Peygamberimiz (s.a.v)’in esas ve asıl mucizesi, Kur’an mucizesidir. Diğer bütün mucizelerin i’cazı Kur’ân’la tamamlanmakta veya Kur’ân’a bağlı bulunmaktadır. Bu hususta Ebû Hureyre (r.a)’den rivâyetle Peygamberimiz (s.a.v);
“Her Peygamber’e mutlaka insanların inanmakta olageldikleri şeyler cinsinden bir mucize verilmiştir. Ama bana verilen (mucize) ise vahiydir ve bunu bana Allah vahyetmiştir. Bu sebeple Kıyamet günü, diğer Peygamberlere nazaran etbaı en çok olan peygamberin ben olacağımı ümit ediyorum.” buyurmuşlardır. (Buhârî, Fezâilu’l-Kur’ân 1)
İbn-i Hacer, bu hadis-i şerifle alakalı şunları söylemiştir: “Kur’an, faydalarının çokluğu; davet, hüccet ve olacağı ihbar gibi mühim hususları içine almakla sağladığı menfaatlerin umumîliği; keza hazır olanlara, gaip olanlara, bulunanlara, bulunacak olanlara umumî faydası sebebiyle böyle bir ümitte bulunması pek muvafık düşmüştür. Gerçekten bu ümit tahakkuk etmiştir. Zira Rasûlullah (s.a.v), kendine tabi olanları en çok olan peygamberdir.”
Peygamberimiz (s.a.v), Arapların en fasih ve beliğ ifade sahiplerine gönderildiği halde onlara Kur’ân’ın benzerini getirmekle meydan okudu. Onlar ise buna söz ile karşılık vermekten aciz kalıp, Kur’ân’ın benzerini getirme yerine onunla savaşmayı tercih ettiler. Şayet Kur’ân’ın nazmına yakın bir ifadeye güçleri yetseydi, onu söylerler, bununla şüphe ortaya atarlar ve Peygamberimiz (s.a.v)’in cemaatini dağıtma yoluna giderlerdi. Belagat ve fesahat, güzel söz ve şiir söyleme onların yapılarında olmakla birlikte bundan kaçınmaları, bu işten aciz bırakıldıklarına açık delildir.
Geçmiş Peygamberlerin mucizeleri, hitap ettiği kavmin hâline uygun olarak geliyordu. Nitekim Firavun Kavmi’nde sihir çok yaygındı. Hz. Musa (a.s.) mucize olarak, sihirbazların yaptıklarına benzer şekilde bir âsa getirdi. Sihirbazların yılan şeklinde gösterdikleri bütün iplerin hepsini yuttu. Bu mucize, bir başka Peygamber’e verilmemiştir. Keza Hz. İsa’nın ölüleri diriltmesi, tedavi edilemeyen dilsizleri, abraşları tedavi etmesi de böyledir. Çünkü o devirde tabipler, hekimler fazlaca zuhur etmiş idiler. Hz. İsa da onların hazık oldukları iş nevinden, onların yapamayacakları bir şey getirmiştir. İşte bu prensip gereği, Rasûlullah (s.a.v.), içlerinden çıktığı Araplar arasında belâgat fevkalâde ileri bir seviyede olduğu için onlara Kur’ân’la geldi ve bir sûresinin mislini getirmeye çağırdı; ama onlar buna muktedir olamadılar.
Diğer Peygamberlerin mucizelerini sadece orada hazır olanlar görmüş ve bir zaman sonra hükmünü yitirmiştir. Hâlbuki Kur’ân-ı Kerîm mucizesi kıyamete kadar bâkidir. Üslubuyla, belâgatiyle, gayptan haberleriyle harikulâdedir. Hiçbir asır geçmez ki, onun olacak diye haber verdiklerinden biri zuhur etmesin. Bu hâl onun davasının sahih olduğuna delildir.
Geçmiş mucizeler hep hissî, yani beş duyu organı ile algılanacak çeşitten idi, gözle görülebiliyordu. Hz. Sâlih’in devesi, Hz. Musa’nın âsası gibi. Kur’ân-ı Kerîm’in mucizesi ise basîretle müşahede edilebilmektedir. Bu sebeple ona tabi olanların sayısı daha çoktur. Zira baştaki gözle müşahede edenler, müşahede edilen şeyin inkirâzıyla son bulur; ama mucizeyi akıl gözüyle müşahede edenler bakidir. Onu dinleyenin ürpermesi, okuyanın tekrardan usanmaması, dinleyenleri bıktırmak şöyle dursun, her tekrarda taravet ve lezzetinin daha da artması, kıyamete kadar korunacak olması, çeşitli ilim ve marifetleri cemetmesi, insanları şaşırtan yönlerinin bitmeyişi ve faydalarının tükenmeyişiyle ilk müşahitlerden sonra gelenler de Kur’ân’ın mucizü’l-Beyan oluşunu müşahede etmeye devam ederler.
Kur’ân’ı Kerim’in gönüllere hoş gelen üslubu sayesinde, en büyük düşmanları bile onu dinlemekten kendilerini alıkoyamamışlardır. Velid b. Muğire, Ahmet b. Kays, Ebû Cehil b. Hişam gibi Kureyş’in ileri gelenleri Kur’ân-ı Kerim’i dinlememek için birbirlerine söz vermiş olmalarına rağmen geceleri Kur’ân-ı Kerim’i dinlemek için Rasûl (s.a.v)’in evine gizlice geliyorlardı. Peygamberimiz (s.a.v)’i öldürmek kastı ile yola çıkan Ömer b. Hattab Müslüman olmuştu. Necm sûresinin sonundaki “Haydi Allah için secdeye kapanın ve O’na kulluk edin!” âyeti, Rasûlullah (s.a.v) tarafından mü’min ve müşriklerin bulunduğu bir toplulukta okununca müslümanlarla birlikte müşrikler de secdeye kapanmışlar, yere secde yapmayı gururuna yediremeyen Ümeyye bin Halef ise yerden bir avuç toprak alarak alnına götürmüştü. Rasûlullah (s.a.v)’e, giriştiği teşebbüsten vazgeçirmek için nasihatte bulunan Utbe b. Rabia’ya cevap mahiyetinde okunan Fussilet sûresinin ilk âyetleri, Utbe’yi hayrette bırakmış ve kendisini bekleyenlere, “Ondan öyle şeyler işittim ki ömrümde benzerini işitmiş değilim. Bu sözler ne şiir, ne sihir, ne de kehanettir. Bunlardan hiçbirisine benzememektedir. Ey Kureyşliler; bana kulak verin, beni dinleyin, onu kendi haline bırakmanızı tavsiye ederim. Eğer o muvaffak olmazsa Arabistan onu mahveder, eğer muvaffak olursa, onun zaferi sizin de zaferiniz demektir.” (İbn-i Hişâm) demişti.
Rasûlullah’ın mazhar olduğu diğer mucizelerin her biri cereyan ettiği anda ve müşahede eden insanlar için fiilî bir vakıadır. Bizler onlara da inanırız. Ancak kâfirler onlara efsane diyebilirler. Kur’ân-ı Kerim ise her günün mucizesidir ve kıyamete kadar mucize olarak kalmaya devam edecektir. Kur’ân-ı Kerim’in: “Eğer kulumuz (Muhammed’e) indirdiğimiz Kur’ân’ın hak olduğunda şüpheniz varsa, haydi bir mislini getirin. Cinler ve insanlar toplanıp birbirine yardımcı da olsalar bunu yapamazlar!” (İsrâ sûresi, 17/88) mealindeki meydan okuyuşları bugüne kadar cevapsız kalmış, kimse bir benzerini yapamamıştır. Onun üzerindeki i’caz mührü bütün haşmetiyle parıldamaktadır.
Ulûmu'l-kur'an..kur'an Mucizesi
Özlenen Rehber Dergisi 52. Sayı
Henüz hiç kimse yorum yazmadı.