Şüphesiz ki bu dünyaya gelen her insan için ilk olarak elde etmesi gereken en önemli şey, imandır. Dünya ve ahiret saadetini kazanmanın tek yolu; ancak bu imanla yaşayıp bu imanla ölmeye bağlıdır.
Allah (c.c) kendisine şirk koşulmasını asla affetmeyeceğini; ancak şirkin dışındaki günahları da dilerse, affedeceğini Kur’an’da çok sarih bir şekilde beyan buyurmaktadır: “Doğrusu Allah (c.c) kendisine şirk koşulmasını mağfiret etmez; ondan berisini, dilediğine mağfiret buyurur. Kim de Allah’a şirk koşarsa, pek büyük bir günah ve yalan iftira etmiş olduğunda, şüphe yoktur.” Bu ayetten de anlaşılacağı üzere bu dünyadan imansız bir şekilde göçen bir kimsenin cennet yüzü görmeyip cehennemden de çıkmayacağı kesindir. O takdirde ebedî kurtuluş isteyen herkesin her şeyden evvel iman konusu üzerinde durarak, Allah(c.c) indinde yüzünü ak edecek sağlam bir inanca sahip olması gerekmektedir. Ancak şöyle bir mevzu da var ki her “inandım” diyen kişinin imanının Allah katında itibar görmeyeceğini, Rasûlullah (s.a.s.) Efendimiz hadislerinde ifade etmektedir.
Avf bin Malik (r.a)’tan rivayet edildiğine göre Rasûlullah(s.a.s.) Efendimiz söyle buyurmaktadır: “Yahudiler yetmiş bir fırkaya ayrıldı. Bunlardan biri cennette ve yetmişi ateştedir. Hıristiyanlar da yetmiş iki fırkaya ayrıldı. Onlardan yetmiş bir fırka ateşte ve biri cennettedir. Muhammed’in canı kudret elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki benim ümmetim de muhakkak yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Bir fırka cennette ve diğer yetmiş iki fırka ateştedir.Ya Resulallah! Cennette olan fırka kimlerdir? diye soruldu. Rasûlullah (s.a.s.) de: ‘Sünnetime uyan ve sahabelerimin yolunda olan cemaattir.’ diye cevap verdi.”
Bu hadisten de anlaşılacağı üzere bu fırkalardan maksat Ehl-i Sünnet mezhebine ters düşen itikat da yanlışa düşmüş batıl mezheplerdir. Hanefî, Şafiî, Malikî, Hanbelî gibi amel ve fıkıh konularına ait mezhepler yani helâl ve haram konularında, fıkhî meselelerde ihtilafa düşen değişik görüşler beyan eden mezhepleri kast edilmemiştir. Rasûlullah (s.a.s.)’in önemle vurgulamak istediği fırkalar, tevhid akidesinin temel meselelerinde, hayır ve şerrin takdiri, yani kader konusunda nebilik ve resullük şartlarında ve buna benzer konularda hak ehline yani Ehl-i Sünnet Ve’l- Cemaate muhalefet eden mezheplere mensup gruplardır.
O halde hak yolu arayan bir kimse itikat yani bir diğer ifadeyle iman ve onun esasları konusunda Rasûlullah (s.a.s.) Efendimizin kurtuluşa erecek fırka diye tanımladığı Ehl-i Sünnet Ve’l- Cemaate mensup olması en önemli şarttır. Peki, bu Ehl-i Sünnet Ve’l-Cemaat denilen fırkanın özellikleri nelerdir, bunun hakkında da bir kaç şey söylemek istiyorum:
Ehl-i Sünnet Ve’l-Cemaat, Peygamber (s.a.s.)’in sünnetine, ashabın ve onların yollarını izleyenlerin sünnetine itikat, söz ve amel hususlarında sımsıkı sarılanlar ve bununla beraber bidatlerden uzak duran kimselerdir. Bunlar kıyamet gününe kadar ilahî yardıma mahzar olarak kalacaklar ve varlıklarını sürdüreceklerdir. Bunlara uymak hidayet üzere olmaktır.Muhalefet etmek ise sapıklıktır.
Ehl-i Sünnet Ve’l-Cemaat’in iman esasları ile ilgili inançları, Peygamber(s.a.s.)’in Cibril hadisinde haber verdiği şekilde altı esasa iman etmek ve onları tasdik etmek diye özetlenebilir. Peygamber(s.a.s.) bu hususta kendisine soru sormak üzere gelen Cebrail(a.s)’ın imanın mahiyeti ile ilgili sorusuna şöyle cevap vermiştir:
“İman: Allah’a, meleklerine, kitaplarına, resullerine, ahiret gününe inanman, hayrı ve şerri ile kadere iman etmendir.” O halde iman, bu altı temel esas üzerinde yükselir. Bu esaslardan biri yıkılacak olursa, elbette ki o insan mümin olamaz. Çünkü o kimse imanın esaslarından birini yitirmiş olur. Nasıl ki bir yapı ancak temelleri üzerinde yükselebiliyorsa, iman da ancak bu esaslar üzerinde yükselir.
Hz.Adem (a.s)’dan itibaren bütün peygamberler, insanları Allah’a kulluğa davet etmişlerdir. “Ben cinleri ve insanları sırf bana kulluk yapsınlar diye yarattım.”
hükmü, beyanı çok acıktır. Buradan da anlaşılıyor ki sadece iman ettik demekle sorumluluk kalkmıyor, aksine kâmil bir imanın tezahürü olan salih amellerle de bu imanı izhar etmek gerekiyor.Yani ehliyet sahibi bir mümin yukarıda anlattığımız gibi itikadını, Ehl-i Sünnet Ve’l- Cemaat anlayışına göre düzelttikten sonra, Rabbimizin bütün emirlerini her türlü sıkıntıya rağmen yerine getirmekle memurdur. İşkence ve zulüm olsa dahi istikamet üzere ilerlemek mecburiyetindedir.Hz. Bilal-i Habeşî ve Yasir ailesi bunun en güzel örneklerindedir. Zerre kadar hayır ve şerrin karşılığının bir gün verileceğini unutmamalıdır. Şayet, sadece iman edilmesiyle Allah’ın rızası kazanılıp cennete gidilecek olsaydı bunu Hz.Peygamber (s.a.s.) Efendimiz gösterirdi. Ancak O bile gece gündüz demeden Rabbimize kulluktan, O’na itaatten bir an bile geri kalmamıştır. Bu yüzden bizlere düşen görev Allah’a güzel bir imandan sonra, O’na ibadete kendimizi alıştırmamız gereklidir.
İnsanoğlunun karşısında öldükten sonra dirilmek, bu yaşanılan dünya hayatının bir hesabı ve bunun sonucunda da cennet veya cehenneme gitmek gibi bir durum vardır.Bunun gibi ciddi bir imtihanla yüz yüze olduğumuz halde neden şu geçici dünya hayatı insanoğluna daha sevimli ve sevgili olabilir ki ?!.. Bundan dolayı Allah’a kulluk, bizlere şu teneffüs ettiğimiz havadan, kazanmak için her gün peşinde koşulan dünyalıktan daha önemli ve elzemdir.
Sonuç olarak diyebiliriz ki: İman ile amel arasında sıkı bir ilişki vardır. Amel imanın muhafazasını sağlar ve onu kuvvetlendirir. İman gönüle dikilen bir ağaç ise ibadet de onun suyu ve gıdasıdır. İman ağacının büyüyüp gelişmesi için onu ibadet ve itaat suyu ile beslemek gereklidir.
Allah(c.c.)'ye İman ve Önemi
Özlenen Rehber Dergisi 1. Sayı
Henüz hiç kimse yorum yazmadı.