Değerli okurlarımız, bu ayki yazımızdan itibaren Muhammed Şerif Batumî’nin telif ettiği ’Hulâsatu’t-Tasavvuf’ adlı eserinden tercüme ettiğimiz bölümleri sizin istifadenize sunmak istiyoruz. Küçük hacimli bir risale olan bu değerli eser değindiği konuların derinliği açısından okunmasında fayda mütalaa ediyoruz. Müellif bu risalede tasavvufun tanımından seyr-u sülûkun süreçlerine, hatmeden nefsin mertebelerine kadar bu ilme ait bütün konulara özet bir şekilde değinmiştir. Risale, Nakşibendiyye-Halidiyye kolu müntesibince yazılmış olması muhtevanın da bu meşrep ağırlıklı olduğunu söyleyebiliriz. Müellifin hadis âlimi olmasına rağmen tasavvufta da çok yetkin olduğunu da risaleyi okuyunca farkına varabiliyoruz. Bu risale dışında hangi alanlarda telif yaptığı hakkında herhangi bir bilgimiz yok. Sadece risalenin Medine-i Münevvere’de telif edildiğini biliyoruz ve onun dışında hayatına dair herhangi bir bilgiye rastlayamadık. Rabbim yapmış olduğu çalışmaları dergâhı indinde kabulüne karin kılsın ve mizanı hasenatına eklesin.
Risalenin başlangıcı her ilimde olduğu gibi o ilmin tanımı hakkındadır. Aşağıdaki tanımdan da anlaşılacağı üzere müellif bu hususta farklı bir üslup izlediğini görüyoruz.
Tasavvufun beyanı ve bu şekilde isimlendirilmesinin vechi hakkındandır.
Şunu bil ki, tasavvufun bu isimle isimlendirilmesi hakkında muhtelif görüşler mevcuttur (varid olmuştur). Bu tanımlara göz atacak olursak: ’Tasavvuf ehlinin zahir ve batınlarını marifet ve tevhid nuruyla tasfiye etmeleri’ tanımı bu görüşler arasında en doğru tanım olduğu kanaatindeyiz. Veyahut ağyar ve mâsivâdan kat’ı alaka edip eshâbı Suffa’ya intisap etmeleri sebebiyle isimlendirilmeleri başka bir tanımdır. Tasavvuf ehlinin tanımına göre ise tasavvuf: İlâhi ahlaklarla ahlaklanma; kulluk sıfatlarıyla muttasıf olmaktır.
Bil ki, tasavvuf dört harftir: ’Te’ harfi tövbeden, tövbe ise iki çeşittir.
Birincisi: zahirdeki tövbe: zahir azadaki bütün günah ve kötü hallerden rücu edip itaat yollarına dönmek ile olur.
İkincisi: batındaki tövbe: kalp tasfiyesi ile batındaki bütün hatalardan doğrulara dönmek ile olur. Zem olunmuş(yerilmiş) ahlaklar güzel ahlaklara tebdil olunca ’te’ makamı tamamlanmış olur.
’Sad’ harfi safderunluktan gelmekte. Safa da iki çeşittir. Kalp safası ve Sır safası.
Kalp safası: kalbi beşeri bulanıklıklardan, örneğin kalpte oluşan gaflet, helal da olsa çok yemek içmek gibi şeylerden kalbi tasfiye etmek ile olur. Mesela: Helal, haram ve şüpheli şeylerden çok miktarda yemek ve içmekle, kalbte hâsıl olan gaflet sebebiyle zulmet hâsıl olur. Yine çok konuşmak, yatmak ve dünyevi düşünceler vb. kalbi karartan hususlardandır. Kalbi bu bulanıklardan kurtarmak ancak Allah’ı devamlı, iç rahatı (huzuru kalp) ile zikretmekle gerçekleşir. Yüce yaratanın Kur’an’da buyurduğu gibi ’Gerçek müminler ancak o kimselerdir ki yanlarında Allah zikredilince kalpleri ürperir, kendilerine O’nun âyetleri okununca bu, onların imanlarını artırır ve yalnız Rab’lerine güvenip dayanırlar’. Yani, kalbleri haşyete/korkuya kapılır. Kalbin haşyeti/huşu üzere olması ancak, kalbin gaflet uykusundan uyanması ve tasfiye edilmesiyle mümkün olur. Sır’rın tasfiyesi ise masivadan kaçınmak, sırr’ın lisanı ile sırrında Allah esmasına muhabbetle sarılmak. Bu aşama hâsıl olduğunda ’sâd’ makamı tamamlanmış olur.
’Vav’ harfi ise velayetten gelmekte, bunun için de tasfiye gerekir. Velayetin neticesi, velinin, Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmasıdır. Beşeri sıfatlardan kurtulduktan sonra, Allah’u Teâlâ’nın sıfatları ile süslenmesidir. Hadis-i kudside Allah’u Teâlâ’nın buyurduğu gibi: ’Kulumu sevdiğim zaman, onun için sem’ / kulak olurum, basar/göz, el, lisan olurum. Benimle işitir, benimle görür, benimle konuşur, benimle tutar.’ Masiva’dan terbiye hâsıl olunca ’vav’ makamı tamamlanmış olur. Bundan sonra ’fe’ makamı gelir. Bu makamda Allah’tan gayrı her şeyde fani olmak yani ’fena fillah’ makamına erişilir. Beşeri sıfatlar zail olunca ilahi sıfatlar baki kalır. Böylelikle fani olan kul baki olan Allah ve razı olduklarıyla beraber olur. Kendisinden razı olunan rıza sahibi ile maiyyet kesbeder (beraber olur). Hz. Pir Abdülkadir Geylânî kuddise sirruhu’l aziz bu hali ’tıfl’ ya da ’veled’ (çocuk); bu halin neticesinde oluşan duruma ise ’tıfl-ı mânâ’ (mânâ çocuğu) veya ’veled-i kalb’ kalp çocuğu demişlerdir. Salih amel neticesinde insanın hakikati zuhur eder, zira yüce yaratan şöyle buyurmuştur: ’Güzel kelimeler ancak Ona yükselir. Onu da iyi amel (ve hareket) yükseltir’. Her amel O’ndan gayrına yapılırsa, amel sahibi gibi helak olur. Burada da fena hali tamamlanırsa kurbiyet âleminde bekâ gerçekleşir. Allah’u Teâlâ şöyle buyurmuştur: Muhakkak ki muttakîler, cennetlerde ve ırmaktadırlar, Bir doğruluk ikametgâhında, gâyet kudret sahibi bir hükümdarın huzurunda (bulunacaklardır).
Muhakkak bil ki, hakiki mürşid, hidayet veren, muvaffakiyet veren, dileyici, ortağı olmayan yüce yaratandır; nebiler, resuller, kitaplar, ulema ve meşayih bunların hepsi sebeplerdir. Müsebbibu’l-esbab ve yaratan yine yüce Allah’tır. Bütün her şey onun iradesi ve yaratması ile olur. Aklı başında buluğ çağında olan kul ise mükellef olduğu emirleri takati ve gücü yettiğince yerine getirir ve sakınması gerektiği yasaklardan sakınır. Allah’u Teâlâ’nın buyurduğu gibi ’Allah, bir kimseyi ancak gücünün yettiği şeyle yükümlü kılar’. Akıl da mükellefliğin eksenidir, bu sebeptendir ki deli olan, keza buluğa ermemiş sabiler akıl noksanlığı itibari ile mükellef değildirler. Akıl, kalbte olan bir nurdur ki, kötü ahlaklarla örtünmemişse veya nefis ve heva ile mağlub edilmemişse, hakkı ve batılı (o nur sebebiyle) bilir. Hâkim Kur’an’dır yani şeriattır. Akıl şeriatı kavramada bir alet olup, âlim ve meşayihin irşadıyla anlatılanları kavrar. Aralarında umum ve husus münasebeti vardır. Mesela her şeyh âlimdir; her âlim de şeyh değildir hakikatte. Zira âlim ilmiyle amel ediyor ve ihlas sahibi ise o hem şeyh ve hem de mürşiddir; lakin ilmiyle amel etmeyen ve ihlası olmayan âlim ne şeyh ne de mürşiddir.
Şunu bil ki, şeriat üç kısımdır: ilim, amel ve ihlas. Bu üç kısmın her biri tahakkuk etmediğinde şeriat tamamlanmaz. Ne zaman ki şeriat tahakkuk etti Allah’ın rızası ki bütün dünya ve ahret saadeti üzerinde olan rıza hali tahakkuk etmiştir. Yüce Allah şöyle buyurmakta ’ Allah’ın rızası ise, bunların hepsinden daha büyüktür. İşte bu büyük başarıdır.’
Şeriat bütün saadetlere tekeffül edicidir. Artık şeriatı aşan bir talep de kalmaz. Tasavvufu ayrıcalıklı kılan tarikat ve hakikat şeriata hizmet ederek üçüncü kısım olan ihlâsı kemale erdirir. Allah Zülcelâl Hazretleri şöyle buyurmakta ’Hâlbuki onlar Allah’a, O’nun dîninde ihlâs (ve samîmiyyet) erbabı ve muvahhidler olarak, ibâdet etmelerinden, namazı dosdoğru kılmalarından, zekâtı vermelerinden başkasıyla emr olunmamışlardı. En doğru din de bu idi.’
Bunları tahsil etmede maksat ise şeriatı ikmal etmektir yoksa onu aşan başka bir husus da değildir. Seyri sülükten maksad, ihlas makamını hâsıl etmektir ki, onun da husulü ancak, âfâki ve enfusî ilahların yok olmasına bağlıdır. Allah’u Teâlâ’nın buyurduğu gibi: ’Nefsinin arzusunu ilâh edinen, Allah’ın; (hâlini) bildiği için saptırdığı ve kulağını ve kalbini mühürlediği, gözüne de perde çektiği kimseyi gördün mü? Şimdi onu Allah’tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hâlâ düşünüp ibret almayacak mısınız?’ İmam Rabbanî (k.s.) Mektubat adlı eserinde buyurdular: ’Bu ihlâs ise şeriatın bölümlerinden bir bölümdür. İşin hakikati de budur lakin herkes bunu idrak edemez’. Allah (c.c.) buyurdular: ’Hem onlar derler ki: ’Rabbimiz! Bizi hidâyete erdirdikten sonra kalblerimizi(haktan) eğriltme! Ve bize, tarafından bir rahmet ihsân eyle! Şübhesiz ki Vehhâb (çok ihsân edici) olan, ancak sensin!’
Rabbim kabiliyetlerimizi inkişaf ettirerek insanı kâmil olma yolunda bizleri muvaffak kılsın. Dostuna sevgide, teslimiyette, samimiyette, gayrette müstefid kılsın.
Hulâsatu't-tasavvuf
Özlenen Rehber Dergisi 142. Sayı
Henüz hiç kimse yorum yazmadı.