Abdullah Farukî el-Müceddidi Hz.leri ilmi ve âlimleri ale’l-hak anlayıp, idrak eden şahsiyetlerdendi. Onunla beraber hatıratı olanlar bunu açıkça müşahede etmişlerdir. İlme bakarken tek kanatlı çalışmaya bakmayıp, hem zâhirî hem de bâtınî ilimlerde taammuku kast eylemiştir. Hz. Pîr’in zâhirî ilimdeki düsturu ’Beşikten mezara kadar ilim öğreniniz? hadis-i nebevîsi olup, ömrünün sonuna kadar bunu devam ettirmiştir. İlmî araştırmalarına, hiçbir engel tanımadan, yılmadan çeşitli kaynaklardan ve ulemadan istifade ederek her zaman devam etmiştir. Bir beldeye gidince oranın âlimlerini ziyaret eder onlarla birçok konu ve fikirler hususunda görüş alış-verişinde bulunurdu. Âlimleri ziyaret, onlara izzet-i ikram, onda hiçbir zaman sekteye uğramayan bir davranış idi.
Âlimleri ve ilim talebelerini her zaman ön safta, ilk halkada oturtarak onların ilimlerini tevkir ederdi. Kendilerini tanıyıp teşrik-i mesaide bulunduğumuz ilk zamanlardan itibaren dikkatimizi çeken hususlardan birisi de ilim ehline ayrı bir kıymet vermesiydi. Öyle ki bu güzel ahlâkı hasebiyle bir defasında şaşkınlık ve hayranlığımı gizleyememiş kendi kendime şöyle söylenmiştim: ’Bir çok âlim ve ârifin, şeyh ve profesörün meclislerine kalktım; ama hiçbir kimseden âlimlere ve hafızlara bu denli hürmet edeni, değer ve kıymet vereni görmedim.?
Aslında şaşılacak şey Rahmetli Efendimin davranışı değil, ulemanın kıymetini anlamayan diğer zevat idi. Çünkü ’cevahir kadrini cevher-i furûşân olmayan bilemezdi.?
Üstat Hazretleri ilim talebelerini de ulema kadar sever, ilme teşvik eder, maddî ve manevî bütün desteğini onlardan esirgemezdi. İlim talebelerini ziyaretinde masraf yaptırmaz, hediyeler götürür, onların hâllerini sorup, dertlerini dinlerdi. Talebelerle hem buluşmasında, hem ayrılışında tek tek kucaklaşarak onların gönlünü alıp, verdiği kıymeti izhar ederdi. İlim talebelerine ’Siz kendi iradelerinizle mi, buralara gelip ilim tahsil ettiğinizi zannediyorsunuz? Bilakis Allah (c.c) sizleri Türkiye’den seçmiş, tek tek almış, buralara getirmiştir.? diyerek, işin manevî boyutunu, ehemmiyetini ve yükün ağırlığını dile getirmiştir.
Mübarek Efendim ’şeriat, tarikat, hakikat ve marifet? düsturunu benimsemiş, zâhirsiz bâtının ve bâtınsız da zâhirin hiçbir menzile varamayacağını, her fırsatta vurgulamıştır. ’Farukî cahil olmaz.? buyurarak, dergâhlarda tefsir, hadis, fıkıh ve Arapça derslerinin verilmesine azami gayret göstermiştir. Hadis-i şerifte buyrulan ’ilmu’n-nafi / faydalı ilim? olan bâtınî ilmi insanlara aktarmak için, zâhirî ilmin şart olduğunu daima vurgulamıştır. Çünkü hadis-i şerifte yine; ’İnsanlara akılları kadar konuşunuz.? buyrulmuştur. İnsanların akılları da zâhire göredir. O zaman akla yönelerek insanlara hitap ancak zâhirî ilimle mümkün olacaktır. Zâhirî ilim, insanların akıllarının kalıplarıdır; ama bâtinî ilim, gönül ilmi olup, kalıbı veya kıyısı olmadığından bu ilmi bir kalıba göre insanlara aktarmak ancak zâhiri ilimle mümkün olacaktır. Mübarek Efendim, bu inceliğin fevkalade farkında olması dolayısıyla daima ’zü’l-cenaheyn / iki kanatlı? olmaya teşvik etmiş, evlatlarını bu iki cihette de yetiştirmek özel dersler ve metotlarla terbiye ve irşad etmiştir.
Mübarek Üstad’ımız, ilimden maksadın amel olduğunu, amel yapmak için de mutlaka talim gerektiğini vurgulamıştır. Çünkü tasavvuf her hâl ve harekette, zâhirde ve bâtında Rasûlullah (s.a.v)’in sünnetlerine ittiba için gayret sarf edilen bir yoldur. Sünnetleri yaşayabilmek için öncelikle onları bilmek gerekir. Bu da ancak tahsilî ilimle mümkündür. Bilmeyen insan ne kadar amel yapabilir ki? Veya yapacağı amellerinde ne kadar isabet edebilir ki? Bu noktadan hareketle Hz. Pîr (k.s.), ’Zâhirî ve Bâtınî Edebler? adlı kitabı kaleme almıştır. Böylelikle o (rh.a.), ehlullahın ve irşada azmedenlerin, 24 saatini Hak rızasına uygun olarak ne şekilde geçebileceğini bize adım adım talim buyurmuştur. Evlatlarına seyr-i sulûkta ilerlemenin yolunu, ’Her sünnet bir nefis terbiyesidir.? buyurarak irşat eylemiş, daha sonra bu uyulması gereken sünnetlerin neler olduğunu da bu kitapta toplayarak, Allah’a vuslat hususunda açık ve net bir yol ortaya koymuştur. Sünnete ittibada o kadar ilim tahsil etmiştir ki, ömrünün son otuz yılında hadis ilmine çok büyük bir zaman ayırmış, vefatına kadar özellikle haftalık sohbet günlerinde ve hatta her sabah namazından sonra hadis derslerini hiç terk etmemiştir. Öyle ki; sünnet-i Rasûlullah’ı öğrenmek için onun hâl ve hareketlerini takip etmek yeterliydi veya bir başka deyişle, onun hâl ve hareketlerinden sünnet olmayanı yoktu diyebiliriz.
Farukî dergâhları Hz. Pîr’le birlikte, birer tâlim-i sünnet medreseleri hâline gelmişti. Öz olarak ifade etmek gerekirse, onun için bir amel ya sünnete uyuyor ya da uymuyordu. Gören için Rasûlullah’ın o örnek yaşantısında bütün ihtiyaçlarımızı karşılayacak davranış modelleri mevcuttu. Zıddı ise Allah’ın güzel Habîb’inin hayatından, yani Hakk’ın rızasından uzak kalmak demekti. Elbette, hayatımızda sünnet olmayınca bu boşluğu bid’at dolduracaktır. Her bidat ise merduttur.
Tevhid ve akidesinde en küçük bir nizaya dahî mahal vermemek için ’ene’l-hak? gibi ehlullahın hâl ile sarf ettiği cümleleri te’vilden kaçınmış, bu gibi sözleri tasvip etmemiştir.
Rahmetli Üstad’ımız, ilim talebelerine ilk önce anlayış sahibi olmaları gerektiğini vurgulardı. Çünkü ulemanın da dediği gibi ’manadan nasibi olmayan âlim, yanılmaktan kaçamaz.?
Abdullah Faruk3i el-Müceddidî (k.s.), âlimlerin hatalarının peşlerine düşmez, ayıplarının üzerine gitmezdi. Her ne kadar bu ahlâkı bütün nâs için matlup ise de, ulemaya ayrıcalıklı şu hadis-i şerifi yaşantıya aktarmaktaydı: ’Âlimlerin hatalarının üzerine gitmeyin, üzerinde durmayın! Çünkü onlar mutlaka gün gelir hatalarını düzeltirler (yani onlara verilen ilim onları düzeltecektir).? Çok gerekli olduğu takdirde ulemayla girdiği münazaralarda ise, daima naklî ve aklî hüccetleri ikame ederek diyaloglarda bulunur, bundan da maksadı galip gelmek değil, hakkı arayıp, bulup amel etmek olurdu.
Efendi Hazretleri, tasavvuftaki birçok sorulara cevap vermek, bidatlardan uzak bir tasavvufu ortaya koymak, bu husustaki birçok şüpheleri gidermek ve velayet külliyesinin devamını ispat için İslam da zikir ve rabıta adlı eseri kaleme almıştır. Bu kitaptaki seyri süluk hallerini kaynaklanan aktarma yoluna gitmeyip, bizzat yaşadıkları yazarak bu zamanda velayet medresesinin dimdik ayakta durduğunu ispat etmiş bu medreseye dâhil olanlarda apaçık ayan beyan bir suluk yolu bırakmıştır.
Mübarek Efendim, ömrünün son demlerine kadar, îman ve tevhîdinin bir gereği olarak Kur’ân-ı Kerim’i tefsirden uzak durmuş, kendisini böyle bir hizmete layık görmemiş, daima bir işaret beklemiştir. Ona göre Kur’an’ı tefsir etmek, ’bu hususta Allah’ın muradı şudur? demek anlamına geliyordu, bu nedenle de çok hassas davranıyordu. Lakin son yıllarında aralanan manevî tevcihlerle bu alana duhul eyleyen Üstad’ımız, bir çok âyet-i kerîmeyi ledünnî ilimle tefsir etmiş, emsalsiz güzellikler ortaya koymuştur. Bu hususta bizleri mahrum etmemiş, nasiplendirmiştir.
Hocaefendi (rh.a.), sorulan soruları şahıslara, mekâna ve zamana göre yorumlayıp, konunun tüm ayrıntılarını göz önünde bulundurarak cevap vermeyi, çözüm sağlamayı çok iyi bilirdi. Burada usûl-ü fıkıhtan makâsîdu’ş-şeriaya ne kadar hâkim olduğunu müşahede ederdik. Bu sebeple Hz. Pîr’den birçok evladı aynı meselelerde değişik cevap ve yorumlar almış olsalar da bunların hepsi ’masadırı’ş-şeriaya? göre verildiği ehlince maruftu.
Hikmet ilmine aşinalık okulu tasavvufta, İslâm’ın zâhirine tenakuz ediyor gibi görülen meselelere çok kez rastlamaktayız. İlmi nakıs kimi insanlar büyüklerin sözlerinden bazılarını duydukları, okudukları zaman haliyle hemen anlayamamakta, gönüllerinde bu büyük şeriat insanlarına yanılgı isnat edebilmektedirler. Üstad’ımız bu neviden sözlere ehl-i ilim olarak ’tevfik beyne’l-akval? yapar, oradaki avamın yanlış anlamalarını ortadan kaldırırdı. Misalen, Hallac’ın ifadelerini ’bu zamanda Allah’ı en iyi bilen kişi benim? şeklinde izah ederdi. ’Tevfik? meselesi şeriatta âyetler, hadisler ve akval-ı ulema arasında da bulunmaktadır.
Hz. Pîr Farukî, âlimleri tavsiye ederken, her ilim ehlinin yanında oturulmaması, meclisinde bulunulmaması gerektiğini söyler ’Her âlimin yanında oturmayın ancak sizi şu beş şeyden beş şeye çağıran âlimlerin yanında oturun?? hadis-i şerifini sıkça tekrarlardı. Çünkü Arapçaya vakıf olan, din usullerini ve furûâtını bilen her kişi, Kur’an’da ve sünnette övülen âlimlerden elbette değildi. Din âlimi olmak başkaydı, din bilgini olmak başka. Din bilgini, İslâm ve Müslümanların siyasî, iktisadî, içtimaî, kültürel, tarihî ve diğer yönlerini çok iyi bilip çok iyi hitap edebilir, insanları galeyana getirebilir; ancak din adına konuşamaz, ’bu konuda dinin hükmü şudur? diyemezdi. Şeriatın hükmünü vermek, yukarıda sayılan becerilere sahip olmasa da din âlimlerine hastır. Onlar Zülcenahayn olup mânâdan nasibi olan zâhirde de ilim tahsil etmiş kişilerdir. Bu yüzden Hz. Pîr bu makamın namzetlerine ince anlayışı aşılar, manevî tekâmüllerini ikmal için gayret ederdi. Hak sevgisi ve itaatiyle dolu bir gönülden, Hakkın rızasına uygun olmayan bir şey çıkmazdı.
Rabbimiz, vefat yıldönümleri münasebetiyle kendilerini hayırla yâd ettiğimiz büyük âlim ve ârif Hz. Abdullah Farukî el-Müceddidî (k.s.) Efendimizin sadrındaki ilim ve hikmet pınarlarından, feyiz ve bereketinden cümlemizi hissedâr kılsın... Bizleri şefaatlerine nail eylesin...
Bir Alim Olarak Hz. Abdullah Farukî (k.s.)
Özlenen Rehber Dergisi 33. Sayı
Henüz hiç kimse yorum yazmadı.