Özlenen Rehber Dergisi

140.Sayı

Hakk'a İtaate Yolculuk: Hicret Muharrem ve Yevm-i Âşûrâ

Muzaffer YALÇIN Hocaefendi Özlenen Rehber Dergisi 140. Sayı
Şeref ve fazilet bakımından kıymeti büyük bir ayın içerisindeyiz. Bu ay Muharrem’dir. Hicri yılın ilk ayı-dır. Bu yıl 25 Ekim Cumartesi günü bu Mübarek ayın ilk gününü idrak ettik.
Yüce Rabbimiz, insanlar içerisinde peygamberlerini, beldeler içerisinde Haremeyn’i diğerlerine faziletli kıldığı gibi, zaman dilimleri içerisinde de ’Haram Aylar’a, farklı bir kıymet ve fazilet takdir etmiştir. Haram Aylar; Zilkâde, Zilhicce, Muharrem, Receb-i Şerif aylarıdır. Cenâb-ı Hakk Kur’ân-ı Kerim’de bu hususta şöyle buyurmuştur: ’Şüphesiz Allah’ın gökleri ve yeri yarattığı günkü yazısında, Allah katında ayların sayısı on ikidir. Bunlardan dördü haram aylardır. İşte bu Allah’ın dosdoğru kanunudur. Öyleyse o aylarda kendini-ze zulmetmeyin.’( Tevbe, 9/36)
Muharrem ayı, Hz. Ömer (r.a.) efendimizin hilafeti yıllarında hicretin on yedinci senesi sahabe-i kiramın büyüklerinin oluşturduğu bir şura ile Müslümanların yılbaşısı olarak kabul edilmiş ve gerek İslam tarihinde cereyan eden hadiseler, gerekse devlet işlerine ait meseleler bu tarihe göre takip edilmeye başlanmıştır. Şöyle ki; Rasûl-i Kibriya Efendimiz (s.a.v.), Medine’ye hicret ettiklerinde, Müslümanların kullandıkları kendilerine mahsus bir tarihleri yoktu. Bunun üzerine Efendimizin hicretini başlangıç kabul ederek, "Rasûlullah’ın gelişinden bir ay, iki ay sonra..." diye hicrî tarih kullanmaya başladılar.
Hz. Rasûl-i Ekrem’in dar-ı bekaya irtihâline kadar da bu suretle kullanıldı. Fakat sonra kesildi, kullanıl-madı. Hz. Ebû Bekir’in hilâfeti zamanı ile Hz. Ömer’in hilâfetinin dört senesi böyle geçti. Sonra resmî mu-ameleler ve medenî münasebetlerin vakitlerini belli etmeye ve tayinine ciddî gerek duyuldu. Bunun üze-rine Hz. Ömer, ashabı topladı, onlarla istişare etti.
Sa’d b. Ebî Vakkas Hazretleri, Peygamberimizin vefatı zamanının esas alınmasını;
Talha b. Ubeydullah Hazretleri, Efendimizin peygamber olarak gönderiliş tarihini;
Hz. Ali, Rasûl-i Kibriya’nın Medine’ye hicretlerini; başkaları ise, Efendimizin doğum gününün tarihe başlangıç olarak kabul edilmesini teklif ettiler.
Hicret’in 17 veya 16. yılında toplanan bu şûranın müzakereleri neticesinde, Hz. Ali’nin teklifi üzerine it-tifak edildi. Ancak, hangi ayın başlangıç olarak kabul edileceği hususunda bir mutabakata varılmadı.
Abdurrahmân b. Avf Hazretleri, "Haram Aylar"ın ilki olduğu için Receb’i; Talha b. Ubeydullah, Müslü-manların mübarek ayıdır diye Ramazan’ı; Hz. Ali (r.a.) ise, sene başıdır diye Muharrem’i başlangıç olarak teklif etti. Bu hususta da yine Hz. Ali’nin teklifi kabul edildi.
Böylece, Kamer senesi esas ve hicret tarihi başlangıç kabul edilerek, Müslümanlar kendilerine mahsus bir takvim tanzim etmiş oldular. (ez-Zebidî, Tecrid-i Sarih, Tere, c. 10, s. 120-121)
Kuşkusuz Muharrem ayının hicri yılbaşı kabul edilmesi, İslam tarihinin bir dönüm noktası kabul edilebi-lecek olan Hicret hadisesini içinde barındırmasından kaynaklanmıştır. Şu halde Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.)’in hicretlerinin mana ve önemine dair, ondan alınabilecek dersleri tefekküre dair tüm müminler hicrî yılbaşını bir fırsat bilmeli, sohbetler tertip edip mümin kardeşlerimizi bilgilendirmeli ve evlad-ı iyaline hicretin ruhunu aşılamaya gayret etmelidir. Esefle karşılanacak bir husus ki, yüzde doksan dokuzu Müs-lüman olan bir memlekette insanlarımız ocak ayının ilk gününü gayr-i müslimlerin yaptığı gibi bir bayram olarak kutluyor, mağazalara, caddelere, sokaklara vb. mekanlara afişler asıyor, reklamlar veriyor, çeşitli haramları yapmaya yöneliyorlar da Müslümanların 1400 yıllık yılbaşısından haberi olmuyor, mana ve mefhumundan bihaber yaşayabiliyor. Bu gafletten uyanmak ve hatadan dönmek için hepimize önemli görevler düşüyor. Bu görevlerin başında elbette, İslam davasını ve Hicreti iyi idrak etmek geliyor.
Hicret; Allah’ın emirlerini bihakkın yaşayabilmek için ’Her kim Allah yolunda hicret ederse, yeryüzünde gidecek çok yer de bulur, genişlik de bulur. Her kim Allah’a ve Peygamberine hicret etmek maksadıyla evin-den çıkar da sonra kendisine ölüm yetişirse, kuşkusuz onun mükâfatı Allah’a düşer. Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir’ (Nisa, 4/100) âyetine can-ı gönülden inanmaktır.
Hicret; Müşriklerin Mekke’de Müslümanlara İslam’ı yaşamalarına engel olmalarına karşın Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.)’in: ’Sizin hicret edeceğiniz yurdun, iki kara taşlık arasında hurmalık bir şehir olduğu, bana gösterildi ve bildirildi. Mekke’den ayrılmak isteyen oraya gitsin, Medineli Müslüman kardeşlerle birleşsin. Yüce Allah, onları size kardeş yaptı ve Medine’yi size emniyet ve huzur bulacağınız bir yurt kıldı!" (İbn-i Hişam, Sîre, c. 2, s. 111) müjdesine nail olmaktır.
Hicret; "Eğer siz ona (Rasûlüme) yardım etmezseniz, (hatırlayın ki) kâfirler onu (Mekke’den) çıkardıkları zaman bizzat Allah ona yardım etmişti. Yine de O, nusretini esirgemez. O öyle bir zamandı ki, Rasûlullah (ancak) ikinin ikincisinden ibaretti (bir tek yanında Ebû Bekir vardı). O zaman onlar, (Sevr Dağının tepesin-deki) mağaradaydılar. Peygamber, o vakit arkadaşına, ’Mahzun olma! Allah, hiç şüphe yok, bizimle beraber-dir.’ diyordu. Allah o (arkadaşının) üzerine (kalbine) sekînetini (kuvvei mânevîyesini) indirmiş, onu (habibi-ni) görmediğiniz (manevî) ordularla te’yid etmiş, kâfirlerin kelimesini (küfürlerini) alçaltmıştı. Allah’ın keli-mesi (tevhid kelimesi) ise, çok yücedir. Allah, mutlak gâlibtir, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir." (Tevbe, 9/40) âyetinde ferman edilen ilâhi yardıma ve yakınlığa mazhar olmaktır.
Hicret, ’Elbette, o Kur’ân’ın tebliğini üzerine farz kılan Allah, seni yine döneceğin yere (Mekke’ye) dön-dürecektir!’ (Kasas, 28/85) ayetinin sırrı olan fethin ve zaferin ilk adımıdır.
Hicret, tevekküldür, teslimiyettir, mücahededir, inanmaktır ve hakiki dost olmaktır Sıddık-ı Ekber (r.a.) gibi… Ve hicret, nice hikmet ve bereketi içinde barındıran büyük bir nimettir.
Muharrem Ayı Orucu

Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.) ’Şehrullahi’l-Muharrem" yani "Allah’ın ayı Muharrem" olarak da bilinen bu aydaki ilâhî bereket ve feyzden istifade etmeleri için ümmetini özellikle oruç tutmaya teşvik etmiş ve: ’Ramazan (orucun)dan sonra en faziletli oruç, ’Allah’ın ayı’ olan Muharrem(’de tutulan oruçtur.) Farz (na-mazdan) sonra en faziletli namaz ise gece namazıdır.’ (Müslim, Sıyâm 38) buyurmuştur.
Ali (r.a.)’den rivayet edildiğine göre; bir kimse kendisine sordu ve: ’Ramazan ayından sonra hangi ay(da) oruç tutmamı emredersin?’ dedi. (Ali) ona şöyle dedi: ’Bu (mevzu) hakkında soran bir kimse işit-medim. Ancak ben otururken bir adamı Rasûlullah (s.a.v.)’e şöyle sorarken işittim: ’Yâ Rasûlallah! Rama-zan ayından sonra hangi ay(da) oruç tutmamı emredersin?’ (Rasûlullah) şöyle buyurdu: ’Ramazan ayın-dan sonra oruç tutacaksan, Muharrem (ayında) tut. Zira o, Allah’ın ayıdır. Onda bir gün vardır ki, o (günde) Allah bir kavmin tevbesini kabul etti ve başka bir kavmi de bağışlayacaktır.’ (Tirmizî, Savm 40)
Ebû Hureyre (r.a.)’den rivayet edildiğine göre ise o şöyle demiştir: Bir adam Nebi (s.a.v.)’e geldi ve: ’Ramazan ayından sonra hangi oruç daha efdaldir?’ dedi. (Rasûlullah): ’Muharrem dediğiniz Allah’ın ayı(nın orucu)dur.’ buyurdu. (İbn-i Mâce, Sıyâm 43)
Muharrem ayının diğer bir hususiyeti ise ilk peygamberlerden itibaren, insanlık tarihinin nice mühim hadisesinin Muharrem ayının 10. günü meydana gelmiş olmasıdır. Bu nedenle on Muharrem (yevm-i âşûrâ), bu ayın içerisindeki diğer günlerden daha mühimdir. Cennetten indirilen Âdem (a.s.)’ın tevbesinin kabulü, tufan sonrası Nuh (a.s.)’ın gemisinin Cûdi Dağına yerleşmesi, İbrahim (a.s.)’ın Nemrut’un ateşin-den necat bulması, Musa (a.s.)’ın asasıyla denizi yararak Firavun zulmünden kurtulması, Yunus (a.s.)’ın balığın karnından sahil-i selamete çıkması, Yakub (a.s.)’ın oğlu Yusuf’un hasretinden dolayı kapanan göz-lerinin tekrar açılması, Yusuf (a.s.)’ın kardeşleri tarafından atıldığı kuyudan çıkarılması, Davud (a.s.)’ın tevbesinin kabulü, Eyyûb (a.s.)’ın hastalığından şifaya kavuşması, İsa (a.s.)’ın dünyaya gelmesi ve semâya yükseltilmesi vb. nice mühim hadiselerin, 10 Muharrem Aşure gününde meydana geldiği nakledilmiştir.
Cenâb-ı Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.) de Aşure gününe büyük kıymet vermiş ve vefat edinceye kadar aşure günü orucunu terk etmemiştir. Bir hadis-i şeriflerinde: ’Aşûre günün orucunun, bir önceki yılın günahlarına keffaret olmasını Allah’tan umarım’ (Tirmizi, Savm,48) buyurarak ümmetini de bu orucu tutmaya teşvik etmiştir. Ancak ağızların tadını kaçıran, gönülleri acıtan, sineleri dağlayan ve ümmetin 1334 yıldır unutmadığı ve unutamayacağı Peygamber Hanedanının Kerbela’da şehid edilmeleri hadisesi de işte 10 Muharrem aşure gününde meydana gelen elem verici bir hadise olmuştur. Sevgili Peygamberimizin çok sevdiği torunları ve onların evlatlarının şehid edilmesi, onların Allah indindeki derecelerini ve kıymetlerini şehadet mertebesine ermeleriyle artırmıştır. Ancak Kerbela’da zulum işleyenler de elbette kaybedenler-den olmuşlardır. Ehl-i Beyt’i sevmek imandandır. Efendimiz (s.a.v.): ’Bir kimse beni kendi nefsinden, ak-rabalarımı ve ehlimi de kendi akrabalarından fazla sevmedikçe imanı kemale ermez’ (İmam Beyhaki, Şu’abü’l-İman, 2/189-1505) ’Size verdiği nimetlerin çokluğu sebebiyle Allah’ı sevin. Allah uğruna sevgi sebebiyle beni sevin. Ben kendilerini sevdiğim için de Ehl-i Beytimi sevin.’( Tirmizi, Menakıb, 31) buyurmuştur.
Şu halde Hz. Peygamber (s.a.v.)’in gûl-i ruhsarında yetişen ehl-i beytini, ev halkını tanımak ve candan öte sevmek hepimizin bir görevidir. Peygamberî bir emirdir. Zaten namaz kılan her mü’min teşehhütte; ’Allahümme salli ve bârik alâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed…’ duasını okuyarak Peygamberimiz (s.a.v.) ile beraber Ehl-i Beyt’e de sürekli salât ve selam eder, ’Hasan ve Hüseyin, benim dünyada kokla-dığım iki reyhanımdır.’ (Buhârî, Menakıb, 22) buyurduğu güzide torunlarının isimlerini çocuklarına isim koyar. Bununla beraber Ehl-i Beyt sevgisini de gerek kendisi gerekse tüm aile fertlerine kazandırmak için gayret eder.
Kıymetli zamanlarda yapılacak en kıymetli iş, o zamanı kıymetli kılan Rabbimize itaatımızı artırmak, kulluğumuzu ve eksiklerimizi gözden geçirmek olmalıdır. Şu ahir zamanda Rasûlullah Efendimiz’in (s.a.v.) yolu olan sünnetlerini yaşama ve yaşatmaya her zamankinden daha çok ihtiyacımız olduğu aşikârdır. Ehl-i Beyti tanıyıp sevmek de, ahlak ve faziletlerinden istifade etmek de Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in üm-meti üzerindeki bir hakkıdır. Zira Kur’ân-ı Kerim ve Ehl-i Beyt, kendilerine temessük edilince kulu batıla sapmaktan koruyan yegâne peygamberî bir mirastır.
Rabbim, Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.)’in şu emrine hakkıyla tutunabilmeyi cümlemize nasip etsin: ’Ev-latlarınızı (şu) üç haslet üzere terbiye ediniz: Peygamberinizin sevgisi, O’nun Ehl-i Beyti’nin sevgisi ve Kur’ân tilaveti üzere.’ (Bûsayrî, İthâf, Bâb:14, c.8, s.185, h.no:7753; Camiu’s-Sağîr,c.1, s.114)
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

Henüz hiç kimse yorum yazmadı.