Yüce dinimiz İslâm, sıdk ve kizb meselesine müstesna bir yer vermiştir. Sıdk’ın güzelliği ve ona teşvik, kizb’in çirkinliği ve ondan sakındırma hususunda birçok âyet-i kerime ve hadis-i şerif mevcuttur.
Sıdk: ’Sözün öze ve kendisinden haber verilen şeye mutabakatı’ diye tarif edilmiştir. İmam Kuşeyrî risalesinde, Sıdk: ’Ferdin amel ve davranış bütünlüğünü koruyup, tehlike anında yalanla kurtulması söz konusu olduğu yerlerde bile gizli-açık, iç ve dış ayrılığına düşmemesi, düşünce ve davranış mutabakatını yakalayabilmek için halden hale girmesi ve kıvrım kıvrım kıvranmasıdır ki: Hz. Cüneyd (r.aleyh): ’Sadık kimse günde kırk defa halden hale döner durur; mürai ise, kırk sene ıstırapsız olduğu yerde kalır.’ der. Sıdk ehli kimseye sâdık denir.
Sıdk sadece sözde olmaz; niyet, irade, azim ve amelde de olur. İnsanın davranışlarında, azminde, ameli ve muamelelerinde, bütün kabiliyetlerini doğruluğa yönlendirmesidir sıdk.
Kendisinden hep sıdk sadır olan kimseye ise ’sıddîk’ denir. Nübüvvet makamından sonra gelen en yüksek makam ’sıddıkıyet’ makamıdır ki onun zirvesinde Hz. Ebu Bekir (r.a.) Efendimiz vardır. Cenâb-ı Hakk (c.c.) Kur’an’da onun hakkında: ’Doğruyu (Kur’an’ı) tasdik edenler var ya, işte kötülüklerden sakınan onlardır.’(1) buyurmaktadır. Cenâb-ı Hakk (c.c.) Kur’an’da, sıdkı, peygamber vasfı olarak bizlere beyan etmektedir ki: ’O yüce kitapta olanlar arasında İbrahim’i hatırla ki, o sıddîk bir nebiydi.’(2) buyurmaktadır.
Hz. Mevlânâ Mesnevi adlı eserinde bu hususta şöyle buyurmaktadır: ’Âşığın sıdkı cansızlara da tesir eder. İnsanın kalbine müessir olması neden tuhaf sayılsın? Hz. Musa’nın sıdkı, dağa, asaya, hatta o muhteşem deryaya bile tesir etmişti.(3) Benî İsrail’i Nil’den geçirirken onu deryaya çalınca on iki yolun açıldığına işaret ediyor ki(4) bunların hepsi Kur’an âyetleriyle sabittir. Hz. Ahmed’in sıdkı ise ay’ın cemaline, hatta o parlak güneşe tesir etmişti.’
Sıdkın zıddı kizb yani yalandır. Birini anlamak için diğerini de bilmek, beraber mütalaa etmek gerekir. Peygamberimiz (s.a.v.): ’Mü’min’de her huy bulunabilir, yalan ve hıyanet hariç.’ buyurmuşlardır.
Münavî der ki: ’Yalanın çirkinliği, peşinden bütün fevahişi (çirkinlikleri, yasakları) getirmesi sebebiyledir. Yalanın terkiyle fevahiş de terk edilir. Yalanın çirkinlikle münasebeti sıdk’ın güzellikle olan münasebeti gibidir. Bu sebeple yalanın -bir zaruret ve maslahat dışında- haramiyeti hususunda ulema icma etmiştir.’
İmam Gazalî yalan için ’Büyük günahların analarındandır’ demiştir. Yine demiştir ki: ’Kişi yalancı biliniyorsa sözüne güven kalmaz, gözlerden düşer, nazarlarda değersiz olur. Yalanın çirkinliğini anlamak istersen başkalarının yalanının çirkinliğine bak, nefsin ondan ne kadar nefret duyacak gör; yalanın sahibini ne kadar istihkar (aşağılama) edeceğine, söyleyeceği yalanını ne kadar çirkin bulacağına dikkat et...’
Beyhakî yalanın beş mertebesinden bahsetmiştir: ’Çirkinlikte ve haramlıkta Allah adına söylenen yalan; Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz adına söylenen yalan; gözüne, diline ve diğer organlarına karşı söylediği yalan; valideynine (anne babasına) karşı söylediği yalan; insanın yakınlarına yaptığı yalanlardır ve yakınlarına söylediği yalan başkalarına söylediği yalandan daha ağırdır.’
Ruhsat verilen üç yalan ise şunlardır: ’Harb esnasında düşmana karşı söylenen yalan. Burada yalan caizdir çünkü ’harb bir hiledir’; erkeğin gönlünü hoş ederek aile dirliğini sağlamak maksadıyla hanımına karşı söylediği yalan; iki kişi arasında sulh ve anlaşma sağlamak maksadıyla söylenen yalan.’
İbni Mes’ud (r.a.) anlatıyor: ’Rasûlullah (s.a.v.) buyurdular ki: ’Sıdk insanı birr’e (Allah’ı razı, edecek iyiliğe) götürür, birr de cennete götürür. Kişi, doğru söyler ve doğruyu arar da sonunda Allah’ın indinde sıddîk (doğru sözlü) diye kaydedilir. Yalan da kişiyi haddi aşmaya götürür. Haddi aşmak da ateşe götürür. Kişi yalan söyler ve yalanı araştırır da sonunda Allah’ın indinde yalancı diye kaydedilir.’(5) Bu Hadis-i şerifte sıdk’ın insanı birr’e ulaştıracağı ifade edilmekte ve ideal bir hedef olarak gösterilen birr’e ulaşma vasıtası olarak gösterilmektedir. Birr ise; halis amel-i salih demektir. Yani birr’le Allah’ın rızası için yapılan bütün salih ameller ve hayırlar ifade edilir. Bazı âyetlerde; anne-baba hukukuna riayet, vefa, sıdk, istikamet üzere olmak, sevdiği maldan Allah yolunda harcamak şeklinde ifade edilmiştir. Cenâb-ı Hakk (c.c.) âyet-i kerimede, birr (iyiliği) şöyle beyan etmiştir: ’Yüzlerinizi doğudan yana ve batıdan yana çevirmeniz birr (iyi olmak) değildir. Lakin birr (iyi olan) Allah’a, ahiret gününe, meleklere, kitaba, peygamberlere inanan, O’nun sevgisiyle yakınlarına, yetimlere, düşkünlere, yolculara, yoksullara ve köleler uğrunda mal veren, namaz kılan, zekat veren ve ahitleştiklerinde ahitlerine vefa gösterenler, zorda, darda ve savaş alanında sabredenlerdir.’(6) buyurmuştur. Mevzuumuzla alâkalı sıdk’ın (doğruluğun) faziletini ifade eden Kab bin Malik (r.a.) Tebük Seferi’ne katılmamıştı. Bu sefere katılmamakta o yalnız değildi. Pek çok münafık da bu seferden yan çizmişti; ama sefer dönüşü Rasûlullah (s.a.v.) katılmayanları hesaba çekince herkes bir mazeret uydurur, özür beyan eder ve Peygamberimiz (s.a.v.) de özürlerini kabul eder. Kab bin Malik (r.a.) özür uydurmayıp suç itirafında bulunan, sıdk’tan ayrılmayan üç samimi Müslüman’dan biridir. Rasûlullah (s.a.v.) bunları, ’Allah’ın emri gelinceye kadar kimse onlarla konuşmayacak’ diye cezalandırır. Elli gün kadar tecrit ve boykot edilme hayatı yaşarlar.
Kur’ân-ı Kerim’in ifadesiyle ’Bütün genişliğine rağmen dünya onlara dar gelecek’ kadar sıkıntılar çekerler; ancak sonunda sıdklarının mükâfatı olarak lütufların en büyüklerinden olan ilâhi affa mazhar olurlar. Allah (c.c.) tevbe ettikleri için onların tevbesini kabul etmiştir. Çünkü o tevbeleri kabul eden, merhametli olandır. ’Ey îman edenler Allah’tan sakının ve doğrulurla beraber olun.’(7) buyrulmuştur. Kab bin Malik (r.a.): ’Allah Teâlâ beni mazhar ettiği İslâm hidayetinden sonra bana en büyük lûtfu sıdkımdır, yalan söylememiş olmamdır. Şayet sıdk’tan ayrılsaydım helak olurdum. Nitekim yalan söyleyenler hep helâk oldular.’ demişlerdir. Doğrulukla ulaşılan iyiliğin kurtuluşa götüreceğini ifade eden Kur’an âyetlerinden birisi de şöyledir: ’İyiler (ebrar/birr sahipleri) şüphesiz nimet içindedirler. Facirler (Allah’ın emrinden çıkanlar) da cehennemdedirler.’(8)
Muhaddisler, Abdullah ibni Mes’ud (r.a.)’in rivayet ettiği hadis-i şerif hakkında; sıdk sahibinin Allah indinde sıddîk diye yazılıp kaydedilmesi, Mele-i Â’lâ denen mukarreb meleklerin teşkil ettiği yüce mecliste onu sıddîk olarak zikretmesi ve hükmünü arz ehlinin kalplerine atmasıdır’ demişlerdir. İmam Malik Hazretleri: ’Kul yalan söylemeye ve yalana tabi olmaya devam eder ve böylece kalbinde siyah bir benek teşekkül eder. (Yalana devam ettikçe büyüyerek) bütün kalbi siyahlaştırır. Böylece artık Allah indinde yalancılar arasına kaydedilir.’ rivayeti ile meseleyi vuzuha kavuşturmaktadır.
Ebi’l-Cevzaî (rahimelullah) anlatıyor: ’Hasan ibnu Ali (r.anhüma)’ya, ’Rasûlullah (s.a.v.)’den ne ezberledin?’ diye sordum, şu cevabı verdi: ’Aleyhisselâtu ve’s-selâmdan, ’Sana şüphe veren şeyi terk et, emin olduğun şeye ulaşıncaya kadar git. Zira sıdk (doğruluk) kalbin itminanıdır, yalan şüphedir.’ hadisini ezberledim.’(9) Peygamberimiz (s.a.v.), şekke ve şüpheye düşülen şeyden kaçmayı emretmekte, sıdk’ta ulaşılacak kemale veya gerçek sıddîk olabilmede takip edilecek yola işaret etmiş olmaktadır.
Gerek söz ve gerekse davranışlarda bir şeyin yasak mı, değil mi; iyi mi, kötü mü, olduğunda karar veremeyip vicdanen kararsızlık ve tereddüt içerisinde kalındığı hallerde en uygun ve selâmetli olanı o işten ve davranıştan kaçınmaktır. Zira bir işin kalbi şekte bırakacak mahiyette olması, kalpte sıkıntıya sebep olur, işin salih ve sadık olması da kalpte itminan ve huzura sebep olur.
Peygamberimiz (s.a.v.), Kur’an ve sünnetle belirlenip tavsif edilmeyen, şüpheli meselelerin varlığında ise takip etmemiz gereken yolu şu hadis-i şerifleri ile beyan etmektedirler: ’Helâl olan şeyler ve haram olan şeyler beyan edilmiştir. Bu ikisi arasında durumu belli olmayan şeyler de vardır. İnsanların çoğu bunları bilemez. Kim şüpheli şeylerden kaçınırsa dinini ve ırzını (şer’i ithamdan) temiz çıkarmış olur. Şüpheli şeyleri işleyen haramı işlemiş olur, tıpkı koruluğun (yasak bölgenin) kenarında koyun otlatan çoban gibi; her an koyun buraya kayabilir. Bilesiniz, her melikin bir koruluğu vardır! Bilesiniz, Allah’ın koruluğu da O’nun haram kıldıklarıdır!’ buyurmuşlardır.
Peygamberimiz (s.a.v.) başka bir hadis-i şeriflerinde: ’Fetva verenler sana fetva vermiş olsa bile, nefsine bir sor, fetvayı nefsinden al.’ buyurmuşlardır. Münavî, bu nefsin (nefs-i emmare değil, Rabbinin emir ve yasaklarından razı olmuş) ’nefsi mutmainne’ olduğunu, bu nefsin hak ile batılı, sıdk ile kizbi (yalanı) tefrik eden bir nur olduğunu söyler. Rasûlullah (s.a.v.) bu tavsiyeyi Ashâb-ı Kiram’dan Vabısa (r.a.)’ya yapmıştır. O’nun bu evsafta bir şahsiyet olduğu belirtilmiştir.
İnsanın hak ile batılı, doğru ile yalanı, iyi ile kötüyü birbirinden ayırt edebilecek kabiliyete sahip olması, nefsin emmarelikten kurtulup mutmainne olması ile mümkündür. Allah (c.c.), nefsi itminana, huzura kavuşmuş kulunun sadrında bir melek halk eder (yaratır ki), o melek ona sürekli olarak iyiliği doğruyu ve hayrı telkin eder, böylelikle o salih mümin sürekli hayır ve doğruluk üzere bulunur.(10)
Kur’an’da ve hadis-i şeriflerinde övülmüş olan doğruluk ahlâkını şiar edinmeyi, her kötülüğün başı olan yalandan da istinaf etmeyi bizlere nasip eylesin.
Kaynaklar:
1. ez-Zümer, 39/33.
2. Meryem, 19/41.
3. Tur Dağı’ndaki tecelli esnasında Hz. Musa’nın asasının yılan oluşuna işaret etmektedir. Bkz. Tâ-Hâ, 20/17-20.
4. eş-Şuara, 26/63.
5. Buharî, Edeb 69; Ebû Dâvûd, Edeb 88.
6. el-Bakara, 2/177.
7. et-Tevbe, 9/117-119.
8. el-İnfitar, 82/13.
9. Nesâî, Eşribe 50.
10. Bu çalışmada Prof. Dr. İbrahim Canan’a ait K. Sitte Muhtasarı, Şerh ve Tercümesi, c.10, Sıdk Bölümünden istifade edilmiştir.
İslâm'da Sıdk (doğruluk) ve Kizb (yalan)
Özlenen Rehber Dergisi 28. Sayı
Henüz hiç kimse yorum yazmadı.