Medine’deki Mescid-i Nebevî ve üçüncüsü Mescid-i Aksa’dır. Ve yine Peygamber Efendimiz (s.a.v.); Mescid-i Aksa’da kılınan bir namazın başka bir mescitte kılınacak namazdan bin, Mescid-i Nebevî’de kılınan bir namazın Mescid-i Aksa’da kılınandan bin, Mescid-i Haram’da kılınan bir namazın da Mescid-i Nebevî’de kılınandan bin kat daha sevap ve fazilete haiz olduğunu haber vermişlerdir. Mescid-i Aksa, Peygamberimiz (s.a.v.)’in Miraç yolculuğundaki ilk durağı olması bakımından da ayrıca önemlidir.
Faydalanılan Eserler:
Yakubî, Belazurî, İbnü’l-Esir ve Taberî, Târihu’l-Ümem ve’l-Mülûk adlı eserlerden istifade edilmiştir.
Kudüs
Özlenen Rehber Dergisi 41. Sayı
Henüz hiç kimse yorum yazmadı.