Elhamdülillahi Rabbil Alemin Ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ Rasûlinâ Muhammedin ve alâ âli Seyyidinâ Muhammedin eshâbihî ve ezvâcihî ve evlâdihî ve ehl-i beytihî ve ümmehâtihî ve ebîhi bi-adedi külli şey’in fi’dünyâ ve’l ahireti ve kezâlik. Ve’l-hamdü lillâhi Rabbi’l Âlemin.
Yeni bir başlangıcın arifesindeyiz. Bu başlangıç hayır üzere ve insanlığın hayra ulaştırılması için girişilmiş bir mücadelenin kendini kitlesel bazda göstermesinin başlangıcıdır. Şunun bilincindeyiz ki; yazacağımız söyleyeceğimiz şeyler genel olarak ilk defa yazılmış söylenmiş şeyler olmayacak; ancak klasik bir tekrar olarak da kalmayacaktır. Cenab-ı Hakk’ın buyurduğu vech ile “İçinizde hayra çağıran, iyiliği buyurup, kötülükten meneden bir topluluk olsun; işte kurtuluşa erenler onlardır” (Âl-î İmran 104) âyet-i mûcibince hayra çağıran bir topluluk olmak dileği ile yola çıkarak, insanlığın kurtuluşuna bir vesile olma düşüncesindeyiz.
İnsanoğlu, manevi bir boşluk içerisinde olmasına karşın bu boşluğu kolay kolay kabullenemeyecek bir eğilim içindedir. Bu psikoloji nedeni ile birçok hakikate kulağını kapamaktadır. Fakat yine de içerisinde bulunduğu boşluktan sıyrılabilmek için devamlı surette bir arayış içerisinde bulunur. Bu arayış onları, düzgün bir inanç ortamı içerisinde bulunmadıkları taktirde zararlı ve faydasız bir takım inançların ve davranışların içerisine iter. Bir İslâm diyarı olarak tarihe adını yazdıran Anadolu’muzda son birkaç yüz yıl’daki gerek ahlaki ve gerekse menfi ideolojik çalkantılar sebebi ile toplumumuz bir kaos içerisinde bulunmaktadır. Kaba tabirle, meydanı boş bulan kasıtlı ve kötü akımlar bazen din adı altında bazende farklı ekoller şeklinde Müslümanların saf gönüllerine nice zararlı tohumlar atmaya çalışmışlardır. Bu gerçekleri dikkate alarak çalışmamızı, hem iman ve İslâm’dan yoksun gönüllere bu güzellikleri ulaştırmak hem de tüm Müslüman kardeşlerimizin imkân nispetinde Zahirî ve Bâtınî ihtiyaçlarına yardımcı olabilecek bir tarzda çalışacağız.
Acziyetimizin farkındayız. Zaaflarımızın farkında olma bilincinin de bizleri farklı kılması Rabbimizden niyaz ediyoruz.
Kıymetli okurlarımız “REHBER” adı altında sizlere hizmet verecek olan bu dergimizi; sizler özellikle yazarlarımız vesilesi ile de aslen yakından tanımaktasınız. Mâlumdur ki inşallah çalışmaları ile sizlerin tercümânı olacak olan kardeşlerimiz, rahmetli üstadımız Abdullah Farûkî el-Müceddidî Hazretlerinin, baş yazarlığını, hayatlarının sonuna dek sürdürdüğü “Özlenen Fark Aylık İlim Araştırma Dergisinde” baş yazarlığını yapmakta idiler. Bir takım maddi olanaksızlar hasebi ile takriben 20 aydır çalışmalarına ara veren Özlenen Fark; sırf Abdullah Farûkî el-Müceddidî Hazretlerinin, aşk ve heyecanı bitmeyen hizmet anlayışını yeniden sizlerle paylaşmak için “Rehber Basın Yayın Ltd. Şirketi” aracılığı ile “Rehber Aylık İlim Kültür Fikir ve Ahlak Dergisi” adı altında yeniden hizmet verecektir. Şunu belirtmeliyiz ki dergimiz anlayış olarak rahmetli üstadımızın çizgisinden zerrece bir farklılık içermemektedir ve geçmişinden ilham alarak geleceğini şekillendirmektedir. Dergimizi bunca ayrılıktan sonra ısrarla beklediğinizi bilmekteyiz. Fakat bilindiği üzere aylık dergi hizmetlerinde en önemli unsurlardan birisi devamlılıktır. Hizmetin aksamaması hususundaki düşüncelerimiz sizlerle bu süre içerisinde ayrı kalmamızın ayrı bir etkenidir. Rabbimiz kendi rızası doğrultusunda kesilmeyecek bir hizmet imkânı versin.
Dergimizde “Özlenen Fark’ın” samimi çizgisini muhafaza etmekle beraber bizler için fayda sağlayacağına inandığımız sağlık, edebiyat ve ileriki sayılırımıza âile, çocuklara yönelik bölümlerle de hizmet sunacağız.
Kapitalizm’in çarpık bir şekilde yapılanmaya ittiği ve menfaat çıkar üzere insanları yanlış merkezlerde cem ittiği toplumumuzda, hiçbir çıkar odağının ve grubunun sözcüsü olmayarak, hakkın ve haklının yanında olarak farklı kalmak istiyoruz.
Yazılar tamamen yazarlarımızın şahsi görüşleridir. Fakat bununla beraber çalışmaların; imla, anlatım ve mana bozuklukları vb. noktaları Yayın Kurulumuzca tetkik edilmektedir. Yazarlarımızla bire bir irtibatınız için birkaç sayı sonrası e-Mail adreslerini de yazı sonlarına ekleyeceğiz.
Dergi olarak sizlerin yapıcı eleştirilerine açığız. Bununla beraber “İki günü eşit olan ziyandadır” hadisinden mülhem olarak yeni şeyler öğrenmek ve okurlarımızla onları paylaşmak için yapacağınız çalışmalarla dergimize tüm destek ve katkılarınızı bekliyoruz. Dergimizle www.rehberdergisi.com ve e-Mailleriniz için info@rehberdergisi.com adresleri ile irtibat kurabilirsiniz.
Hedefimiz Rabbimizin Rızası uğrunda insanlığa hizmettir. Çalışmak bizden inayet Allah (c.c.)’dandır.
İÇİNDEKİLER
Nisan 2003 Yıl: 1 Sayı:1
1 Sunuş
3 Muzaffer YALÇIN
Bir Varisi Nebi Abdullah Faruki el-Müceddidi (K.S)
5 Abdulcelal EMANET
Allah (c.c.)’ye İman ve Önemi
7 Abdurrahman ÇALIŞKAN
Araştırmalar, Sünnet Anlayışım Üzerine...
11 Mustafa ULUM
Ashab-ı Kiram (RA)’ın Rasulullah (s.a.v.)’e İtaat Anlayışı
13 Yakup YÜKSEL
Rasulullah’ın Dilinden Ehl-i Beyt
15 Arif YALÇIN
Emri-Bil Maruf ve Nehy-i An-il Münker
17 Rahim TÜTÜNCÜ
Hicri Yıllar
18...........................
Hadis ezberleyelim
19 Hatice ULUM
Hz. Âmine (R.Anha) ve Kutlu Doğum
22 Ayhan ÖZKAN
Sevgili Peygamberimizin Viladeti Öncesi Arap Yarım Adasında Sosyal Durum
24 Erol KILIÇ
Tasavvufun Menşei ve Toplum Hayatına Etkisi
26 Haydar GÜMÜŞÇÜ
Süleyman Çelebi (?-1422)
28 Döndü ERDAL
Hz. Zeyneb’in Hane-i Saâdetteki İş Atölyesi
29 Reyhan KOÇER
Televizyon ve Getirdikleri
31 Dr. Muhammed Batuhan ÖZTAŞ
Hepatit (SARILIK)
Muzaffer YALÇIN
m.taha@farukinet.com
BİR VARİSİ NEBİ
ABDULLAH FARUKİ
el-MÜCEDDİDİ (K.S)
hz. Peygamber (s.a.v.)’in kainata teşriflerinin kutlandığı bu ayda bir varisi Nebi olarak, sünneti Rasulullaha tabi olma hususundaki samimi ve istikrarlı yaşayışla günümüzdeki bir çok insana örnek olan, Hz. Abdullah FARUKİ el MÜCEDDİDİ Hazretlerini tanıtmak istiyorum.
1999 yılında Ramazan aynının üçüncü gecesinde kendisini kaybettiğimiz Hz. Abdullah FARUKÎ Hazretleri, günümüz insanının sırâtı müstakim yolunu muhafaza etme hususunda, örnek olarak hayatı incelenmesi ve bilinmesi gereken bir alim ve Allah dostudur.
Zihinleri karıştıran ve rızayı ilahiye ulaşma hususunda, istikametten uzak yaşayış şekillerinden, Müslümanları uzaklaştırıp, vahyin nuru ve kuvvetiyle hareket eden, “Muhakkak ki sen büyük bir ahlâk üzeresin” ayetiyle güzel ahlakı tasdik edilen Rasulullah (s.a.v.) efendimizin sünnetlerine davet, onun temel prensibidir. Hemen bu noktada şunu da vurgulamak yerinde olacaktır ki, kendisine Peygamber Efendimizin ahlakından sonran Sahabe-i Kiram efendilerimize müminlerin annesi Hz. Âişe (Rha) şöyle buyurmuşlardır: “Siz hiç Kur’an okumuyor musunuz? Onun (Rasulullahın) ahlakı Kur’an’dır” Bu anlayıştan mülhem olarak, Abdullah FARUKİ Hazretleri, istikameti; yaşan bir Kur’an olan Hz. Rasulullah’a ittiba olarak idrak etmiş ve hayatına da böyle uygulamıştır.
Cenab-ı Hak yarattıkları içinde insanı en üstün varlık olarak halk etmiştir. Bu yaratılış sebebini de; “Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım” buyurarak bizlere haber vermiştir. Furkan Suresinin son ayetinde de “Siz ibadet etmezseniz dua etmezseniz ne işe yararsınız Allah size niye kıymet versin ki!”; buyurarak yaratılış gayesinden uzak olanların, huzuru ilahide hiçbir itibarının olmadığını Allah’u Azimüşşan Hazretleri böyle bildirmektedir.
Hakikaten müminler arasında İslam kardeşliğinin kalplere olan tesirinin azaldığı, insanların birbirine karşı hoşgörüyü kaybettiği şu günümüzde, gönüllere kaybedilen bu değerleri yeniden kazandırma yolunda bütün müminlerin baş vuracağı tek çare Allah’ın Rasulüdür. Abdullah FARUKİ Hazretleri işte bu anlayışla yaşamış, kendisini sevenlere de bu yolda rehberlik etmiştir.
O, İlmi yakîn, bir alimdir. İslam’ın ilme ve alime verdiği değeri iyi kavramış, mümtaz bir şahsiyettir İlmi alanda bir çok çalışmalara yapmış ve geriye tefsir, fıkıh, hadis ve güzel ahlâka dair eserler bırakmıştır. İlmi çalışmalarından daha sonraki sayılarımızda da genişçe bahsedeceğimiz Abdullah Faruki Hazretlerinin Ehlibeyt ve on iki imamlar isimli eserinden bahsetmeden geçmek de mümkün değildir. Bu kitap, bu alandaki boşluğu en güzel şekilde dolduran değerli bir çalışmadır. Ehlibeyt kavramının en doğru şekilde anlaşabilmesinde başvurulacak kaynak bir eser niteliğindedir.
Evet, o bir ehlibeyt hayranıdır. Bu sevgisini de onların ahlakıyla Allah’a ve Rasülüne itaat ederek ortaya koymuştur. Böylece kuru kuraya ve yanlış bir sevgi iddiasından uzak olmuştur. Peygamber Efendimizin Fırkayı Naciye olarak isimlendirip, “...onlar benim ve Raşit Halifelerim’in yolunda olanlardır” diyerek tarif ettiği sahabe-i Kiram efendilerimize karşı son derece büyük sevgi beslemektedir. Allah’ın hükümlerini, onların Rasulullah efendimizden alıp yaşadıkları gibi yaşamayı kendisine bir düstur olarak kabul etmiştir. Sahabe-i Kiram efendilerimizin ahlakını ve sevgisini bir çok insana da kazandırmıştır.
“Din güzel ahlaktır” hadisi şerifi sıkça vurguladığı bir hadistir. Öyle ki, kendisini tanıyan bütün insanların zihinlerinde oluşan ortak husus, onun ahlakının güzelliğidir. Güzel ahlakı o kadar barizdir ki, her yaştan ve her kesimden insanlar onunla diyalog kurar ve ondaki bu güzelliği kolaylıkla keşfederdi. Fakirlerin davetlerini geri çevirmez, insanları ayrıt etmeden onlara yardım elini uzatırdı. Çok cömertti. Kendisi az şeyle iktifa ederken ihtiyaç sahiplerine çokça yardımda bulunurdu. Kendisine kötülük ve haksızlık yapanlara dahi iyilikle muamele ederdi. İnsanların kusurlarını yüzlerine söylemez ama şahıs belirtmeden topluma konuşarak yanlışları hatırlatır onları doğru ve güzel olan Peygamber Efendimizin ahlakına yöneltirdi.
Tevazu sahibiydi. Fakat sahip olduğu ilmin vakarını her yerde muhafaza da ederdi. Peygamber varisi olmanın manevi tesiri her halinden hissedilirdi. Gelen misafirlerini en güzel şekilde karşılar ikramlarda bulunurdu. Zamanı çok güzel değerlendirir boş ve faydasız şeylerle iştigal etmezdi. Seferlerinde gidiş ve geliş zamanlarını Peygamber Efendimizin ahlakı üzere yapardı. Kendi rızkını bizatihi hayatının sonuna kadar kendisi çalışarak kazanmış ve bu hususta kimseden yardım kabul etmemiştir. Aile geçimini çalışarak kendisi temin etmiştir.
Hoca efendi gerek yurt içinde gerekse yurt dışındaki gelişmeleri yakında takip eder, dünya üzerindeki Müslümanların durumlarıyla da yakından ilgilenirdi. Son derece duyarlı bir kişiliğe sahip bulunan hoca efendi çevresinde bulunan insanların durumlarıyla da yakında ilgilenirdi. Hasta olan insanları ziyaret eder onların manen destekçileri olduğu gibi, ihtiyaç sahiplerine maddeten de yardım ederdi.
Evinde geniş bir kütüphaneye sahip olan Hoca efendi kitap okumaya son derece önem verirdi. Çalıştığı iş yerinde, oturduğu odasında küçük birer kütüphane kurarak boş kaldığı zamanlarda kitap okur, hem kendi zamanının değerlendirir hem de bu konuda diğer insanlara da güzel bir örnekte olurdu. Boş faydasız sözler konuşmaktan son derece sakınarak ilmi meseleler konuşur, etrafındaki insanların da bilgilerini artırırdı.
Bir çok hayırlı işte öncülük yapan hoca efendi daha fazla insana hizmet ulaştırmak amacıyla Ankara da bulanan bir vakıf kurmuştur. Kısaca FARUKİYE VAKFI olarak bilinen bu kurumun mütevelli heyet ve yönetim kurulu başkanlığını da bizzat kendisi yapmıştır. Aynı dönemlerde baş yazarlığını yaptığı Özlenen FARK isimli bir de dergi çıkarmıştır.
Satırlara sığması mümkün olmayacak kadar çok ve faydalı hizmetleri bulanan Abdullah FARUKİ Hazretleri, 63 yıllık hayatını Hz. Allah (c.c.) ve peygamber sevgisini her şeyin üstünde tutarak sevgisindeki samimiyetini de, istikamet üzere yaşadığı hayatıyla teyit etmiştir. Vefatından evvel buyurdukları şu veciz cümleler onun 63 yıllık ömrürün topluca manasını ifade etmektedir. Buyurdular ki: “Bizim yolumuzun esası üçtür.
1. Tevhidin hakimiyeti,
2. Sünnet-i Rasulullah’a iştiyakla ittiba (bağlılık)
3. Ehlibeyt sevgisi.”
İnsanları Allah (c.c.) ve Rasulünün yolundan uzaklaştıran nefsin heva ve heveslerine karşı, takip ettiği yolun yüksek terbiye metodunu ise, ehline şu şekilde ifade etmiştir: “HER SÜNNETİ SENİYYEYİ İŞLEMEK BİR NEFİZ TEZKİYESİDİR.”
Bir çok konuda bizlere rehberlik eden değerli efendim Abdullah FARUKİ el-MÜCEDDİDİ Hazretlerini rahmetle anıyor, derecelerini Âlî olmasını Mevlâmızdan diliyorum.
1Kalem:4
2Müslim, Müsafirûn:139
3Zariyat:56
4Ebû Dâvud, Sünnet:1, İbn-i Mâce, fiten: 17
5Buhari, Edeb:39
Abdulcelal EMANET
ALLAH (C.C)’YE
İMAN VE ÖNEMİ
Hamd-ü sena vacibu’l vücut olan Allah’a mahsustur. O, kerem ve fadl-u ihsan sahibidir. Celâl ve cemal sıfatlarından olan kemâl sıfatlarıyla muttasıf, noksan sıfatlardan münezzehtir. Yaratılmış olmaktan ve zeval bulmaktan beridir.
Salât-u selâm, Rabbimizin seçip en üstün kıldığı, ümmetin şefaatçisi ve rahmet peygamberi Hz. Muhammed Mustafa (s.a.s)’e ve onun temiz pak, Ehl-i Beyt’i ve ashabına, kıyamete kadar kendisine uyan ve yolundan gidenlere olsun...
Şüphesiz ki bu dünyaya gelen her insan için ilk olarak elde etmesi gereken en önemli şey, imandır. Dünya ve ahiret saadetini kazanmanın tek yolu ancak bu imanla yaşayıp, bu imanla ölmeye bağlıdır.
Allah (c.c.) kendisine şirk koşulmasını asla affetmeyeceğini, ancak şirkin dışındaki günahları dilerse affedeceğini Kur’an’da çok sarih bir şekilde beyan buyurmaktadır: “Doğrusu Allah kendisine şirk koşulmasını mağfiret etmez; ondan berisini dilediğine mağfiret buyurur. Kim de Allah’a şirk koşarsa, pek büyük bir ‘günah ve yalan’ iftira etmiş olduğunda şüphe yoktur.”1 Bu ayetten de anlaşılacağı üzere bu dünyadan imansız bir şekilde göçen bir kimsenin yüzü göremeyip cehennemden çıkmayacağı kesindir. O taktirde ebedi kurtuluş isteyen herkesin her şeyden evvel iman konusu üzerinde durarak, Allah (c.c.)’u indinde yüzünü ak edeceği sağlam bir inanca sahip olması gerekmektedir. Ancak şöyle bir kaide de var ki, her “inandım” diyen kişi Allah katında itibar görmeyecektir. Bunu bizler Rasulullah (s.a.s) Efendimizin hadislerinden anlamaktayız. Avf b. Malik (r.a.)’tan rivayet edildiğine göre, Resulullah (s.a.s? efendimiz şöyle buyurmaktadır.: “Yahudiler yetmiş bir fırkaya ayrıldı. Bunlardan biri cennette ve yetmişi ateştedir. Hıristiyanlar yetmiş iki fırkaya ayrıldı. Onlardan yetmiş bir fırka ateşte ve biri cennettedir. Muhammed’in canı kudret elinde bulunduran Allah’a yemin ederim ki, benim ümmetim de muhakkak yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Bir fırka cennette ve diğer yetmiş iki fırka ateştedir. Ya Resulullah! Cennette olan fırka kimlerdir? Diye soruldu. Resulullah (s.a.s)’de: ‘Sünnetime uyan ve sahabelerimin yolunda olan cemaattir.” diye cevap verdi.”2
Bu hadisten de anlaşılacağı üzere bu fırkalardan maksat, Ehl-i Sünnet mezhebine ters düşen itikat konularına ilişkin batıl mezheplerdir. Hanefî, Malikî, Şafî, Hambelî gibi amel ve fıkıh konularına ait mezhepler yani helâl ve haram konularında, fıkhî meselelerde ihtilafa düşen değişik görüşler beyan eden mezhepleri kastetmemiştir. Resulullah (s.a.s.)’in önemle vurgulamak istediği fırkalar, “tevhit” akidesinin temel meselelerinde, hayır ve şerrin takdiri, yani kader konusunda nebilik ve resullük şartlarında ve buna benzer konularda hak ehline yani Ehl-i Sünnet Ve’l-Cemaat’e muhalefet eden mezheplere mensup gruplardır.
O halde hak yolu arayan bir kimse itikat yani bir diğer ifadeyle iman ve onun esasları konusunda Resulullah (s.a.s) Efendimizin Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’e mensup olması, en önemli şarttır. Peki bu Ehl-i Sünnet Ve’l-Cemaat denilen fırkanın özellikleri nelerdir? Bunun hakkında da birkaç şey söylemek istiyorum: Ehl-i Sünnet Ve’l-Cemaat, Peygamber (s.a.s.)’in sünnetine, ashabın ve onların yollarını izleyenlerin sünnetine itikat, söz ve amel hususlarında sımsıkı sarılanlar ve bununla beraber bidatlerden uzak duran kimselerdir. Bunlar kıyamet gününe kadar ilahî yardıma mazhar olarak kalacaklar ve varlıklarını sürdüreceklerdir. Bunlara uymak, hidayet üzere olmak demektir. Muhalefet etmek ise sapıklıktır.
Ehl-i Sünnet Ve’l-Cemaat’in esasları ile ilgili inançları, Peygamber (s.a.s.)’in Cibril hadisinde haber verdiği şekilde, altı esasa iman etmek ve onları tasdik etmek diye özetlenebilir. Peygamber (s.a.s.) bu hususta kendisine soru sormak üzere gelen Cebrail (a.s.)’ın imanın mahiyeti ile ilgili sorusuna şöyle cevap vermiştir: “İman: Allah’a, meleklerine, kitaplarına, resullerine, ahiret gününe inanman, hayrı ve şerri ile kadere iman etmendir.”3 O halde iman bu altı temel esas üzerinde yükselir. Bu esaslardan biri yıkılacak olursa, elbette ki o insan mümin olamaz. Çünkü o kimse imanın esaslarından birini yitirmiş olur. Nasıl ki bir yapı ancak temellerinin üzerinde yükselebiliyorsa, iman da ancak bu esaslar üzerinde yükselir.
Hz. Adem (a.s.)’dan itibaren bütün peygamberler insanları Allah’a kulluğa davet etmişlerdir. “Ben cinleri ve insanları sırf bana kulluk yapsınlar diye yarattım.”4 Hükmü, beyanı çok açıktır. Kati nâslarla da sabittir ki iman ettik, “inandık” demek cennete gitmek için kâfî değildir. Yani ehliyet sahibi bir mümin yukarıda anlattığımız gibi itikadını Ehl-i Sünnet Ve’l-Cemaat anlayışına göre düzelttikten sonra, Rabbimizin bütün emirlerini her türlü sıkıntıya rağmen yerine getirmekle memurdur. İşkence ve zulüm olsa dahi istikamet üzere ilerlemek mecburiyetindedir. Zerre kadar hayır ve şerrin karşılığının bir gün verileceğini unutmamalıdır. Şayet sadece iman edilmesiyle Allah’ın rızası kazanılıp cennete gidilecek olsaydı bunu Hz. Peygamber (s.a.s.) Efendimiz gösterirdi. Ancak o bile gece gündüz demeden Rabbimize kulluktan, O’na itaatten bir an bile geri kalmamıştır. Bu yüzden bizlere düşen görev Allah’a güzel bir imandan sonra, O’na ibadete kendimizi alıştırmamız gereklidir. İnsanoğlunun karşısında öldükten sonra dirilmek, bu yaşanılan dünya hayatının bir hesabı ve bunun sonucunda cennet veya cehenneme girmek gibi kaygı duyulması gereken ciddi bir imtihanla yüz yüze olduğu halde neden şu geçici dünya hayatı insanoğluna daha sevimli ve sevgili olabilir ki?”... Bundan dolayı Allah’a kulluk bizlere şu teneffüs ettiğimiz havadan, kazanmak için her gün peşinde koşulan dünyadan daha önemli ve elzemdir.
Sonuç olarak diyebiliriz ki, iman ile amel arasında sıkı bir ilişki vardır. Amel imanın muhafazasını sağlar ve onu kuvvetlendirir. İman gönüle dikilen bir ağaç ise, ibadet de onun suyu ve gıdasıdır. İman ağacının büyüyüp gelişmesi için onu ibadet ve itaat suyu ile beslemek gereklidir.
1Nisa: 48
2İbn-i Mâce, Fiten, Bab:17, H.No:3992, Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned H.No:8404.
3Buhari ve Müslim, Kitabu’l-İman
4Zariyat: 56
Gönül iman ile dolduğu zaman
Çağlayanlar gibi coşar akar
Hakk sevgisini açtığı zaman
Nehirlere sığmaz taşar
Mehmet YALÇIN
Abdurrahman ÇALIŞKAN
abdurrahman00@farukinet.com
ARAŞTIRMALAR
SÜNNET
ANLAYIŞIMIZ
ÜZERİNE
Dinimizin güzel peygamberi Hz. Muhammed (s.a.s)’e hakkıyla ve gönülden ittiba etmenin adıdır, sünnet. Efendimiz (a.s.)a tabi olmamız gerektiğini, emirlerine itaat etmeyi, işaret buyurduğu Kur’an ahlakına sarılmanın önemini kavlî emir olarak Kur’an-ı Kerim’de ve hadis-i şeriflerde sıkça görmekteyiz. Sünnet-i Seniyye Kur’anın beyan noktasındaki en önemli kaynağı olması hasebi ile Sahabe Efendilerimiz, Tabiin, Müçtehit imamlarımız ve bir çok ulema Sünnet-i Seniyyenin mahiyetini dikkate alarak onu tarif buyurmuşlardır.
Bu tarifler Efendimiz (a.s.)’in bir çok yönüne işaret etmekle beraber, sonrası dönemde ihtisaslaşan Fıkıh, Kelam. Hadis Otoriteleri ve Usulcüler gibi bir çokları tarafından ihtisas alanına ışık tutar bir vaziyette sünnetin farklı farklı tarifleri yapılmıştır. Bu tarifler neticesinde bir birini kapsayan ve merkezden sünnetin bütün malzemelerini ele alan bir genişleme görülmektedir.
Kütüb-ü İslâmiyenin farklı alanlardaki eserlerine göz atan bir kişi bu vesile ile sünnet kelimesinin altında farklı terminolojik anlamlar bulacaktır.
İlmi tedrislerin bir usul içermediği ve eğitim disiplinin bozulduğu günümüzde, aile, toplum ve eğitim kurumları düzeyinde, çocukluktan itibaren öğrenilmesi gereken İslâmî ilimler de, bu disiplinsizlikten nasibini almıştır. Bu durumda geç vakitlerde de olsa –ki bu bir kârdır- dini vecibeleri tâlim için ilk müracaat kaynakları, bireylerce bilgili diye tanınan mahalli fertler veya ilmihal kitapları olmaktadır.
Sünnet ve hadis ilminin genel ve bilimsel anlamda ciddi olarak ilk eğitim sahaları da lisans okulları sayılabilmektedir. Bu durumda sünnet ilminin tâlimi topluma yeterli derecede ulaşamadığı için, sünnet-i nebeviden anlaşılması gerekenler halka göre entelektüel kalmaktadır. Yani sünnet ve hadis ilmi halka hakkıyla ulaşmayıp sayısı az olan bir kitle tarafından uğraş halindedir. Tabi ki henüz bu ilimle iştigal edenlerin kahir ekseriyeti de maksadı hasıl etmiş değillerdir. Netice itibariyle genel olarak bir mezhebin –mesela Hanefi- mukallidi durumunda olan ve tâbi olunan mezhebinde hakkıyla öğrenilmediği bir yapı içerisinde, sadece mezhebin ilmihal kitaplarında terim anlamlarca kullanıldığı üzere, sünnet kelimesi bilinir olmuştur. Yani sonuçta anlamlar Hadis-Sünnet, Hukuk-Fıkıh arasında karıştırılır olmuştur. Bu hususta şunu da ifade etmek gerekir ki; sünnetin hakkıyla anlaşılamaması ve neticesindeki sünnete hakkıyla ittiba edilmemesi, fikirsel düzeyde olduğu kadar amelî düzeyde de Hz. Rasûlün izinden, basit bir kar-zarar-sevap mantığı güdülerek, uzaklaşılmasına neden olmuştur.
İslam şeriatının hükümleri amelî, itikadî ve ahlâkî olmak üzere üç’e ayrılır. Yani genel olarak dinimizi bu üç vecih hükümlerin toplamından meydana gelir diyebiliriz. İslam, insanlar üzerinde ancak, bu üçlünün bir ada tutulması ile gerçek manada tezahür edeceği çoklarınca unutulmuş gibidir. Bu durumda mesela hukukçu, tüm dünyayı hukuk üzerine kuracak, başka bir şeyi ihtiyaç duymayacaktır. Sadece ahlâkla da gerçek anlamda din tezahür etmeyecektir. Yani sünnet malzemelerinden de bu üç vecihten her biri tek başına hakkıyla istifade edememiş olacaktır. Öyle ki hükümlerin konusu esnasında zorunluluk sırası takip edilecek, açık emir işaret etmeyen a’mâl-i Rasûl de zamanla tembelliklerin artması sanki bu davranış örnekleri kendilerini bağlamıyor sanılacaktır. Nihayet sadece farzlarla yetinen ve diğer hükümleri görmezlikten gelen, kasıtlı modeller çıkacaktır. Allah (c.c)’ın insanlar için kıymetini, ancak muttakiler ve onun aşıkları bilmiştir ve bilecektir.
Sorunlar ehl-i ilim nazarında, daha çok nelerin sünneti dairesi içerisine girdiği yönünde yoğunlaşırken, son dönem ilim adamlarının sünnete ittiba ve takva hayatındaki büyük düşüşten cesaretle halk da, sadece siyer eserleri okumak ve tarih bilgilerini artırmakla yetinmiştir. Diğeri bir durumsa yukarıda da işaret edildiği üzere kavramların karıştırılmasıdır. Halkın ilk müracaat kaynağı ilmihallerdir. Yani fıkhî eserlerdir ve sünnet tâbiri ile ilk defa bilimsel düzeyde fıkhi bir terim olarak karşılaşılır. İlmihallerde efâ-i mükellefin, yani mükellef bireylerin eylemleri farklı tasniflerle beraber özde aynı noktayı paylaşan tariflerle beraber özde noktayı paylaşan tariflere göre, müçtehitlerce sekiz gruba ayrılır. (Hanefî örneğine göre). Bunlar sırası ile farz, vacip, sünnet, müstehab, mubah, haram, mekruh, müfsit’tir. Buradaki sünnet terimi hükmi yani hukukidir. Buna hükmi sünnet de diyebiliriz.
Açıkça görülür ki bu ifadeler birer hüküm bildirir. Bu bağlamda sünnetin tarifi de şöyle yapılır: “Efendimiz (a.s.)’in farz ve vacipler dışında işlediği amellerdir.” Özürsüz olarak bunları terk etmek azabı gerektirmez ise de ayıplanmayı icap ettirir. (yani yaparsan sevap ve efendimizin şefaati umulur, kasıtlı olarak bile yapmazsan bu amellerin terki günah içermez.).
Bu sünnetin kavramının hükmi olduğunu söylemiştik. Zira sünnet denince efendimizden sadır olanlar akla gelirken emre işaret etmeyen ayetlerinde sünnet olarak hüküm içerdiğini bulmak da mümkündür. Mesela: Boşanmalarda şahit bulundurulması, borçluya mühlet verilmesi, akitleşmenin yazılmasını emreden ayetler Fakîhlerin çoğunluğunca sünnet olarak anlaşılmıştır. Mescide giderken veya namaz kılarken en güzel elbiselerimizi giyme emir ise yine sünnet kabilinde görülmüştür. Bir de sünnet; müekked ve ğayri müekked veya sünnet-i hudâ ve sünnet-i zevâid diye ikiye ayrılır. Efendimizin bir beşer olarak yemek yemesi, giyinmesi, tavsiyeleri ğayr-i müekket veya zevâid sünnet grubuna dahil edilir.
Efendimiz (s.a.s.)’e tabi olmak, sünnete ittiba etmek hakkında camilerde, kürsülerde, vaazlar işitiriz. Lakin öyle ki toplumumuza sünnet hakkında şu kanaatin uyandığı bir realitedir: “Sünnet= yaparsan sevap, yapmazsan günah değil”. Temel itibarla elbette Sünnet-i Seniyye’in kürsülerden bu tarzda anlatıldığına inanmamaktayız. Çünkü bu mantıkla anlatılır ve ardından da sünnet ittiba çağrısı yapılırsa elbette bir heyecan doğurmayacaktır. Gerçek o ki ilahî hikmet ve heyecanların gönül birliktelikleri ile yaşanmaya çalışıldığı, halkın ancak küçük bir kısmını oluşturan gruplar dışında artık; sünnet, toplum nazarında bir şey ifade etmez olmuştur. Zira nasıl olsa yapmayınca günah değildir. O halde niye yapılsın ki!... hem kaç tane din adamı bu hususta titizdir ki?
Bunun günah keçisini, sorumlusunu aramaktansa sorunun nereden, nasıl kaynaklandığını bulmak ve sorunu nasıl çözmek gerektiğine bakmak herhalde en doğru olanıdır.
İlk olarak ilmihallere bakılmalıdır. İlmihallerde, sünnet kısmında, sünnetin Peygamber Efendimizin söz, fiil ve takrirleri olduğu ve bunların da kuvvet sırasına göre müekked, gayr-i müekked veya mendup diye ayrıldığı örneklerle beraber anlatılır. Lâkin sorun, maksadın tarifler yoluyla anlatımı esnasındaki dikkatsizliklerden kaynaklanmaktadır.
Meselâ şu tarife bakalım: “Hazreti Peygamberin devamlı yaptığı, sırf bağlayıcı ve kesin bir emir olmadığını göstermek için nadiren terk ettiği fiillere müekked sünnet” denir. Altı çizili kısımda, en kuvveti sünnet diye tarif edilen müekked sünnetin bağlayıcı olmadığı vurgulanır. Yani bir kısım sünnetler söyleve göre, Peygamberimizin kendisini bağlamaktadır. Müslümanların ise aslen bağlamakta; fakat yaparsa sevap alacaklardır. Yani önü açık bir tariftir. Elbette bu anlatım tarzında bir cümle, zamanla insanların sünnetten, gerçektende bağlılığını koparmış olacaktır. Aksine Efendimizin çok sıklıkla yaptığı ve bazen terk ettiği amellerde kendi lisanıyla şu ifadeye çokça rastlarız: “...Size farz olmasından korktuğum için... veya Size farz olmasından korkmasaydım....’yı emrederdim” gibi. Efendimizin Misvak hakkındaki hadisleri buna en güzel bir örnektir. Hadîs-i Şeriflerinde şöyle buyururlar: “Ümmetime-yâhud (diğer rivayete nazaran) nâsa- (farz kılınarak) meşakkat vermek korkusu olmasaydı kendilerine her namaz kılarken misvak (isti’mâlini) kullanmayı emrederdim.”
İşte burada ön plana çıkan unsur, Efendimiz (a.s.) tarafından sıklıkla yapılan ve bazen terk ettiği amelleri bizim üzerimize, farz olmamasıdır. Yani bizi bağlamadığını değil bilakis farz derecesinde bir bağlılığın olmadığı vurgulamaktadır.
Niçin? Çünkü farzın terki ve karşılığı azap irtikap etmesidir. Rahmet Peygamberi olan Efendimiz (s.a.s) ümmetinin bu noktada zorlanacağını ve terk ettikçe günah işlemiş olacaklarını ve direk azabı celb etmiş olacaklarını bildiği için, sıklıkla işlediği, bizim için sonsuz güzelliklerin olduğu ahlak ve fiillerinin bir çoğunu farzlar gibi emretmemiştir. Ümmetin bu güzel ahlakları görüp kendiliğinden yaşamalarını istemiştir. O ümmetine çok düşkündür. Onları çok sever ve hatalara düşmemelerini kendilerinde daha fazla ister. Onun emri Allah katında hüccettir. O halde bize bu amelleri, gücümüzün yettiği kadarı ile mutlaka yapılmasını istemiştir ve karşılığı Allah’ın rızasıdır. Aksi halde “ üzerine farz olmasından korktuğum için emretmedim” ifadesinden aklı selim olan herkesin anlayacağı şey şu olmalıdır: “Bu iş o kadar önemli ki nerede ise farz kılınacak. O halde bu ameli elden geldiği kadar terk etmemeliyim.”
Malûmdur ki genel olarak sünnet’i kuvvet itibari ile iki kısma ayırmışlardır.
Efâl-i mükellefinde ameller karşılığı olarak da değerlendirilir. Yani bir emri yapmak farz ise terki haramdır. Vacibin işlenmesi emirle istenir, terkide günah kazandırır. İkinci derece günahlar mekruh sınıfına dâhildirler. Mekruhlar kuvvetlerine göre Tahrîmen ve Tenzîhen olarak ayrılırı. Vacibin terki sonucu tahrîmen mekruh oluşuru. Bu mekruh harama yakındır. Çokları haram gibi görmüştür. Terk edilmesi azabı gerektirir.
Sünnet uyulduğu taktirde sevap içerir. Efendimizin kıyamette şefaati umulur. Terki ise ayıplanmayı gerektirir. Bu ayıplanma daha çok sünnet-i müekked için ifade edilir. Dikkat edilmesi gereken kısım şudur: “Sünnetin terki ayıplanmayı, kınanmayı gerektir. Bu ne manaya geliyor? Kim ayıplıyor? Ne zaman ayıplar? Bu sorunun cevâbı bir çok sorunu çözmektedir. Bu sorunun cevabını vermeden önce şu hususa da dikkat çekmek gerekmektedir. Farzın karşılığı haram, vâcib’in karşılığı Tahrîmen mekruh olarak ifade edilmiştir. Bu süreç aslında sünnetinde (fııkhî sünnetin) karşılığı mekruh olmalı değil midir? Ve bu vesile ile sünneti terk eden gibi mekruh ile iştigal eden kişi de kınanır hükmü ile hükümlendirilmeli değil midir? İşte bu nokta da bir ifade edememe problemi vardır. Tenzîhen Mekruhunun karşılığının nebd ( sünnet ve müstehap) olduğu ifade edilmekle beraber, sünnetin terki için gerekli görülen ayıplanma ifadesi mekruhun bu kısmı için gerekli görülen ayıplanma ifadesi mekruhun bu kısmı için unutulmuş veya ifade edilememiş durumdadır. Aslında fıkıh eserlerimizde, bir çok sünnetin terki söz konusu olduğu yerlerde, mekruh hükmü verilmiştir. O halde sorun ilk olarak da ifade ettiğimizi gibi halkın ilk müracaat kaynaklarındaki niyet değil, ifade problemidir. Örnek olarak ”bir Hanefî namaz ilmihali olan Halebî-i Sağîrde: “Başı açık olarak namaz kılmak mekruhtur” denmektedir. Zirâ başı kapalı ve sarıklı olarak namaz kılmak bu durumda sünnettir.
Aslında ilmihallerde bunlara benzer daha çok ifade problemi bulmak mümkündür. Fakat biz burada maksadın anlaşıldığı kanaatiyle örneklere son veriyoruz.
Şimdi sünnetin terkinde “ayıplanma gerekir” hükmünü açalım. İlmihal eserlerimizde sünneti terk eden veya mekruhla iştigal edenleri kişinin belli bir zamanda, belli yöntemlerle, belli bir miktar ve belli şekillerde mü’minler veya emîrleri tarafından kınanır diye bir açıklama yapılmamaktadır. Yani bu yönde verilmiş açıklayıcı hükümler de yoktur.
Günümüz toplumunda özellikle ilim ehli olan bazı kişilerce sünneti terk etme bir fazilet sayılmaya başlanmış, sünnetle iştigal edenlere “sofu” gibi lakaplar takarak dalga geçilir duruma geçilir olmuş, hatta birçok samîmî Müslüman sünnetleri işlerken gizli saklı yapmaya başlamıştır. Yani tarihî seyr açısından da bu “ayıplanma” hükmünün insanlar tarafından icrası sarih değildir. Tabî ki eski dönemler için yâni toplumda takvanın hakim olduğu sahabe ve sahabe sonrası bazı devirler bunun dışında tutulabilir. Fakat netice itibari ile kınayanlar insan olmadıklarına göre tek bir kınanma mercii kalıyor o’da Hazreti Allah (c.c.)’tır. Bu vesile ile kınama işleminde elbette kıyamette gerçekleşecektir. Mâlum ki emirlerin terki nasıl ki kıyamette azabı gerekli kılacaksa sünnetlerin terkide Allah tarafından azarlanmayı, kınanmayı gerekli kılacaktır. Kişi sünnetlere uyarsa zaten, bi-iznihî Teâla ahrette şefaat-i Rasulullah’a kavuşacaktır. Bu hususta birçok hadis rivayet edilir.
Aslında burada bizler için farklı ilimler yatmaktadır. Bunlardan birisi; sünnetin terkinde kınayacak olanın Allah (c.c.) olması, uyulduğu taktirde sünnetin mükâfatın direk Allah’ın vermesi manasına da gelir ki bu Efendimizin en ufak bir fiilinin ve bu ahlâk-ı Rasûle uyanların bile Allah katındaki kıymetini ortaya koymaktadır. Diğer bir gerçek de şefaatin, aslında Allah’ın affetmeyi murâd ettiği kullarına Efendimizin eliyle merhamet etmesidir. Yine diğer bir hakikatse Allah’ın affetmeyi murat ettiği kullarına dünyada Efendimizin sünnetlerine uyma nimetini bahşediyor olmasıdır. O halde sünnetlerden uzak kulların ahrette hangi dala tutunacakları meçhuldur. Aklımıza; “İşlediğimiz farzlar var ya! Diye bir soru gelebilir. Şu açık bir şekilde bilinmektedir ki; farzlar açık bir emir neticesi olduğu için nefislerini tezkiye etmemiş kullar bunları emir diye, zoraki, zorlanarak, azap korkusu ile, aşksız, ihlastan uzak, çoğu kez de alışkanlık olarak ve namazı; “kulun Rabbi ile vuslatı” şeklinde göremeden yapmaktadır.
Farzlardan hemen hemen zevk alarak yapmak kolay değildir. Sünnetler farzlar gibi emredilmemiştir. Yani sünnetlerde kişinin kendi gönlünün isteği ve sevgisi ön plana çıkmaktadır. Onun için ihlâslı ameller, yapılan sünnetlere, nafilelere daha yakındır. Bir çok din büyüğümüz, ‘kişinin farzlardan zevk alarak onları ikâme etmesinin ancak sünnetlerle çok fazla meşguliyet sonrası yakalanabilecek bir haslet olduğunu’ ifade etmişlerdir. Yani en önemli, en kuvvetli ve Allah katındaki en makbul ibadetler olan farzlardan hakkıyla istifade etmek ve feyz almak ancak, sünnet-i seniyyelere ittibada yakalayacağımız yüksek iştiyak ve ihlasa bağlıdır. Tabi ki sünnet ve nafilelerle meşgul olacağım derken de farzlarda bir gevşeklik göstermemeliyiz.
Bu dünya bir imtihan sebebi olup, insanların hangilerinin daha güzel amel yapacaklarını Allah (c.c.)’ın imtihan ettiği yerdir. Allah (c.c.) içi ihlâsla dolu olmayan amelleri kabul etmeyeceğini açıkça beyan eder. O halde sünnetler belki de bu dünyanın imtihan noktasındaki en önemli unsurlarıdır. Şu halde acaba sünnetler farz gibi emredilmeli miydi? Diye bir soru sorarsak işte Efendimizin birçok efâlinin kıymeti ve niçin Farz gibi emredilmediği, ama yapılması istendiği açıkça anlaşılmış olacaktır. Zira bizler sünnetlerle hem Rabbimizin emirleri olan farzlarda hakikî ikameyi yakalayabiliriz ve farzla gibi sınırlı olmayan ve herkesin bu hususta adeta yarışa bırakıldığı güzel ameller noktasında en güzel ahlakların sahibi olan Rasûlullah efendimize tâbî olarak Rabbimizin imtihanında başarılı olabiliriz. Zira Rabbimiz “hangilerimiz da güzel amellerde bulunacak” diye denemek için bu dünya ve kazançların karşılığı olan ahreti yaratmıştır.
Buraya kadar toplum düzeyinde sünnetin anlaşılmasındaki ilk etmen olarak ilmihal içerisindeki ifade problemlerine dikkat çektik. Bir de sözü edilen sünnetin efendimizin genel ahlak ve amelleri içerisindeki sadece bir kısım yönlerine işaret ettiğini, bunun hadis-i nebevide sıkça görülen ve insanların onunla amele davet edildiği sünnet-i seniyye kavramından biraz daha dar anlamda olduğunu ifade etmeye çalıştık.
Toplumumuzun inanç ve amel olarak zayıfladığı günümüzde, sonucunun ne olacağını kestiremeden farzlarla yetinen kişiler çoğalmıştır. Ameli manada dinimizin hangi emir ve işleri öncelediğini, hangi işin karşılığının ne olduğunu müçtehit imamlarımızın tespiti şüphesiz zorunludur. Bu tespit çalışmaları neticesi olarak mezhepler inkişaf etmiş ve dînî hayatımız kolaylaşmıştır. Allah imamlarımızdan sonsuz razı olsun. Fıkhî düzeyde amellerin tasnifi zorunludur. Fakat tembel olan ve işin ehemmiyetini kavramayan mukallitler bu tasnifleri yer yer yanlış anlamışlardı.
İşte ikinci sorun yine ilmihal okuyuşundaki hatalardır. İlmihallerde amellerin kuvvet sıralarına göre dizilimini dikkate alarak, en önemlisini yapsak yeter anlayışı hakim olmuştur. Bu tembellik halkta sünnetlerin terkinden farzlara doğru çıkmaktadır. Mesela şu an toplumda ‘art arda üç cumayı geçirmeyelim, nikahımız düşmesin!” anlayışı bunun tipik bir örneğidir.
Halbuki aynı ilmihale şöyle bakılmalıdır. Farz, vâcip, nebd, sünnet; bunların hepsi Efendimizin amelleri neticesi olup hepsi önemlidir. Bunlar sünnete doğru gidildikçe zayıflayan hükümler değil, bilakis sünnetten farza gittikçe kuvvet bulan hükümlerdir. Sünnetlerin genel ifadeleri fıkhî terminolojideki gibi olmasa da bir çok kısmı özdeştir. O halde Efendimizin sünneti hakkındaki “Sünnetimi terk ederse benden değildir” şeklindeki mübarek sözleri daha en düşük düzeyde bağlayıcılığı olan sünnetin hükmünü göstermektedir. O halde farzlardan sünnet’e doğru hükmün zayıfladığını mı, yoksa sünnetten farza doğru hükümlerin kuvvet mi bulduğunu okuyucuların taktirine bırakıyorum. Efendimizin sünnet hakkındaki bu uyarılarını dikkate aldıktan sonra artık vâcip ve farzın ehemmiyetini daha iyi anlamamızın mümkün olduğuna inanıyorum.
Kıymetli Üstadımız Abdullah Farukî el-MÜCEDDİDÎ Hazretlerinin sünnet telakkileri, 1985 itibâren Ankara’daki sohbet halkalarında kendisini hep şu şekilde ifade etmiştir: “Sünnet: Efendimizden (a.s.)’den sâdır olup da, bizler için taklit edilmesi, vîsal orucu gibi yasaklananlar hariç onun bütün amel, iş, ahlak, emir, tavsiye ve nasihatleridir. Bu vech ile Sünnet-i Seniyye; kendi içerisinde yeniden; farz olan sünnet (farzlar), vacip olan sünnet (vâcipler), neb olan sünnetler (sünnet, müstehap ve nâfileler), mubah olan sünnetler (câiz olan işler ve tüm helaller) diye ayrılmaktadır. Şu halde sünnet dinin tüm emirlerini içerisine almaktadır. Yani sünnet dini en geniş dâiresini oluşturmaktadır.
Araştırmamıza sünnet anlayışımızdaki bazı problemler ve nedenlerine kısaca değinmeye çalıştık. Tafsilatlı bilgi sunulması gereken bu ehemmiyetli konumuza dergimizin gelecek sayısında da bu konuya yer vermeye çalışacağız. Bir sonraki çalışmamızda toplum olarak sünnet telakkimize, din görevlilerin ve câmilerin bu husustaki icrasına, sünnet anlayışımıza olumsuz etkisi olabilecek bazı unsurlara ve geçmişte günümüzde ehl-i ilmin ile takvayı öncülleyen İslam büyüklerimizin bu husustaki duruşuna değinmeye çalışacağız. Sünneti hakkıyla anlayıp gönülden tâbi olmamız dileklerimle...
Mustafa ULUM
mustafaulum@farukinet.com
ASHAB-I KİRAM (RA)’IN
RASULULLAH (S.A.V)’E
İTAAT ANLAYIŞI
Cenab-ı Hakk (c.c) Kur’an-ı Kerimde: “Kim Peygambere itaat ederse, hakikatte Allah’a itaat etmiş olur.”, “(Rasulüm) deki: Eğer siz Allah’ı seviyorsanız, hemen bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Zira Allah (c.c.) çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir. “ buyurmaktadır. Bu iki ayet-i kerime’de Allah (c.c.); peygamberine itaati, kendine olan itaat gibi saymaktadır. Peygamberimize itaat etmek ise O’nun sünnet-i seniyyelerini yerine getirmekle mümkündür.
Cenâb-ı Hakk (c.c.): “Rasulullah (s.a.s.) hakkında: “O, hevadan konuşmaz, ancak kendisine vahyedileni konuşur.” buyurmaktadır. Ayette konuşmak fiili özellikle ‘nutk’ kelimesi ile ifade edilmiştir. “Nutk”, kelimesiyle anlatılmak istenen şeylerden birisi de Rasulullah (s.a.s.)’in konuştuğu sözlerin tamamı Allah’ın vahyetmesi iledir. Dolasıyla Peygamberimiz (s.a.s.)’in her hali Allahın bir irşadıdır.
Peygamberimizin iki yönü vardır ve her ikisi de bizim için örnektir. Bu nedenle mutlaka tabi olunması gerekmektedir. İşte ashab-ı Kiram (r.anhüm)’ın, Rasulullah (s.a.s) Efendimize itaatleri ve anlayışları bu minval üzereydi. Onlar Rasulullah (s.a.s.) Efendimizin her ahlâkını ve sözlerini, emir telakki edip, tam bir teslimiyet ve sadakatle, hayatlarına hemen tatbik etmiş güzide insanlardır.
Ashab-ı Kiram (r.a) Allah’a iman edip, Rasulullahı dünya gözü ile görüp, sünnetine de mutakabatla, peygamberlerden sonra insanlığın en yüksek derecelerine kavuşmuşlardır. Onlar hakkında Efendimiz (s.a.s.): “Ashabım, yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız doğru yolu bulmuş olurusun.” Buyurmuşlardır.
Rasulullah (s.a.s.) hadis-i şeriflerinde buyurduğu gibi kurtuluşa ancak kendisine ve ashabına uyanların olacağın özellikle belirmiştir. Sahabe-i Kiramın hayatında Efendimiz (a.s.)’in emirlerini dinleme ve O’na itaat hakkında sayısız örnekler vardır. Onlardan bir kaçı şöyledir:
Abdullah b. Reveha (r.a.) bir gün mescidin yakınlarındayken, hutbe okumakta olan Allah Rasulü’nün: “Oturun” dediğini duydu. Hemen olduğu yere oturdu. Efendimiz hutbesini bitirinceye kadar orada durdu. Rasulullah (s.a.s.), durumu öğrenince Abdullah’a; “Allah senin, kendisine ve Peygamberine itaat hırsını artırsın.” diye dua etti.
Yine Hz. Ebu Bekir (r.a.) Efendimiz (s.a.s)’in sünnetlerini yerine getirmedeki hassasiyetini şu şekilde dile getirmiştir: “Rasulullah (s.a.s.)’ın yaptıklarından hiçbirini terk etmedim. Hepsini işledim. Eğer Rasulullah’ın sünnetini terk edersem, hak ve hidayetten sapıtmamdan korkarım.”
İbn Ömer (r.a) anlatıyor: “Babam Ömer (r.a.), bir defasında yeni bir gömlek giymiş, benden de bir bıçak istemişti. Bıçağı götürdüm. Bana: “Oğlum, gömleğimin yenlerini parmaklarımın uçlarına kadar çek, fazla gelen kısmı kes, dedi. Ben de her iki yenini dilediği şekilde uzatıp kestim. Ama düzgün olmamıştı. ‘Babacığım izin verirseniz makasla düzelteyim’ dedim. ‘Oğlum bırak öyle kalsın. Rasulullah’ın da böyle giydiğini görmüştüm.” dedi. Vallahi gömlek sırtında yırtılıncaya kadar yenleri hep böyle kaldı. Hatta yenlerinden kopan ipliklerin ayakların üzerine düştüğünü çok gördüm.”
Yine Hz. Ömer (r.a.) Hilafeti zamanında Şam’ın yakınında bir kaleyi Müslümanlar muhasara ettiler. İlahi hikmete binaen kale kolayca fethedilemedi. Öyle vakti yaklaşınca, Hz. Ömer (r.a.) öfkelendi. İslam askerini bir araya toplayıp şöyle buyurdu. “Bu âna kadar dek kalenin fethedilememesinin sebebi nedir? Melun kâfirler kim oluyorlar ki İslam askerinin karşısında bu kadar dayanmış olsunlar. Aranızda bir hata işlemiş kimse bulunmamış olsa, bunlar böyle dayanamazlardı.” diyerek huzurundaki Müslüman topluluğu bir nevi azarladı. Müslümanlar hayret içinde kaldılar. Her biri tevbe ve istiğfar etti. O sırada Ashab’dan biri ağlayarak Hz. Ömer (r.a.)’in huzuruna gelip şöyle dedi: “Bu gece teheccüd namazına kalktığım zaman karanlık olduğundan aradığım misvakımı bulamadım. Bunun için misvaksız namaz kıldım. Hata yapmış bir kimse varsa içimizde, benim bu hatam olabilir. Hz. Ömer (r.a.): “Tevbe ve istiğfar etmeye devam et” buyurdu. Bu hadiseden sonra bir saat geçmeden kale fethedildi. Nasıl ki Cenab-ı Hakk (c.c.) bu hadisede geçtiği üzere sünneti seniyyeye tabi olmanın neticesinde kafirlere karşı fetihler nasip ediyorsa, nefisle cihada da, nefse karşı manevi fetihler ihsan edeceği muhakkaktır.
Ashab-ı Kiramın ittiba anlayışlarından bir diğeri de: Rasulullah (s.a.s)’ı kendi canlarından, evlatlarından, ailelerinden daha üstün tutup, seviyorlar; Efendimizi kendi nefislerine tercih edip Allah ve Rasulü uğruna canlarını feda etmekten hiç çekinmiyorlardı.
Zeyd bin el-Desine’yi öldürmek için onu müşrikler harem-i şeriften dışarı çıkardılar. Ebu Süfyan ona şöyle dedi: “Ey Zeyd! Şimdi boynunun vurulması için senin yerinde Muhammed’in bulunmasını, senin de ailenin yanında olmanı ister miydin? Bunun üzerine Zeyd (r.a.): “Allah’a yemin ederim ki, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in değil benim yerinde bulunması, O’nun ayağına bir dikenin batmasına bile gönlüm razı olmaz.” cevabını verir.
Hz. Osman (r.a)’a: Sen bu derecelere ne ile ulaştın? diye sorduklarında: “Ben Allah’ın kitabını sağ tarafıma, Peygamber (s.a.s.)’ın sünnetini de sol tarafıma koydum. Allah Teala’nın sinemdekine muttali olduğunu bildim.” cevabını verir.
Hz. Ali (r.a)’a: “Siz Rasulullah’ı (s.a.s.) nasıl seviyordunuz? diye sorulunca; “Allah’a yemin ederim ki, Rasulullah (s.a.s.) bize, mallarımızdan, evladımızdan, baba ve analarımızdan, susamış olan kimsenin soğuk suya olan arzusundan, daha sevgili idi.” diye cevap verdi.
Peygamberimiz (s.a.s.): “Sizden hiç biriniz kendi heva ve heveslerini benim sünnetime tabi kılmadıkça gerçekten kâmil iman sahibi olamaz” buyurmuşlardı. Bu sebepledir ki, Ashab-ı kiramın Peygamberimiz (s.a.s.)’in sünnetine ittiba anlayışının da, O’nun sevdiği her şeyi sevme, anlayışı hakim olmuştur. Hatta Ashab-ı kiram Rasulullah (s.a.s.) Efendimiz’in yediği yiyeceklerde ve giydiği ayakkabılarına varıncaya kadar ona tabi olup, taklit ediyorlardı.
Bu hususta Hz. Enes (r.a.): “Ben Rasulullah (s.a.s)’ı tabağın içinde kabak ararken gördüm. Ben o günden beri kabak (yemeğini) severim.” buyurmuşlardır.
Yine güzide sahabelerden Abdullah ibn-i Ömer (r.a.) sığır derisinden yapılmış ayakkabı giyer, onu sarı boya ile boyardı. Bunun sebebi sorulduğunda: “Rasulullah (s.a.s.)’ın böyle yaptığını gördüğüm için yapıyorum”, demişlerdir.
Esleme oğlu Zeyd’den rivayet edilmiştir: “Abdullan ibn-i Ömeri gömleğinin düğmelerini çözülmüş olarak gördüm ve kendisine gömleğinin önünün çözülmesi hakkında hükmü sorunca: “Rasulullah (s.a.s.)’ı böyle yaparken gördüm.” demişlerdir.
İbn Sirin anlatıyor. Abdullan ibni Ömer (r.a.) müzdelife ile Arafat arasında bulunan Me’zemin boğazına gelince devesini çöktürdü, bizde çöktürdük. Arkadaşımla ben: “Her halde namaz kılmak istiyor.” dedik. İbn Ömer’in devesinin yularını tutan kölesi, “hayır namaz kılmayacak. Peygamber Efendimiz’in burada inip, def-i hacet yaptığını hatırladığı için o da def-i hacet yapacak” dedi.
Nafi nakl ediyor: “Ömer’in oğlu Abdullah, Peygamberimiz’in namaz kıldığı yerleri araştırır, oralarda namaz kılardı. Hatta Peygamberimiz’in inip altında istirahat ettiği bir ağaç varsa kurumasın diye her zaman gider ağacı sulardı”
Mücahit anlatıyor: “Bir keresinde İbn-i Ömer’le yolculuk yapıyorduk. Bir yere varınca sağ yahut sol tarafa doğru ayrıldı. “Niçin böyle yaptın?” diye sorduk. “Rasulullah’ın böyle yaptığını gördüm için bende yaptım!dedi.32
Nafi anlatıyor: İbn Ömer Mekke yolunda devesinin yularında tutup çekiyor ve :”belki tabanım Rasulullah’ın bindiği devesinin tabanını bastığı yerlere rastlar.” diyordu.33
Nafi diyor ki:”Dostum, eğer ibn Ömer’in, Peygamberimizin izini takip etmedeki titizliğini görseydin: “Bu adam deli” derdin.
Rasulullah (s.a.s.)’a Ashab-ı kiramın ittiba anlayışlarından biriside ibadetlerde az da olsa devamlılık arz eden, itidal (orta) yolu takip etme anlayışı idi. Bu hususla ilgili olarak Hz. Enes (r.a.)’ın rivayeti şöyledir: “Allah Rasulü’nün zevclerinden evine üç kişi geldi ve Rasulullah (s.a.s.)’in ibadetini sordular. Onlara Allah’ın Rasulünün ibadeti bildirilince, onu kendileri için az buldular ve şöyle dediler: “Rasul-i Ekrem-‘in yanında biz hiçbir şey değiliz. “Onlardan birinci: “Ben yaşadığım sürece bütün gece namaz kılacağım” dedi. İkincisi: “Ben yaşadığım sürece iftar etmeyip oruç tutacağım” dedi. Üçüncüsü de: “Kadınlara yaklaşmayacağım ve hiçbir zaman evlenmeyeceğim” dedi. Az sonra Allah’ın Resulü onların yanına geldi ve: “Şöyle şöyle söyleyen sizler misiniz? (söylediklerinize) dikkat ediniz. Allah’a yemin ederim ki , içinizde Allah(tan en çok korkanınız ve O’na karşı gelmekten en çok çekineniz benim. Buna rağmen ben bazen oruç tutuyorum, bazen tutmuyorum. Namaz kılıyorum, uyuyorum, kadınlarla da evleniyorum. Kim benim sünnetimden ayrılırsa, o kimse benden değildir.”
Yakup YÜKSEL
Çocuklarınıza üç şeyle terbiye edin; Kur’an tilaveti, Peygamber sevgisi ve Ehl-i Beyt sevgisi.” “Allah’ın üç hürmeti vardır. Bunları gözeten din ve dünyası hususunda muhafaza edilir, yoksa hiçbir şeyi korunmaz. Bunlara İslama hürmet, Peygambere hürmet, O’nun soy-sop ve sülalesine hürmettir.K” Allah için Ehl-i Beytimi sevmeden hiçbir müminin kalbine iman yerleşmez.”
RASULULLAH’IN
EHL-İ BEYT
Hamdlerin en ekmeli âlemlerin Rabbi Allah’a, tahiyyelerin en üstünü de Rasulullah Efendimize olsun. Amin
Cenab-ı Hakk Kur’an-ı Mübin’inde: “Allah, inanıp yararlı işler işleyen kullarını cennetle müjdeler. Ey Muhammed! De ki: “Ben sizden buna (tebliğime) karşılık, yakınlarıma sevgiden başka bir ücret istemem.” Kim güzel bir işlerse onun güzelliğini artırırız. Doğrusu Allah bağışlayandır ve şükrün karşılığını verendir.” buyurmaktadır. Âlimler bu ayeti kerimenin Peygamber Efendimiz (a.s.)’inEhl-i Beyt hakkında indiği görüşündedirler. Zira bu ayeti kerime nazil olduktan sonra Ashab: “Ya Rasulullah! Sevmemizi emredilen yakınlarınız kimlerdir?dediklerinde Fahr-i ÂlemEfendimiz@: “Ali, fatıma,ve çocukları ve torunlarıdır.” buyurmuşlar. Ayette geçen “güzel işler”den maksadın da Âl-i Muhammed sevgisi” olduğu vurgulanmaktadır.. Nitekim Rabbimiz kendi muradına uygun bir şekilde diğer ayet-i kerimede de Ehl-i Beytin tamamen temizlenerek ümmete örnek yapılmak istendiğini ve sevilmeye daha layık olduklarını vurgulanmaktadır. “Ey Ehl-i Beyt! Allah sizden günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor.”
Öyleyse gerek Hakk ve gerekse halk yanında sevilmek ancak temiz ve günahlardan uzaklaşmış olmaya bağlıdır ki, işte bu özellikler Ehl-i Beyt’te vardır. Bu, onların sevilmelerine ve hürmete layık olmalarına birer sebeptir. Rasul-ü Ekrem @ Efendimizin: “Allah Teala’yı size nimet verdiği için seviniz. Beni de Allah beni sevdiği için seviniz. Ehl-i Beyt’imi de Allah ve ben onları sevdiğim için seviniz.” buyurduğu hadis-i şerif ile de bu sevgi ve hürmetin önemi anlaşılmaktadır.
Ehl-i Beyt, kelime olarak ev ehli demektir. Istılahta ise Hz. Peygamberin @ aileleri anlaşılmaktadır. Bu konu, İslam tarihi içerisinde çokça tartışılmış ve üzerinde konuşulmuş bir konudur. Özellikle Ehl-i Beyt’in kimlerden oluştuğu hakkında çok sözler söylenmiştir. Bazen bu alan çok dar bazen de çok geniş tutulmuştur. Fakat her iki grubun delilleri de yine Rasulullah @ Efendimizin, Ehl-i Beyt’le sahabeyi birbirinden ayırmadığı ve hatta ailesinden olmadığı halde kendisini ailesinden saydığı Sahabe-i Güzin Efendilerimiz vardır. “Selman benim ehlimdendir.” buyurmaktadır. Hatta Tirmizi’in Hz. Ali (r.a.)’den rivayet ettiği Hz. Peygamber @’in şu hadis-i şerifi konuya daha açıklık getirmektedir: “Her peygambere eşrafından yedi kişi verilmiştir. Bana ise on dört tane verilmiştir. Onlar: Ali, Hasan, Hüseyin, Cafer-i Tayyar, Hamza, Ebu Bekr, Ömer, Mus’ab b. Umeyr, Bilal, Selman, Amlmar, Abdullah b. Mes’ud, Mikdad ve Huzeyfetü’l-Yemanîdir.”
Görülüyor ki, Ehl-i Beyt sevgisi sahabe ile iç içedir. Bunları bir birinden ayırmak, sahabe hakkında ayrı, ehl-i Beyt hakkında ayrı söz söylemek doğru bir davranış olmaz.
Hz. Peygamber @ Efendimiz bazı hadislerinde Ehl-i Beyt hakkında ayrı söz söylemek doğru bir davranış olmaz.
Hz. Peygamber@ Efendimiz bazı hadislerinde Ehl-Beyt ve sahabe hakkında şöyle buyurmaktadırlar: “Her şeyin bir esası vardır. İslam’ın esası da Rasulullah’ın Ashabını ve Ehl-i Beyti’ni sevmektir.” “Bir kimse Ashabımı, zevcelerimi ve Ehl-i Beyti’mi sever onlara dil uzatmazsa, dünyadan da onlara sevgi üzere ayrılırsa kıyamet gününde benimle beraberdir.” İslamda çocuk terbiyesi ile ilgili olarak da Rasul-ü Ekrem@ Efendimizin Ehl-i Beyt sevgisi hakkındaki hadislerine de dikkat edilmesi gerekmektedir: “Çocuklarınızı üç şeyle terbiye ediniz: Kur’an tilaveti, Peygamber sevgisi ve Ehl-i Beyt sevgisi.” “Allah’ın üç hürmeti vardır. Bunları gözeten din ve dünyası hususunda muhafaza edilir, yoksa hiçbir şeyi korunmaz. Bunlar İslama hürmet, Peygambere hürmet, O’nun soy-sop ve sülalesine hürmettir.” “Allah için Ehl-i Beytimi sevmeden hiçbir müminin kalbine iman yerleşmez.”
Ehl-i Beyt’i sevmenin hükmü farzdır. İmam-ı Şafii (k.s.)’nin konu hakkındaki görüşleri şöyledir: “Peygamber evladı benim vesilemdir. Onlar benim için Allah’a vesiledir. Onlar yüzü hürmetine kıyamet gününde sahifemin sağ tarafımdan verilmesini umarım. Ey Rasulullah’ın Ehl-i Beyti! Sizi sevmek, Allah’ın inzal buyurduğu Kur’an’da bize farz kılınmıştır. Size şu büyük şeref yeter ki; size salavat getirmeyen kimse namaz kılamaz..”
Sahabeye ve Ehl-i Beyt’e buğz etmek de yasaklanmıştır. Hadisi şeriflerden bazılarını burada zikredelim:
“Haşimoğulları soyuna ve ensara buğz küfürdür.” “Ehl-i Beyt’ime buğz eden münafıktır.” “Ehl-i Beyt’ime buğz edenin cehennemden gideceği başka yeri yoktur.” “Ey insanlar! Kim ki Ehl-i Beyt’ime buğz ederse kıyamet günü Allah onu Yahudilerle birlikte haşreder.”
Sonuç olarak namazlarda günde onbeş defa Ehl-i Beyt’e salat ve selam okuyan bir müminin onları tanımaması, haklarında ileri geri konuşması ve o altın nesilden gelip Ehl-i Beyt’in devamı olan kimselere buğz etmesi düşünülemez. Çünkü o altın nesil, Hz. Adem (a.s.)’dan Hz. Âmine annemize kadar tertemiz ve korunmuş bir nesildir. Zira o nesilden ne bir şirk koşan, ne bir yalan söyleyen ve ne de açıktan bir haram işleyen çıkmamıştır. Bizim zannımız ise öncesi temiz olan bu neslin Rasulullah @’dan sonra da kıyamete kadar tertemiz kalacağı ve sevileceğidir.
Ve’s-selamü âlâ meni’t-tebeâl hüdâ.
1Şura 42/23
2Buhari, İ. Ahmet, Bağavi, Heysemi: Mecmau’z-Zevâid, Suyuti: Ahyau’l-Meyyit bi Fezaili Ehl-i Beyt
3İbn Ebi Hâtim
4Ahzab 33/33
5Tabarani: Kebir, Hakim: Müstedrek, Tirimizi, Suyuti a.g.e.
5İbn Neccar, Suyuti a.g.e.
7Gümüşhanevi: Ramuzu’l-Ehadis
8Tahrim 66/6
9Taberani: Kebir
10Tabarani: Kebir, Ebu Nuaym
11Tirmizi, Nesai, İ. Ahmet
12Ayrıca bkz. Mektubat: 349. Mektup
13Heysemi a.g.e. , Suyuti a.g.e.
14İbn Adiy: El-Kamil
15İbn Hibban: Sahih, Hakim: Müstedrek
16Heysemi a.g.e., Tabareni: Kebir
Arif YALÇIN
www.arifyalcin@farukinet.com
EMRİ-BİL- MARUF VE
NEHY-İ AN-İL
MÜNKER
İyiliği emretmek ve kötülükten alıkoymak anlamına gelen EL-EMRU Bİ’L-MA’RÛF, VE’NEHYÜ ANİ’L-MUNKER müminler için farzdır. Mü’minler işlerini Allah (c.c.) için yaparlar ve Allah (c.c.) için yapılan her amel bir tebliğdir. Mü’min kötülükten uzak kalarak da örnek olur iyiliği yaparak da örnek olur. Hakîkatte bütün mü’minler örneklik anlamında emr-i bi’l-ma’ruf nehy-i ani’l-münker ile sorumludur. Fakat Allah (c.c.) kurumsal mana da organizeli olarak emr-i bi’l-maruf nehy-i ani’l-münker’in yerine getirilmesini istemektedir. Kurumsal düzeydeki bu tebliğ organizesi yapılmadığı taktirde tüm Müslümanlar ferdi sorumlulukları yanında bunun mes’ûliyetini taşırlar.
İyilik: Üstadımız Abdullah Fârukî el-Müceddidî Hazretlerinin tarifine göre: “Kelime-i Tevhid’in yaşanması ve yaşatılmasıdır.” İslam alimlerinin tariflerine göre ise: “Allah’u Teâlâ’nın emirlerinin eksiksiz yaşanması yasaklarından da şiddetle kaçınılmasıdır.”
Kötülük: “Allah’u Teâlâ’nın emirlerinin terk edilmesi, yaşanmaması, yasakların hayata geçirilmesidir. İyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmakla ilgili Kur’an-ı Kerim’de pek çok ayet-i kerimeler vardır. Bunlardan bir kaçını zikredersek; Allah’u Teâlâ biz müminler için bu ayetlerde şöyle buyuruyor.
“İçinizden insanları hayra çağıracak, iyiliği emredecek, kötülükten alıkoyacak bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” Bu ayette Müslümanlardan her kim hakkıyla Cenab-ı Hakkın bu buyruğunu yerine getirirse onlar için kıyamette kurtuluş müjdesi verilmektedir. Bir de Müslümanlar içinde sürekli, iyiliği emredip kötülükten sakındıracak bir topluluğun bulunması gerektiğini öğretiyor.
Diğer bir ayette ise: “Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder kötülükten de sakındırırsınız.” buyurarak Allah’u Teâlâ Sahabe Efendilerimizin şahsında bu vasıfla vasıflanan Müslümanların en hayırlı topluluk olduklarını belirtiyor.
Yine bu konu ile ilgili “O müminlerdir ki; eğer kendilerini yeryüzünde iktidar mevkiine getirirsek namazı kılarlar, zekatı verirler, iyiliği emrederler kötülükten alıkoyarlar.” Allah’u Teâlâ’nın namaz kılmayı ve zekat vermeyi, iyiliği emretmek ve kötülükten alıkoymakla beraber zikretmesi onun ehemmiyetini açıkça gösteriyor.
“Erkek ve kadın müminler birbirlerinin yardımcılarıdır, iyiliği emrederler, kötülükten alıkoyarlar, namazı gereği üzere kılarlar zekatı verirler:” bu âyeti kerimede bizler için birkaç öğüt vardır. İlki şudur: iyiliği emir ve kötülükten nehiy erkek ve kadın tüm Müslümanları kuşatmaktadır. Diğer bir öğüt namazı gereği gibi kılmak ve zekat gibi İslam’ın emirlerini bu tebliğci kişiler önce kendileri yaşamalıdır. Yani iyiliği emreden öncelikle kendisi iyi olmak zorunda. Kötülükten yine kendi kaçmalı ki başkalarına bunu söyleme hakkı doğsun ve tebliği fayda versin. Yine bir başka öğütte Mü’minler arasındaki dayanışmadır. Zîrâ ayette Mü’min erkek ve kadınların bir birinin Allah için arkadaş ve yardımcısı oldukları vurgulanır. Bu sabimi hava ve yardımlaşma ilk olarak âile içerisindeki dayanışmayı, tebliği kendisine vazife kılmış kimseye evvela âilesi ve arkadaşlarının yardımı tavsiye edilmektedir.
Rasûlullah (s.a.v.) Efendimizin iyiliği emretmek ve kötülükten alıkoymakla ilgili yüzlerce hadisi vardır. Bu hadislerden Peygamber Efendimiz (s.a.v.) biz Müslümanların iyilikleri yaşamamızı ondan sonra da ehlimize ve çevremizdeki insanlara iyilikleri yaşamalarını emretmemizi bildiriyor. Kötülüklerden de önce kendimizin kaçınmasını daha sonra da ehlimizin ve çevremizdeki insanların kaçınmaları için mücadele etmemiz gerektiğini bildiriyor.
Rasûlullah (s.a.v.) Efendimizin konu ile ilgili hadislerini hepimiz bildiği, en azından duymuş olabileceği bir hadisi ile başlayalım. Peygamber (s.a.v.): “Sizden bir kimse çirkin bir iş görürse onu eliyle değiştirsin. Eğer buna gücü yetmezse dili ile tağyir etsin. Buna da güce yetmezse kalben nefret (buğz) etsin. Bu ise imanın en zayıf derecesidir.” buyurarak iyiliği emretmek ve kötülükten alıkoymanın imanın alameti olduğunu, bunu eli ile yapmanın en zayıf derecesi, kalbi ile yapılmamasının ise Allah muhafaza imanın sönmesi anlamına geleceğini bildiriyor.
Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz başka bir hadislerinde de: “Ya Ebu Sâlebe! İyiliği, emret, kötülükten alıkoy, itaat edilen bir cimriliği, arkasından gidilen bir hevâyı, seçilen bir dünyayı ve her fikir sahibinin görüşüne güvendi
Henüz hiç kimse yorum yazmadı.