Fetih'ten Yola Çıkarak Tarih Üzerine Bir Değerlendirme...
Özlenen Rehber Dergisi 74. Sayı
Öncesi ve sonrasıyla insanlar arasında yüzyıllardır konuşulan mevzulardan birisi de hiç şüphesiz İstanbul’un Fethidir. Tarihçiler, bilim ve fikir adamları aradan geçen onca yıla rağmen hâlâ konuyu irdelemekte, dönemin şartlarıyla beraber değerlendirerek olayları enine boyuna analiz etmektedirler. Şunları baştan ifade etmek gerekir ki İstanbul tarihin her safhasında coğrafi güzellik, stratejik özellik ve ekonomik değer açısından hep zirvede hep en önde olmuş yerleşim yerlerindendir. Bu kıymet, Efendimiz (s.a.v.)’in İstanbul’u fethedecek kumanda ve orduya övgüsüyle taçlanmıştır.Tarihi kronolojik olarak sıralayacak değilim ama Hz. Osman (r.a.) döneminde başlayıp 1453 Fatih Sultan Mehmed’in fethetmesiyle neticelenen; ama önem ve farkını hiçbir zaman kaybetmeyen, kuşatma ve muhasaraların nedeni olan İstanbul’un dünya, siyasi ve sosyal hayatındaki konumunu merkezi nokta olma özelliğini hatta ve hatta Birinci Dünya Savaşı neticesinde cereyan eden Çanakkale savaşlarının bile zeminini teşkil eden farklılığını iyi kavrayıp yaşadığımız zamana ve geleceğe iyi anlatmamız lazım.Tarih zaferlerle, övünme ya da mağlubiyetler neticesinde üzülüp ağlama ya da bir roman bir hikâye veya makale okunur gibi kitaptan sebep ve sonuçları tam irdelenmeden ezberlenen, bunun nihayetinde de üstünlük kibrine ya da aşağılık kompleksine kapılma aracı değildir, olmamalıdır. Ama tarih belki galibiyet ya da mağlubiyetleri; yer, imkân ve şahıslar nezdinde ele alıp irdeleyen, iyi olanları tekrar etme, bunun yanında da hezimete sebebiyet verebilecek olan durumları da yine iyi tanıyıp onlardan mümkün olduğunca uzaklaşma, onları tekrar etmeme noktası olabilir.Bizler, tarihi doğru okuyamadığımız için ondan gereken dersleri de alamadık. Tıpkı Kur’ân’da anlatılan kıssalardan da yeterince ders çıkaramadığımız gibi. Bilemiyorum kaç tanemiz ibret alıp Âd Semûd kavimlerinin Yahudi ve Hıristiyanların yaptıkları hata ve günahları işlememe adına bilinçleniyor, onların yapamadıkları kullukları sergileme adına girişimde bulunuyoruz. Ebeveynler, büyükler, eğitimciler, konuyla ilgili kurum ve kuruluşlar olarak hesaba katmadığımız nokta “tarihin; geçmişe hapsedilmesini önleme ve gelecek için referans olabilme” özelliğini göremeyişimiz, fark edemeyişimizdir. Bu noktada diyebiliriz ki biz tarihi gerçek anlamda okuyamıyor, anlayamıyor dolayısıyla da anlatamıyoruz. Cereyan eden hadiseleri sadece vuku bulduğu zaman açısından hatırda tutmak, şu tarihte şunlar olmuş, falan tarihte de şu olaylar meydana gelmiş demek tarihi bilmek demek değildir.Tarihin gelecek nesillere aktarılmasında da buna benzer sıkıntıların varlığı yetkililerce her platformda dile getirilen bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır. Yine eğitimcilerin diliyle ifade etmek gerekirse bizim eğitim sistemimiz insanımızın zihinsel yapısı ve idrak kabiliyetiyle tam uyum sağlayamayan, kısacası bizim üzerimize yakışan gibi durmamaktadır. Emanet ve bize yabancı olduğu çok net bir şekilde görülmekte olan bir tarih ilmine sahibiz. İddialı gibi duran bu fikrin sağlamasını herkesin kendi zihninde yapması adına şu soruları sormak yararlı olabilir kanısındayım. Ortaokul ya da lise yıllarınızda (üniversite mezunları için fakülte yılları da dâhil) öğrendiğiniz daha doğrusu ezberlediğiniz tarihi olayların kaç tanesinin kimler arasında hangi yıl ve hangi mekânda cereyan ettiğini hâlâ hatırınızda tutabiliyorsunuz? Ya da şöyle diyelim; belki defalarca ve değişik eserlerden okuduğunuz halde Efendimiz (s.a.v.)’in hayatını yıl yıl ve olay olay kaç tanemiz anlatabilir? İşte bu olumsuz netice, yanlış öğretim şekli sebebiyle tarihin bizim zihin dünyamızda istenilen yeri edinememesinden kaynaklanmakta ve bu da tedavisi en azından bugün için pek de kolay ve mümkün gibi görülmeyen bir hastalık olarak sinelerimizin en orta yerinde durmaktadır. Burada asıl önemli olan ve işin bâtınî boyutunu oluşturduğu için birçoğumuzun fark edemediği bir nokta da şudur: Bize öğretilen tarih, bizde büyük işler başarabilme adına tetikleyici bir unsur oluşturmuyor. Daha açık ifadelerle; mesela İstanbul’un Fethi bizim gençlerimizde dünyayı anlama ve dünya insanına fayda sunma adına bir kıpırdama meydana getirmiyor. Fatih 21 yaşında İstanbul’u fethedecek askerî, ilmî, fikrî, siyasî ve dinî donanımlara sahip ve zamanın en ileri medeniyetlerinden olan Osmanlı Devleti’ni idare edebilecek kadar yetenekli bir genç. Şimdi buradan yol alarak tarihin hayata yön verebilecek unsurlarını göz önünde tutarak şöyle bir sonucun ortaya çıkması lazım değil mi? Atalarının ya da dini manada büyüklerinin başarabildikleri büyük işleri aynı inanca ve aynı ruh dünyasına sahip sonraki nesillerin de başarmaları gerekmez mi? Öyleyse bizlerin bu büyük işleri icra edememesinin önündeki engel nedir? İşte burada bizim tarihimizin bizim gönül ve ruh dünyalarımızdaki yansımalarının olması gerekenden daha az olduğu hakikatidir. Biz kültürümüze, tarihimize, dini değerlerimize sahip çıkmayı bu çağa uymayan, çağdışı olgular olarak nitelendiriyoruz. Yüzlerce yıllık dinî ve millî kültürümüzü gelecek nesillere aktarmayı utanılacak bir şey olarak algılarken, asıl utanılması gerekecek birilerini hem de dinî ve millî hiçbir bağımızın olmadığı, birilerini en ince ayrıntısına kadar takip etmeyi de meziyet değer üstünlük sayıyoruz. İşte hatayı burada yapıyor ve her nedense burada yaptığımızın hiç farkına varamıyoruz.Bunun en belirgin sebebini ise yaklaşık son iki asırdır teknik-teknolojik gelişmişliğini alıp kendimize uyarlama adına yola çıkıp bize inançsal kültürel ve sosyal hiçbir açıdan tam uyum sağlamayan Hıristiyan Batı medeniyetini ilmî, fikrî, siyasî her alana da adım adım takip etmemiz oluşturmaktadır. Burada anti parantez bir noktayı daha hatırlatmak lazım ki, ortada birçok bilinçli insanın kabul ettiği büyük yanlışlıklar var. Bizler bu yanlışlıkları bulup çözmek ve düştüğümüz yerden kalkmak istiyorsak “Neden Batılılar gibi olmadık?” diye değil ama “Neden hayatı, kendi dini ve kültürel perspektifimizden okuyamadık?” “Neden geçmişimizle geleceğimiz arasında sıkı bir bağ kuramadık?”, “Neden doğru olana sahip çıkmayı onun zayi olmasını engelleyebilmeyi başaramadık?” diye düşünmek zorundayız.İşte bu perspektiften baktığımızda İstanbul’un Fethi de aslında bugünkünden daha farklı ama bunun yanında çok daha önemli bir konum arz etmektedir. Çünkü İstanbul, bütün dünyadan daha ziyade İslâm ve Müslümanlar için bir sembol, büyük bir şiar, en temiz sevda ve uğruna Eyyûb Sultanlar (Hz. Ebû Eyyûb el-Ensarî (r.a.)) misali binlerce kilometre yol alınabilecek, bunların yanında toprakları namahremlere çiğnetilemeyecek kadar kutsal ve aziz olan bir beldedir. İnsanın İstanbul’u bir Eyyûb Sultan (r.a.), bir Fatih Sultan Mehmed gözüyle görmesi lazımdır ki İstanbul’u İstanbul yapan değerin özelliğin farkına varabilsin. Yoksa olaya sadece “Fatih Sultan Mehmed önderliğindeki Osmanlı, Bizans ordusunu tarumar etti ve İstanbul’u alarak Anadolu ve Rumeli toprak bütünlüğünü sağladı” gibi açılardan bakarsak tarihin yanlış hatta çok eksik bilinmesine, en önemlisi de İstanbul’un fethinden yola çıkarak dünyayı, dünya insanlarını İslâm adına fethetme nimetine erişememe bedbahtlığına sebep olur ki bu da onların “Ni’mel Ceyş” olmalarına karşılık bizlerin “kaybedenler” olması manasına gelir.Tarihi böyle anlamak böyle algılamak belki tam maksat olamaz; ama hiç değilse o yolda bir adım olur. Bu düşünce gelecek neslin zihin dünyasına yerleşebilirse işte o zaman İslâm dünyası yine eskiden olduğu gibi etrafa ışıklar saçarken buna vesile de bizler oluruz. Malazgirt’te, Mohaç’ta, Dandanakan’da, Mercidabık’ta, İstanbul’un Fethi’nde, Çanakkale’de, Sakarya’da olduğu gibi İslâm adına verilen mücadelede en ön saflarda bulunur, Hakk’ın rıza ve hoşnutluğu sayesinde dünya ve ahiret saadetine nail olma şerefine ereriz.Biz bu idraki bir zamanlar yakalamıştık. Bu maya bizim hamurumuzda var. Sadece bugün için üzeri biraz tozlanmış durumda. Bizim; tarihi, sanatı, edebiyatı, “bizden” olacak şekle sokmamız; tüm dünyaya referans olabilecek basireti yakalayıp bu çağda insanlığa haykırmamız lazım. Bunu ümmet adına, birlik ve beraberlik adına, dünyanın yaşanabilir bir yer olması, zulmün, haksızlığın çifte standardın gözyaşının dinmesi ve İslâm’ın evrenselliği altında huzur dolu bir dünyada, huzurlu bir hayat yaşayabilme adına yapmamız lazım. Dünya buna muhtaç, bu hakikat de ancak İslâm’ın gönüllerde yer edinmesiyle olabilecek bir gerçektir.Ve son söz: İşte bütün bunlardan sonra tarihi olaylar, ansiklopedilerin sayfaları arasında terk edilmişliğe mahkûm edilmeyip gün yüzüne çıkarılarak bir gelecek inşa edilmelidir. Ütopyalarla değil, tecrübelerden dersler alınarak dünyada söz sahibi olunabileceği bir hakikatse; bu, bizim tarihimizde sayılamayacak kadar çok olan bir olgudur. Bakınız tarihin derinliklerine; güç ve söz sahibi olanlar, Hakk’ın gücü karşısında acziyetlerinin farkına varanlardır.
Henüz hiç kimse yorum yazmadı.