Din, Yüce Allah’ın insanların dünyada ve âhirette hakiki saadet ve felaha ermeleri için koyduğu kurallar bütünüdür. Rabbimiz bu kuralları, insanların içinden seçtiği elçileri aracılığı ile insanlara duyurmuştur. Rabbimiz’in gönderdiği elçilerin sonuncusu Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) olmuştur. Cenâb-ı Allah daha önce bazı Peygamberlerle gönderdiği gibi, Peygamber Efendimiz’le de kendi sözlerini içeren bir kitap gönderdi. Kur’ân-ı Kerim adı verilen bu nurlu kitap, Yüce Rabbimiz’in sözlerini içeren dinin temel kaynağıdır. Bundan dolayı Kur’ân-ı Kerim’i anlamak, dini anlamada mihenk taşıdır. Kur’ân’ı yanlış anlayan bir insan dini de yanlış anlamış olur ki, yanlış anlayışlardan doğru uygulamaların doğmayacağı da aşikârdır.
Günümüzde Kur’ân’ı anlama konusunda Ehl-i Sünnet anlayışının dışında iki yanlış tutumun varlığı göze çarpmaktadır. Bu çalışmada öncelikle bu yanlış anlayışlara dikkat çekip, sonra da Kur’ân’ı Kerim’i anlama konusunda Ehl-i Sünnet anlayışını ortaya koymaya çalışacağız.
Kur’ân’ı anlama konusunda mevcut olan yanlış anlayışlardan birisi “Kur’ân’da ne varsa kabulümüzdür, onun dışında din namına hiç bir şeye güvenmeyiz ve kabul etmeyiz” diye özetleyebileceğimiz, taraftarlarının “Kur’an Dini” ya da “Kur’ân’daki Din” adını verdikleri yaklaşımdır. Bu anlayışı benimseyenlerin tutumunu daha net bir şekilde ortaya koyabilmek için, kendilerine ait internet sitelerinden aldığımız bazı görüşlerini sunalım:
“Şu anda din adına sunulan sistem ile Kur’ân’ın anlattığı din arasında ne gibi farklılıklar var, diye düşünebilirsiniz. İlerideki bölümlerde Kur’ân’ın İslâm’ı ile geleneksel İslâm’ın farklarını detaylı bir şekilde göreceksiniz. Bu farklılıkları ortaya çıkarmak için önce dinin kaynağını belirlemek gerekir. Kur’ân’ın, dinin tek kaynağı olduğunu anladıktan sonra bize din adına yöneltilen soruların cevaplarını, delillerini Kur’ân’dan arayacağız. Örneğin; biri bize ‘haremlik-selamlık şeklinde kadınların erkeklerle ayrılması dinde var mı?’ diye sorarsa, Kur’ân’ı okuyup inceleyeceğiz ve böyle bir yasağı bulamadığımızdan dolayı dinde böyle bir yasağın olmadığını söyleyeceğiz. Oysa geleneksel din yapısını savunanlar, dini Kur’ân’dan değil, ilmihal kitaplarından, şeyhlerinden ve uydurmalarla dolu hadislerden öğrenmektedirler. Kur’ân’ın dışındaki bu kaynaklara göre ise haremlik selamlık dinin bir şartıdır, farzdır. Tüm bunları incelediğimizde tüm sorunların çözümü olan şu temel soru karşımıza çıkıyor: ‘Kur’an, dinin kaynağı olarak yeterli mi?’ Kur’an yeterlidir. Çünkü eksiği, gediği yoktur ve din adına tüm izahları kapsar. Üstelik Kur’an, dinin tek kaynağı olduğunu ve her şeyi açıkladığını kendisi söyler. Oysa karşıt görüşte olanlara göre Kur’ân’ın yanında hadis, icmâ ve kıyas olmazsa din eksik olur. Bunlardan Kur’an ve Hadis temel kaynak olarak alınır. Biz kitabımızda hadis diye adlandırılan Kur’an dışı sözlerin güvenilir olmadığını ispatlamaya ağırlık vereceğiz. Çünkü hadislerin bile Kur’ân’ın yanında Kur’ân’a ilaveler yapan ikinci bir kaynak olamayacağını gösterirsek diğerleri otomatik olarak devre dışı kalacaktır!”
İşte dinin Kur’ân’ı Kerim dışında başka kaynağı olmadığını savunanların görüşleri bu şekildedir. Bu anlayışın temel hedefi; Sünnet’i (yani Peygamberimizin söz ve davranışlarını) dinin kaynağı olmaktan, dinde ölçü ve delil olmaktan çıkarmaktır. Yukarıdaki ifadelerde bunu kendileri de açıkça dile getirmektedirler.
Rasûlullah (s.a.v.) Efendimizin sünnetini devre dışı bırakır, tek ölçü olarak Kur’ân’ı alırsak ne olur? Bu soruya sadece birkaç örnekle cevap vermek bile, Sünnet’in devre dışı bırakılmasındaki amacı gözler önüne serecektir. Sadece Kur’ân’ı inceleyen bir insan, değil namazın kılınışını, rekâtlarını, şartlarını, namazın kaç vakit olduğunu dahi öğrenemez. Zekâttaki nisabı, haccın nasıl yapılacağını da bilemez. Çünkü bunları Kur’ân’da bulamaz. Oysa Cenâb-ı Hakk, Kur’ân’da namaz kılmayı da, zekât vermeyi de, haccı da kesin bir şekilde emretmektedir. Bu emredilen ibadetlerin nasıl yerine getirileceğinin öğrenilmesi hususunda da yüce elçisini, yani Peygamber Efendimizi, hem o çağda yaşayanlara hem de kıyamete kadar gelecek tüm inananlara örnek kılmıştır. Bu husus Kur’ân’ın bir çok âyetinde Rabbimiz tarafından defalarca vurgulanır: “Andolsun Allah’ın elçisinde sizin için, Allah’ı ve âhireti arzu eden ve Allah’ı çok anan kimseler için (uyulacak) en güzel bir örnek vardır.” (Ahzab sûresi, 33/21) “Peygamber size neyi verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa ondan sakının.” (Haşr sûresi, 59/7) “Ey inananlar! Allah’a itaat edin ve Rasûl’e de itaat edin.” (Nisâ sûresi, 4/59) “Rasûl’e itaat eden Allah’a itaat etmiş olur.” (Nisâ sûresi, 4/80) ve daha burada sayamayacağımız pek çok âyet-i kerime. Rasûlullah Efendimiz birilerinin demeye çalıştığı gibi -haşa- sadece vahyi insanlara ulaştıran bir postacı değil, Kur’ân’ın muallimi, açıklayıcısı ve bizzat yaşantısıyla uygulayıcısıdır. Rasûlullah (s.a.v.) Efendimizin hayatı bu noktada Kur’ân’ın nasıl anlaşılması ve emirlerinin nasıl uygulanması gerektiği sorusunun tek doğru cevabıdır.
Kur’ân’ı canları nasıl isterse o şekilde anlamak isteyen bu insanların bu noktada yönelttikleri itirazları ise; Sünnet’in, dolayısıyla hadislerin güvenilir bir şekilde bize ulaşmadığı görüşüdür. Ne hikmetse bu insanlar Allah’ın kitabı Kur’ân’ı kendilerine ulaştıran insanların, Kur’an konusundaki titizliklerinden şüpheye düşmüyorlar da, söz konusu aynı insanların hadis konusundaki titizlikleri olunca bunu göz ardı ediyorlar. Hadîs-i şeriflerin ne derece dikkatli ve kapsamlı çalışmalarla günümüze ulaştırıldığını, bir kelimesinin bile değiştirilmemesi noktasındaki üstün gayretleri hadis ilmiyle çok az meşgul olanlar bile açık seçik anlayabilirler.
Kur’ân’ı anlama konusunda böyle bir anlayışın sonucunda, herkesin kendine göre şekillendireceği bir birinden farklı dinî inanç ve yaşantılar olacaktır, öyle olmaktadır da. Örneğin; daha yakın zamanda televizyon kanallarında yaşanan kurban tartışmaları, böyle bir anlayışın sonucudur. Dinî sahada okumuş yazmış bir takım kimseler, Kur’ân’da kurban konusunun geçtiği Kevser sûresi hakkında uzun uzun tartıştılar. Buradaki “venhar” (kurban kes) emri hakkında bir sürü yorumlar yaptılar. Hatta Arapça bilgisi çok iyi düzeyde olmalarına ve Arapça’da kurban kelimesi yerine “udhiye” kelimesinin kullanıldığını bilmelerine karşın bazıları, kurbanın “kurbiyyet” yani yakınlıktan türemiş bir kelime olduğunu, onun için insanı Allah’a yaklaştıran her şeyin kurban olduğunu, kurbanın mutlaka hayvan kesmek anlamına gelmediğini savunabildiler. Hiç birisi Rasûlullah Efendimizin bu âyeti nasıl anladığına ve uyguladığına bakmadı. Çünkü Sünnet’e bakmış olsalar, heva ve heveslerinin gerektirdiği gibi Kur’ân’ı yorumlayamayacaklardı. Zaten bizce, bu yöntemle yapılmak istenen Kur’ân’ı yorumlamak değil, değiştirmektir.
Kur’ân’ı anlama noktasında bu yanlış anlayışa bağlı olarak yapılan büyük bir hata da Kur’ân’ın orijinal dili olan Arapça’yı bilmeden ve gerekli dini bilgileri edinmeden, Kur’ân’ın meallerini alarak onda geçen bir takım kelimeler üzerine yorumlar yapmak, değişik düşünceler çıkarmaya çalışmaktır. Son zamanlarda Kur’an âyetlerinde gizli bir takım şifreler olduğunu ve bunları ortaya çıkardığını savunanların durumu da maalesef bu anlayışın sonucudur. Kur’an, Rabbimiz’in ifadeleriyle; insanlara rehber olmak (2/185), onları karanlıktan aydınlığa çıkarmak (14/1), en doğru yola iletmek, îman edip sâlih amel işleyenleri ilâhî mükâfatlarla müjdeleme, inkâr edenleri ilâhî azapla uyarmak (17/9-10, 18/1-4), âlemlere bir öğüt olmak (68/52) üzere gönderilmiştir. Şifreler olduğunu ve çözdüğünü söyleyen kişiler ise, telefonun icat tarihinden, Trabzon Pontus Rum Devleti’nin yıkılış tarihine kadar pek çok olayın önceden Kur’ân’da haber verildiğini iddia etmektedirler. Bu durum bile “Bize Kur’an yeter, Kur’an dışında dinin başka kaynağı yoktur” anlayışının dini doğru anlama noktasında müslümanlara verdiği zararı gözler önüne sermektedir.
Kur’ân’ı anlama noktasında bir diğer yaygın, ama yanlış tutum da “Kur’ân’ı yeterli seviyede bilgisi olanların ancak anlayabileceği” düşüncesiyle Kur’ân’a hiç el sürmemektir. Pek çok insan, evinde Kur’ân’ın mealleri olduğu halde, içinde ne yazıyor diye açıp da bakmaz bile. Kur’ân’ın âyetlerinin büyük bir kısmı muhkem (yani açık ve herkes tarafından anlaşılabilir), bir kısmı ise müteşâbih (yani farklı anlamlara gelebilen) bir yapıdadır. Bir Müslüman’ın Kur’ân’ı doğru bir şekilde anlaması mutlaka gereklidir. Anlamak için de önce içinde yazanları bilmesi, bunun için de okuması gerekir. Bunun en güzel yolu Kur’ân’ın orijinal dili olan Arapça’yı öğrenmektir. Bunu yapamayan insanın “Arapça bilmiyorum!” diye Kur’ân’dan bîhaber kalması da doğru değildir. En azından mealinden “Rabbimiz bizlere ne buyurmuş acaba!” diyerek Kur’ân’ın içinde neler olduğunu, Rabbimiz’in nelerden bahsettiğini okuyup, öğrenmesi elzemdir. Ancak bununla yetinmeyip, okuduklarını yanlış anlamaması için de mutlaka bir ilmihal kitabını ve Peygamber Efendimizin hadislerini de sık sık okuması gerekir. Kur’ân-ı Kerim’i en doğru şekilde anlayan şüphesiz, Kur’ân’ın kendisine indirildiği Rasûl-i Kibriyâ Efendimizdir. Sahâbe efendilerimizden bile -Kur’an kendi dilleriyle nazil olduğu halde- bazı âyetleri yanlış anlayanlar olabiliyor, Peygamberimiz onlara o âyetlerin nasıl anlaşılması gerektiğini izah ediyordu. Bundan dolayı Kur’ân’ı anlamada en doğru yol, Allah’ın kitabını, Allah’ın elçisinin sünnetiyle birlikte öğrenmektir.
Özellikle içerisinde bulunduğumuz yaz aylarında, Kur’an’a ayırabilecek kendimize ait zamanlarımızın daha çok olduğunu da hatırlatarak, bu vaktin kıymetini bilmemizi Rabbimizden temenni ederek şu duada bulunmak istiyorum:
“Rabbimiz Kur’ân’ını gönüllerimize aç ve bizleri her halinde Rasûlü’nün yoluna uyan insanlardan kılsın!
Ulûmu'l-kur'an..kur'an-ı Kerim'i Anlamak
Özlenen Rehber Dergisi 52. Sayı
Henüz hiç kimse yorum yazmadı.