Irak ve Doğu Anadolu evliyasının büyüklerinden, künyesi “Ebu’l-Berekât” olup ismi “Ali Kureyşiyyü’l-Hakkârî”dir. Aslen Lübnan’da Baalbek yakınlarında Beyt-i Far beldesinde doğdu. İlim aşkıyla yanan bir ailenin evladı olan Aliyyü’l-Hakkârî Hazretleri küçük yaşta yüksek ilim sahibi âlimlerin meclislerine devam etti. Gençliğinin baharında kalbi ilimle ve Allah Teâlâ’nın aşkı ile doldu.
Tasavvufta en yüksek derecelere sahip olan Ebu’l-Ferec Yusuf et-Tarsûsî’nin meclislerine can atıp tasavvufu telkin aldı ve Doğu evliyasının birçoklarına kavuşup görüştü. Yüce makamlara, üstün ahlâk ve davranışlara sahip oldu. Allah’a yakın olmaktan bahsedilince sözü o alır, velayetin üstünlük ve hükümleri onun dilinden dinlenirdi. Aliyyü’l-Hakkârî Hazretleri, ölü kalpleri diriltmek, karanlık gönülleri aydınlatmak, hikmetli sözler söylemek, Allah’ın kullarını yetiştirmek için vazifelendirilen bir kimseydi.
Hakkâri gibi dağlık ve sert kış şartlarına sahip bir memlekette hizmet edip yüksek makamlara ulaştı. Üstünlükleri dillere destan oldu. Sevgisi gönüllerde yeşermeye başladı ve nice insanları bahtiyarlar katarına dâhil etti. O, zühd ve takvada eşsiz, dünyaya kıymet vermez, Allah Teâlâ’nın rızasına muhalif hiçbir söz ve harekette bulunmazdı. Tevazu ve keramet sahibi, akıl ve zekâda üstün bir kimse idi. Kendisi, değil haram ve şüphelilerin yanından geçmek, helalden kullandığı şeylerin hesabını nasıl vereceğini düşünürdü. Mubahları, yaşamak için zaruret miktarınca kullanırdı. Doğu evliya ve ulemasının birçoğu, onun ilim ve feyizlerinden istifade etti.
Dostlarından Ebu’l-Feth Nasr bin Rıdvân anlatır: “Bir ilkbahar günü Ebu’l-Berekât Hakkârî Hazretleri, talebeleri ve birçok Allah dostu da olduğu hâlde zaviyeden çıkıp dağa doğru tırmandılar. İçlerinden biri, ‘Bugün canımız ne kadar da nar istiyor. Acı tatlı fark etmez.’ dedi. Daha sözünü bitirmeye fırsat kalmadan, etraftaki meşe ağaçları narla doldu. Ebu’l-Berekât Hazretleri, narları toplayıp yemelerini söyledi. Toplayıp yediler. Sonra dergâha döndüler. Bir saat sonra hocalarından ayrılan bir grup talebe biraz önce nar yedikleri yere gittiler. Ağaçlarda narın eseri bile yoktu.”
Talebelerinden Nasrullah bin Ali Humeydî, bir gün yüksekçe bir dağın tepesine yakın bir yerde yürüyordu. Ebu’l-Berekât Hazretleri de dağın eteğinde oturuyordu. Birden bir rüzgâr çıktı. Rüzgâr, Nasrullah bin Ali’yi önüne katıp dengesini kaybettirdi. Yuvarlanmaya başladı. Ebu’l-Berekât Hazretleri rüzgârın dinmesi için dua etti. O anda rüzgâr dindi ve Nasrullah da bulunduğu vaziyette kıpırdayamadan durdu. Daha sonra rüzgâra, Nasrullah’ı aldığı yere bırakmasını söyledi. Allah’ın izni ile rüzgâr onun bu emrini hemen yerine getirdi.”
Ebu’l-Fadl Meali bin Temîmî Musûlî anlatır: “Yedi sene Ebu’l-Berekât Hakkârî Hazretleri’ne hizmet ettim. Bir gün yemek yedikten sonra elini yıkıyor, ben de su döküyordum. Bana, ‘İstediğin bir şey var mı?’ diye sual buyurunca, ‘Evet, duanız bereketiyle Kur’ân-ı Kerîm’i ezberlemek isterim.’ dedim. O da ‘Allah Teâlâ sana kolaylık versin, her uzağı yakın etsin. Kur’ân-ı Kerîm’i ezberlemekte yardımcın olsun.’ diye dua etti. Ondan sonra Kur’ân-ı Kerîm’i kısa zamanda hıfzettim. Allah Teâlâ, onun duası bereketiyle bana uzak olan yeri yakın, güç olan şeyleri de kolay eyledi.”
Ariflerden Cârullah Ebû Hafs Ömer bin Muhammed Mağribî (rh.a.) anlatır: “Ebu’l-Berakât Hakkârî Hazretleri’nin tasarrufları açık, kerametleri çok olup, devamlı Allah Teâlâ ile beraber idi. Halka karşı çok merhametli, insanları kırmayan bir hâli vardı. Bu hâller onun huyu olmuştu. Bir gün Lahis köyündeki zaviyesinde sohbetiyle şereflenmekteyim. Yufka içinde kızarmış koyun eti yemek hatırımdan geçti. Çok geçmedi ki, bir aslan, ağzında dürülmüş yufka ekmeğiyle kapıdan girdi. Ebü’l-Berekât Hakkârî Hazretleri’ne doğru yürüdü. O da beni gösterdi. Aslan da getirip benim önüme koydu ve gitti.”
Buyurdular ki: “Muhabbet sarhoşluğu ile mest olan bir kimse, ancak mahbubunu görmekle ayılabilir. Çünkü muhabbetin sarhoşluğu sabahı müşahede olan bir gecedir. Meyvesi mücahede olan doğruluk gibi. Muhabbetin esası üç şeydedir. Bunlar: Vefa, edep, mürüvvettir. Vefa; kalbin, ezeliyetin nuru ile yakınlık peyda edip, Allah’tan başkasına muhabbeti bırakarak, O’na yakîninde ısrarlı olmasıdır. Edep; kulun, Allah Teâlâ’ya karşı vazifelerini, vakitlerini nasıl ayarlayacağını, kendini O’ndan uzaklaştıran şeylerden nasıl korunacağını bilmesidir. Mürüvvet ise; Allah Teâlâ’dan başka hiçbir şeyi hatırlamayan kalple zikre devam etmek, sözlerinde ve işlerinde Allah’ın emrine uymak, içte ve dışta Allah’tan başka her şeyden uzak durmak, kendisine bir sermaye olan vaktini iyi değerlendirmekten ibarettir. Bir kulda bu üç haslet; vefa, edep ve mürüvvet bulunursa, Allah Teâlâ’ya yakın olmanın tadını tatmış olur. Onun gönlüne Allah’tan ayrı kalmanın korkusundan bir kor düşmüş olur. O’na kavuşmak ateşiyle yanmaktan kurtulamaz.”
Ali Kureyşiyyü’l-Hakkârî Hazretleri, Hakkâri’de vefat etti. Doğum ve vefat tarihlerine rastlanmamıştır. Amcasının inşa ettirdiği ve kendisinin ders verdiği zaviyede metfundur.
Cenâb-ı Hakk bizi şefaatlerinden, âlî himmet ve nazarlarından ayırıp mahrum etmesin! Âmin!
Faydalanılan Eserler
1. İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 178.
2. Hadîkatü’l-Evliyâ / Velîler Bahçesi, Hocazâde Ahmed Hilmî.
3. Tezkiretü’l-Evliyâ, Ferîdüddîn-i Attar.
1
Hz. Ali Kureyşiyyü'l-hakkârî (rh.a.)... Silsile-i Fârukiyye – Kâdiriyye Kolu...
Özlenen Rehber Dergisi 41. Sayı
Henüz hiç kimse yorum yazmadı.