Özlenen Rehber Dergisi

33.Sayı

Hidayet'e Açılan Kapı ve Mürşid-i Kâmiller

Dr. Celal Emanet Özlenen Rehber Dergisi 33. Sayı
Her şeyi yerli yerince yaratan ve lâyık oldukları yerlere koyan yüce hikmet sahibi Rabbimize sonsuz hamd ve senâ olsun. O, ezelî ilmiyle yaratmış olduğu insanın kendi kendine yeterli olmadığını bildiği için, insanlık tarihine ışık tutucu, hedef belirleyici, yol gösterici ilâhî mesajlar indirmiştir. Eğer bu mesajlar olmasaydı, düze çıkamaz, sapıklık içinde kalırdık. Akıllarımız, eşyanın güzel ya da çirkin olduğunu kavrayabilirdi; ama bunun için elinde başvuracağı kıstasların olması gerekirdi. Kıstasları, değer ölçülerini koyabilecek kemalden yoksun olan akıl, illâ ki vahyin irşadına muhtaçtır. Aksi takdirde bütün akılların ortak bir noktada birleşmesine imkân yoktur.
Peygamberler, insanlarla Allah Teâlâ arasında irtibatı sağlayan ve ilâhî mesajın zaman ve mekâna göre yorumunu yapan, o mesajları tatbike koyarak insanlığın kurtuluşa ve ebedî saadete kavuşmasına çalışan görevlilerdir. İşte bu sürecin din olarak adı İslâm’dır. İslâm, ilk insan ve peygamber olan Hz. Âdem’den başlayarak, Efendimiz (a.s.)’a kadar devam eden tevhid sürecidir. İnsanlık tarihinin geçirmiş olduğu bu süreç içerisinde tevhidin özünde hiçbir değişiklik yoktur; değişiklikler sadece zaman ve mekân farkından kaynaklanan, ulusal ihtiyaçlara cevap vermeyi amaçlayan ayrıntılarda olmuştur.
Geçmiş ümmetlerde özellikle Kur’an’da bahsedilen İsrailoğulları örneğinde olduğu gibi peygamberler gelir ve o dönemin insanı ne gibi bir manevî ve maddî irşada ihtiyacı varsa ona göre Allah’ın mesajını insanlara tebliğ ederlerdi. Peki, içinde yaşadığımız yüzyılda bizlerin ihtiyaçları yok mu? Onları kim karşılayacak? Rasûlullah (a.s.)’la beraber vahiy dönemi de son bulduğuna göre bizler ne yapacağız? Aslında bu soruların cevabı pek de zor değildir. Çünkü Efendimiz (a.s.)’in yaşayan mucizelerinden biri de O’nun ümmeti içerisinde yetişen, bilgi, fazilet ve insanlara müspet tesirleri ile elde ettikleri yüce makamlar sayesinde yıldızlaşan âlimler ve mürşitlerdir. İşte bu kıymetli insanlar, Kur’an ve Sünnet’i zamanın gerektirdiği biçimde yorumlayarak yani İslâm’ın içtihat kurumu çalıştırılarak devam ettirilecektir.
Rabbimize hamd ve şükranlarımızı sunarak şunu belirtmeliyim ki; Cenâb-ı Hak, bizlere şeriatın kıstaslarını bilen, hadislerin sırlarına vakıf ve o kaynağa gönlü açık (ledün ilmi ile şereflendirilmiş) olan bir mürşid nasip etmiştir.
Efendi Hz.lerinin hayatında en çok üzerinde durduğu ve gerçekleştirdiği önemli faaliyetlerinden birisi de, Efendimiz (a.s.)’in sünnetlerini ve hadislerini etrafındaki sevenlerine öğretmesi ve bu sevgiyi aşılamasıdır. Hadis ilmine özel bir önem vermiş ve gitmiş olduğu her mecliste hadis (sünnet) sevgisini anlatmış, yanındaki talebelerine hadisler okutturarak o meclislerin hadis ile de ihya olmasını sağlamıştır.
Efendi Hz.lerinin hadise ayrı bir önem vermesinin bazı temel etkenleri vardır. Birincisi hadisin onun nazarındaki yeridir. O’na göre hadis, bütün yakînî ilimlerin esası ve başıdır, dînî ilimlerin temeli olması bakımından da en az Kur’an kadar önemlidir. Efendimiz (a.s.)’in sünneti, karanlıkları aydınlatan ışıklar, hidayete götüren yolun işaretleridir; her yeri aydınlatan dolunay mesabesindedir. Allah’ın Rasûl’ü, yerine göre yasaklamış, emretmiş; korkutmuş, müjdelemiş, temsiller getirmiş, öğütler vermiş, hatırlatmıştır. İkinci olarak ise; inançta, amelde, ahlâkta Kitap ve Sünneti kıstas olarak alınmadıkça kişinin hayatında kemâl hâlinin gerçekleşmeyeceğini yaşantısıyla bizlere örnek olarak göstermiştir. Çünkü itidal hâli, ancak sünnet vasıtasıyla korunabilir. Eğer sünnet ve hadisler yaşanmazsa yani Peygamberî yönlendirmelere sırt çevrilirse, ümmet ifrat ya da tefrite düşer ve denge bozulur. ’Andolsun ki, Rasûlullah’ta sizin için en mükemmel örnek vardır.?(1) ’Şüphesiz ki Sen çok yüce bir ahlâk üzeresin.?(2) Bu ve buna benzer pek çok ayetleri sohbetlerinde insanlara aktararak; iman edenler için Rasûlullah Efendimizin fiilî örnekliğinin terk veya ihmal edilmesinin dînî hükümlerin yaşanmasını ve anlaşılmasını imkansız olacağının önemle üzerinde durmuştur. Çünkü bidat ve hurafelere, cahiliye dönemi âdetlerine karşı mücadele etmek, gerçek dine, saf İslâm’a davette bulunmak durumunda olan herkes için, hadis en temel esastır ve bu tebliğ vazifesini sünnet ve hadislerden kopuk bir şekilde yapmak mümkün değildir. Ayrıca Efendimiz (a.s.)’in sünnetleri ve hadis ilmi; şer’î hükümlerden, onların gerekçelerinden, amellere has olan özelliklerden ve içerdikleri sırlardan bahseder.
Kur’an ve Sünnet’in üzerinde hassasiyetle duran Efendi Hz.leri, tasavvuf ilminin güzelliklerinden istifade etmenin tek yolunun; Rasûlullah (a.s)’ın rehberliğinde olan Allah’a kulluğun neticesinde kalbine; edeb, bilgi, sırlar ve hakikat güneşlerinin parladığı gönüllerde yer edeceğine işaret ederdi. Özellikle ahlâkla ilgili hadisleri temel alarak kötü ahlâk ile sâlih amellerin veya amellerde ihlâslı olabilmenin oldukça güç olduğuna dikkat çekerek; ’Sirkenin balı bozduğu gibi, kötü ahlâkın da amelleri ifsat edeceğini? belirtirdi. Yani tasavvuf; Kur’an ve Sünnet’e uymak, saadet asrını hâl ve kâl olarak tam yaşamak, böylece gerçek müminler arasına girmekle olacaktır.
Bize düşen husus Cenâb-ı Allah’ın bütün elçileri ve en büyük elçisi olan Efendiler Efendisi’ne, Sahabelerine ve Ehl-i Beyt’ine karşı her zaman tazim, hürmet ve saygı hisleriyle meşbû’ bulunmak, peygamberlik mefhumuna toz konduracak, ona halel getirebilecek her türlü düşünce ve ifadeden sakınmak; bu düşünceyi ve sünnet sevgisini elimizden geldiğince başkalarına da anlatmaya çalışmaktır. Unutmayalım ki, Efendimiz (a.s.)’a saygı ve hürmet O’nu gönderene saygı ve hürmet olduğu gibi, aksi de yine gönderene raci olacaktır.
Efendi Hz.lerinin, hayatında Peygamberimiz hakkında kullandığı medh ü sena yüklü ifadelere ve sünnetleri yaşama konusundaki hassasiyete bakıldığında da görülecektir ki, aslında sadece o söz cevherleri (okumuş olduğu salât u selâmlar) bile Efendi Hz.lerindeki, Rasûlullah (a.s)’a saygı, hürmet ve aşkının çok aşkın olduğunu göstermeye fazlasıyla kâfidir.
En başta şunu söyleyebiliriz ki, Efendimiz (a.s.)’in ve güzide ashabının, içinde yaşadığımız zaman diliminde gönüllerde hak ettikleri yere taht kurmalarında Efendi Hz.lerinin ?Allah’ın izni ve inayetiyle? inkâr edilemez büyük bir tesiri vardır. İrşat vazifesine başladığı gençlik yıllarından itibaren Efendi Hz.leri vaazları, sohbetleri, tertiplediği zikir halkaları ve kaleme aldığı makaleleriyle bu sevginin sinelerde yerleşmesine hâdim olmuş, âdeta hayatını bütünüyle bu ümmete başta Peygamberimiz ve güzide ashabını, Ehl-i Beyt’ini sonra da selef-i sâlihîni ve Allah dostlarını sevdirme meselesine vakfetmiştir.
Efendi Hz.leri, uzun yıllar süren tebliğ ve irşat hayatında daima Rabbimizin ve Rasûlullah’ın (a.s.) sevgisinden bahsetmiş ve bu sevgileri muhtaç gönüllere anlatmaya ayırmış, kendisinin hayatında yer etmiş sünnet ve edepleri derleyerek kitap haline getirmiş ve ’Zahirî Batınî Edepler? ve ’Fıkhî Risaleler? isimli mükemmel, mükemmel olduğu kadar da emsallerinden oldukça farklı bir üslûba sahip orijinal bir eser ortaya çıkmıştır. Hadd-i zatında O, Allah’ın izniyle bizler için elinden geleni fazlasıyla yapmıştır. Evet, O (k.s.), Allah Rasûlü ve Ehl-i Beyt’in bir karasevdalısıdır. Biz de buradan hareketle, Efendimiz (a.s)’a, sahabesine ve Ehl-i Beyt’ine karşı saygılı olma, onların izlerini takip etmede ve başkalarının da gereken hürmeti göstermesi hususunda, aynı hassasiyete sahip olmasına vesile olmanın bizim en önemli vazifelerimiz cümlesinden olduğunu anlamamız gerekir.
Efendi Hz.lerinden öğrenmiş olduğum şu husus da bilinmelidir ki, kâmil mürşid; âlim, ârif ve salihtir. Allah’ın dostu, Peygamberimiz (a.s.)’in vârisidir. Terbiyemizle uğraşan manevî bir babadır. O bütün vasıflarıyla hürmet ve saygıya layıktır. İçeri girince ayağa kalkmak, ziyaret ederken elini öpmek, huzurda edeb ile sessizce oturmak, devamlı yüzüne bakmaktan sakınmak hürmetin zahirî şeklidir. Zaten kâmil mürşidin müridinden, üstadın talebesinden, imamın cemaatinden istediği edeb, kendi adına ve nefsi hesabına değildir. Kâmil mürşid ve rabbanî âlimler, talebelerini ilâhî edeble edeblendirmek ve onları Cenâb-ı Hakk’ın huzurunda kabul görecek şerefli bir kul haline getirmek için uğraşırlar. İmam Şa’ranî (k.s.) der ki: ’Mürid, mürşidi tarafına ayağını uzatmama edebine bile dikkat etmeli, en küçük edebsizliği basit görmemeli, huzurunda ve gıyabında edebe dikkat etmelidir. Bu edebi elde eden mürid, nihayet Allah’u Teâlâ’ya karşı edebli olma hâline yükselir. Çünkü mürşid, mürid için manen yükselme sebebi, marifet ve edeb mektebidir.?(3)
Onları ölçüsüz yüceltmeye dair söylenebilecek sözlerin önünü Rasûlullah (a.s..) Efendimiz’in şu uyarısı kesmektedir: ’Ey insanlar! Sözünüzü dikkatli söyleyin. Sakın şeytan sizi basit ve boş şeylere sevk etmesin. Ben, Abdullah’ın oğlu Muhammed ve Allah’ın Rasûl’üyüm. Vallahi, sizin beni Allah’ın yücelttiğinden daha yükseğe çıkarmanızı sevmem.?(4) Bu uyarı, ümmetin önünde bulunan bütün imam ve mürşidlerin, cemaat ve müridlerin temel anlayışı olmalıdır. Herhangi bir mürid, önündeki mürşidi övme ve yüceltme adına esasen anlamadığı, bizatihi tecrübe ve müşahede etmediği hâl ve makamları, yetki ve tasarrufları ona ait göstermekle uğraşmamalıdır. Buna gerek olmadığı gibi, bu tip yakıştırmaları ispat etme imkânı da yoktur. Bir şeyhin, Allah’u Teâlâ gibi her şeyi bildiğini söylemek küfürdür. Onun bütün âlemi elinde tuttuğunu iddia etmek haramdır. Mürşidi adına keşif ve kerametler uydurmak, böyle hikâyelerle onu insanların nazarında yücelteceğini sanmak, koyu bir cehalettir. İlmi, edebi, takvayı, taati, hizmet ve cihadı hafife alıp, gördüğü rüyalar ve hülyalar ile şeyhini tanıtmaya, tasavvufu anlatmaya çalışmak; mürşid adına bir cinayet, temiz tasavvuf yoluna ihanettir. Görünen hallerden ve yaşanan fiillerden bir şey anlamayıp rüyalarda hikmetler aramak, feraset değil gaflettir. Asıl hürmet ve edeb mürşidin huzurunda değil, onun bulunmadığı yerlerde muhafaza edilmelidir. Şu örneği iyi düşünelim: Rasûlullah Efendimiz (a.s.) abdest aldığında, Ashab-ı Kiram Rasûlullah’ın abdest suyunu kapıp, yüzlerine ve vücutlarına sürüyorlardı. Rasûlullah (a.s.): ’Niçin böyle yapıyorsunuz?? diye sordu. Dediler ki: ’Bereketlenmek ve sevap kazanmak için!? Bunun üzerine Efendimiz: ’Kim Allah ve Rasûl’ünün kendisini sevmesini istiyorsa (böyle şeyler yerine), konuştuğunda doğru söylesin, emanete ihanet etmesin ve komşusuna eziyet etmesin.? buyurdu.(5) Demek ki müridin mürşidine olan saygı ve sevgisi, sırf şekilde kalan hareketlerle, el öpüp yerlere serilmelerle değil; kalpteki samimiyet, haldeki istikamet ve insanlara Allah için hizmetle ispat edilebilir.

---------------
1. el-Ahzab, 33/21.
2. el-Kalem, 67/4.
3. el-Envaru’l-Kudsiyye.
4. Ahmed, İbnu Kesir.
5. Heysemî, Kurtubî
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

Henüz hiç kimse yorum yazmadı.