İsmi Ebu’l-Kasım, el-Cüneyd b. Muhammed b. el-Cüneyd el-Bağdâdî el-Hazzâz’dır. Ailesi Nihavend asıllıdır; ancak kendisi Bağdat’ta doğmuş ve orada vefat etmiştir. Doğum tarihi kesin bilinmemekle beraber, H. 220’den sonraki yıllar olarak kaydedilmektedir.(1) Dedeleri ticaretle meşgul olan Cüneyd-i Bağdâdî ’hazzâz’ yani ipek tüccarı, babası ’kavârîrî’ yani cam tüccarı, dayısı Serî de ’sakatî’ yani baharat ve tuz tüccarı idi.(2) H. 297, (M. 910) senesinde vefat etmiş, cenazesine altmış bin kişi katılmış ve Bağdat’ta meşhur zâtların mezarlığı olarak tanınan Şunîziye’ye dayısı Serî b. Mugallis es-Sakatî’nin (251/865) yanına defnedilmiştir.(3)
Cüneyd-i Bağdâdî, Bağdat’ta sûfîlerin tevhid anlayışını ilk ortaya koyan kimse olarak tanınır. Onun hakkında İbnü’l-Esir (630/1233) şöyle der:
’O, zamanının imamıydı. Ulema onu tasavvuf yolunun şeyhi saymıştır. Çünkü o, yolunu Kitap ve Sünnet kaideleri ile sağlamlaştırmış, zemmedilen akidelerden sakınmış, gulâtın (orta yolu bırakıp aşırıya gidenlerin) şüphelerinden uzak kalmış, şeriatın itiraz edeceği her hâlden salim olmuştur.’(4)
Yaşadığı dönemde Bağdat’ta o kadar tanınmıştır ki sadece sûfîler değil, her kesimin ilgisine mazhar olmuştur. Onun meclisine, ediplerin sözlerindeki belâgat için, mütekellimlerin de konuşmalarındaki derin mânâlar için katıldıkları nakledilmektedir. Onun şöhreti kendi devri ve Bağdat’la da sınırlı kalmamış, ulema tarafından o, günümüze kadar yaşamış olan bütün sûfîlerin önde gelen imamlarından sayılmıştır.(5)
Tasavvufun esası, zâhiren şeriat âdâbına riâyet, bâtınen de o âdâba vukufiyet olmasına rağmen; tasavvuf yolunu tutmuş (kendisini sûfî zanneden) bazı nakıslar; fıkıh, hadis gibi ilimlerle meşgul olanları küçümseyebilmişlerdir; ancak kâmil mutasavvıflar bu hataya düşmemişlerdir. İşte Cüneyd-i Bağdâdî bunlardan birisidir.
Kendini sûfî sayan ama hakikatte bu güzellikten uzak olan bazı kişiler zâhir ilimlerine karşı olumsuz tavırlarına mukabil Cüneyd-i Bağdâdî (k.s.), bu ilimlere çok ehemmiyet vermiştir. Onun bu hususiyetini kendisine izafe edilen sözlerinde müşahede etmekteyiz:
’Ebû Ubeyd (224/838) ve Ebû Sevr’den (240/854) hadis öğrendim, Haris el-Muhasibî (243/857) ve Serî b. Mugallis’in (251/865) sohbetlerinde bulundum. Bizim ilmimiz Kitap ve Sünnet’le mazbuttur. Kim tasavvuftaki seyr-i sülûkundan önce Kur’ân, hadis ve fıkıh öğrenmezse ona uyulamaz.’(6)
Görüldüğü gibi Cüneyd-i Bağdâdî, yeterli ilime sahip olmayanların tasavvufa girmesini hoş karşılamamaktadır. Bu konuda dayısı Serî de onu uyarmış; “Allah (c.c) seni sûfî muhaddis değil, muhaddis sûfî yapsın.” demiştir. Bununla, tasavvufta derinleşmeden önce şer’î ilimlerin öğrenilmesi gerektiğini ve ilimsiz tasavvufa dalmanın tehlikeli olduğuna dikkat çekmişti. Bu nasihatleri de dikkate alan Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri, tasavvufa sülûkundan önce ilim tahsilini ikmal etmiştir. Fıkıh ilmini İmam Şafiî’nin talebesi Ebû Sevr’den almıştır. Henüz genç yaşında fıkıhta o dereceye ulaşmıştır ki Ebû Sevr’in meclisinde yirmi yaşında fetva vermeye başlamıştır. Hattâ Ebû Sevr’in huzurunda bile fetva verdiği rivayet edilir.(7)
“Cenâb-ı Hak yarattığı bütün ilimlerde bana bir pay ayırmıştır.” diyen Cüneyd-i Bağdâdî Hazretlerine sahip olduğu ilmi nereden aldığı sorulunca; “Otuz sene şurada Allah’ın huzurunda oturmaktan...” diyerek evindeki merdivenin altını göstermiştir. Talebesi el-Huldî onun hakkında: “Hocalarımız arasında Cüneyd-i Bağdâdî Hazretlerinden başka kendinde hem ilmin hem de hâlin birleştiği bir kimse görmedik. Onların çoğunun ilmi oluyor ama ameli olmuyor; bazısının da ameli çok olmasına rağmen ilmi az oluyordu. Hz. Cüneyd’in ise hem ilmi hem de yaşayışı mükemmeldi. Onun ilmini görsen hâline tercih ederdin, hâlini görsen ilmine tercih ederdin.’ der.
Onun ilme verdiği ehemmiyeti, bir şahsa nasihat ederken söylediği şu sözlerde de görebiliriz: “Delikanlı, başına ne gelirse gelsin ilimle bağını koparma. Gençken, ihtiyarken, hastayken, sıhhatliyken ilim hep senin dostun olsun.”(9)
Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri, şer’î ilimlere vakıf olunca tasavvufa yöneldi. Serî es-Sakatî, Hasan b. Arafe, Muhasibî, Ebû Hamza el-Bağdâdî’den tasavvuf dersleri aldı. Ondan da Cafer el-Huldî, Ebû Muhammed el-Cerirî, Ebû Bekir eş-Şiblî (334/945), Muhammed b. Ali b. Hubeyş, Abdulvahid b. Alvan ve pek çok kimseler ders aldılar.
Cüneyd-i Bağdâdî’nin mensub olduğu Bağdat Tasavvuf Okulu’nun iki kurucusu Serî ve Muhasibî’dir. Bu okulun ilgilendiği ana konu “tevhid” idi. Bu okul mensupları tevhid ile ilgili bilgilerini çok ileri bir seviyeye çıkarmışlar, doktrinlerini geliştirip sistemlerini kurmuşlar ve bunu gizli gizli öğretmişlerdir. “Sûfîye, bir evin ehlidir, onların içine başkası giremez.” sözünde onun, tasavvufunun mahremiyetini vurguladığını görüyoruz. Cüneyd-i Bağdâdî Hazretlerinin meşhur tevhid tarifi şu şekildedir:
“Sûfîlere mahsus tevhid; kıdemi hadesten ayırmak, vatanlardan çıkmak, sevdiklerinden kaçmak, bilinen ve bilinmeyen her şeyi terk etmek ve hepsinin yerini Allah’ın almasıdır.”(10)
Tevhid açısından kullar çeşitli mertebelere ayrılır. Cüneyd-i Bağdadî de muvahhidleri derecelere ayırır. Ona göre avamın tevhidi (birinci mertebe), ilm-i zahirin hakikatine ermiş kimselerin tevhidi (ikinci mertebe) ve ehl-i mârifetten olan havassın tevhidi (üç ve dördüncü mertebe) olmak üzere tevhid ehli dört mertebedir. Yine ona göre tevhid, mücerred bir fikir değil, bir yaşama hâlidir ve herkes yaşamasına göre bu mertebelerden birisine girer.(11)
“Bizim tasavvuf ilmimiz, Rasûlullah’ın hadisine bağlıdır.” diyen Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri, tasavvuf anlayışını şer’î ilimlerle temellendirir. Aynı zamanda onun tasavvufu, tamamen tecrübeye dayanır. Bu hususu kendisi şu şekilde ifade etmektedir: “Biz tasavvufu kîl-ü kâlden almadık; açlıktan, dünyayı terk etmekten ve alışılan şeyleri bırakmaktan aldık.” Bir keresinde kendisine bir sual sorulduğunda müsaade istemiş, sonra onu kendisinde tecrübe edip öyle cevap vermiştir.
Bir gün elinde tesbih gördüklerinde “Sen o kadar yüksek mertebelere erişmene rağmen hâlâ elinde tesbih mi taşıyorsun?” diye sorarlar, o da cevaben “Evet, şayet biz, bahsettiğiniz bu mertebelere (ulaştıysak) işte bununla ulaştık, asla onu terk etmeyiz.” der. Bu misalde onun hem amele çok ehemmiyet verdiğini hem de belli bir seviyeden sonra ibadetler hususunda gevşemekten sakındığını görüyoruz. Hakikaten, ibahiliğe kayan (ulaşılan bazı makamlarda mükellefiyetlerin düşeceğini iddia eden) mutasavvıflar olmuştur. Cüneyd-i Bağdâdî’nin ise bu hususta hiç müsamahası yoktur. Nitekim bir adam ona mârifetten bahseder ve der ki: “Allah’ı bilenler O’na taat ifade eden hareketleri terk ederler.” O şöyle cevap verir: “Bu, amelleri ortadan kaldırmak isteyenin sözüdür, bu da hırsızlıktan ve zinadan daha büyük bir günahtır. Allah’ı bilenler, amelleri Allah’tan almışlar ve amellerde O’na dönmüşlerdir. Eğer bin sene yaşamış olsam amellerde zerrece eksiklik göstermem.”
Yine bir keresinde Ebu’l-Hüseyn en-Nurî’nin yedi gün sekir içinde döndüğünü duyunca ilk olarak namazlarını sormuş, kıldığını öğrenince de Allah’a hamd etmiştir.(12) İşte onun bu derece dinin emirlerine bağlılığı kendinden sonra gelenlerin takdirine mazhar olmuş ve mutasavvıf olsun olmasın herkes onu örnek bir insan kabul etmiştir.
O, tasavvufun sekiz temel üzerine kurulduğunu söyler ve her birinin yorumunu peygamberlerle yapardı:
1. Cûd (cömertlik): Hazreti İbrahim cömertti.
2. Rıza: İshak Peygamber’in en belirgin özelliğiydi.
3. Sabır: Eyyûb Peygamber sabır kahramanıydı.
4. Gurbet (inziva): Yahya Peygamber’in alâmetiydi.
5. Sûf (yün): Musa Peygamber yün giyerdi.
6. Seyahat (yolculuk): İsa Peygamber’in nişanesiydi.
7. İşare (alâmet, giz): Zekeriya Peygamber’e özgüydü.
8. Fakr (yoksulluk): Rasûlullah (s.a.s) Efendimiz’in övündüğü bir hâldi.(13)
“Her ümmetin bir özü vardır, bu ümmetin özü de sûfîlerdir.” Biri ona sûfîlerin konuşmaları hakkında sormuş o da “Sûfîler konuşmaya mâlik değillerdir.” demiştir. Bununla sûfîlerin konuşmalarının ilham eseri olduğunu kastetmiştir. Nitekim önceden söylediği sözlerini tekrar etmesi istendiğinde “Bunları içime atan ve ağzıma söyleten Allah’tır. Bu sözler kesbî malûmat ürünü değildir. Allah bunları bana ilham ediyor ve söyletiyor.” demiştir.(14)
Cüneyd-i Bağdâdî’nin, sûfîlerin cemiyetin içine girmesini öngören görüşleri de çok önemlidir. Böylece ruhen yüksek mertebelere ulaşmış kişiler, bir köşede uzlet hayatı yaşamak suretiyle âtıl kalmayıp, cemiyet içinde aktif olarak topluma faydalı olmaya çalışacaktır. Bu davranış da mutasavvıfı cemiyetten yitirme değil, cemiyete kazandırma ve dolayısıyla medeniyete müsbet yönden tesir etme davranışıdır. Bunun felsefe, sanat, edebiyat ve hattâ siyaset sahasında yaptığı müspet tesirler pek derin olmuştur. Cüneyd-i Bağdâdî, bu görüşleri neticesinde kendisini cemiyete hizmete adamış; pek çok talebeye ders vermiş; bazı sûfîlerin geçimlerini temin için hiç çalışmamasına mukabil o, ticaretle meşgul olmuştur. İslâm’ın ve İslâm medeniyetinin bu ilk çağlardan asırlara uzanıp yayılmasında sûfîlerin oynadığı rol, bu düşüncenin bir neticesidir ve bunun öncüsü de Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleridir.
O’nun hayatından ve tasavvuf anlayışından dersler çıkarabileceğimiz pek çok menkıbeler mevcuttur. İşte onlardan birkaçı:
Temkini esas alan Hazreti Cüneyd, cezbe ve vecd hâllerine lüzumundan fazla ehemmiyet vermezdi. Nitekim cezbeye kapılıp semâa duran bir topluluğa rast geldiğinde, ona “Sen neden sakin duruyorsun, vecd içinde hareketler etmiyorsun?” diye sorulunca: “Dağları görürsün de sen onları hareketsiz sanırsın, hâlbuki onlar bulutlar gibi seyretmektedir.”* âyetini okudu.
“Bazıları su üstünde yürüyorlar; ama ibadet içinde susuzluktan ölmek, su üstünde yürümekten daha hayırlıdır.” diyen Hazret’e göre esas olan, Peygamber Efendimiz (s.a.s)’in yaşadığı gibi yaşamaktır: “Allah’a giden yol ancak Rasûlullah’ın yaşadığı gibi yaşayan, O’nun sünnetlerini diri tutanlara açıktır.”(15)
Talebeleri ile otururlarken bir kimse geldi ve önüne beş yüz dirhem bırakıp bunu ihtiyacı olanlara dağıtırsınız dedi. Hz. Cüneyd (k.s) “Bundan başka paran var mı?” dedi. O kimse “Evet bunlardan başka çok param var” dedi. Cüneyd (k.s) “Peki, sahip olduğun paralardan başka daha çok paran olsun ister misin?” dedi. O kimse, “evet isterim” deyince, Cüneyd (k.s): “Bu bıraktığın beşyüz dirhemi geri al. Çünkü o paralara bizden çok senin ihtiyacın var. Zîrâ biz, paramız olsun istemiyoruz” buyurdu.
Bir kimse Cüneyd-i Bağdadiye gelerek: “Bu zaman da hakiki kardeşlikler azaldı. Nerede o Allah için yapılan kardeşlikler?” deyince. Cüneyd (k.s) “Eğer senin sıkıntılarına katlanacak, ihtiyaçlarını giderecek birini arıyorsan, bu zamanda öyle bir kardeşi (arkadaşı) bulamazsın; ama kendisine Allah için yardım edeceğin, sıkıntılarına Allah rızası için katlanacağın bir kardeşler istiyorsan böyleleri çoktur” buyurdu.
Birisi ona gelir sorar: “İhlâsı kimden öğrendiniz?” “Mekke-i Mükerreme’de harçlıksız kalmıştım. Basra’dan para bekliyordum; ama gelmemişti. Saçım sakalım çok uzamıştı. Bir berbere girdim “Peşin peşin söyleyeyim param yok” dedim, “Allah rızası için saçlarımı düzeltebilir misin?” Berber o anda mevki sahibi birini tıraş etmekteydi. Onu bırakıp bana başladı. Adam itiraz etti. Berber “Kusura bakmayınız efendim” dedi, “sizi ücreti mukabilinde tıraş ediyorum; ama bu genç Allah rızası için istedi.” Berber dahasını da yaptı, bana harçlık verdi. Aradan birkaç gün geçti, beklediğim para geldi. Ona bir kese altın götürdüm. “Asla alamam” dedi, “İnan Allah’ın rızası, daha değerli.”(16)
Cüneyd-i Bağdadi’nin talebelerinden biri şeytanın vesveselerine kapılıp kemâle geldiğini zanneder. Birbirinden cazip rüyalar görmeye başlar ve bunları arkadaşlarına da nakleder. Cüneydi Bağdadi Hazretleri onun durumuna çok üzülür. Talebesinin ayağına kadar gider ve “Eğer rüyanda seni cennete götürürlerse üç defa ‘La havle ve lâ kuvvete illâ billah...’ oku” diye tenbih eder. Hakikaten o gece rüyasında onu alıp cennete götürürler. Aklına hocasının sözü gelir. “La havle...” okuduğu anda kendini çöplükler, pislikler içinde bulur. İçine düştüğü durumu anlar ve tevbe eder. Mübârek, “Herkese bir Mürşid-i Kâmil lâzımdır” der, aksi halde mel’ûn şeytan musallat olur ve oyuncak eder.”
Hz. Cüneyd’e biri sorar: “Ey Müslümanların aziz mürşidi! Belânın büyüğü nedir, söyler misin?” Şöyle cevap verir: “Belânın büyüğü, belâ vereni bilmemektir. Bu da gafletten ileri gelir.”(17)
Rabbim şefaatlerine nâil eylesin.
.................
1. Zehebî, Siyer’u A’lâmi’n-Nübelâ, 14/66.
2. Bağdâdî, Tarih’u Bağdat, 7/241; Zirikli, El-A’lâm, 2/141.
3. Bağdâdî, a.g.e, 7/248; İbn Mülakkin, Tabakatü’l-Evliya, s. 134; Zirikli, a.g.e., 2/141.
4. Nebhânî, Cami’u Kerâmâti’l-Evliya, 2/12.
5. Fethullah Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri–1, Menşei İtibarıyla Tasavvuf.
6. Süleyman Ateş, Cüneyd-i Bağdâdî Hayatı Eserleri ve Mektupları, s.9 (Ebû Talib el-Mekkî, Kûtü’l-Kulûb’den naklen).
7. Bağdâdî, a.g.e., 7/242; İbn Cevzî, Sıfatü’s-Saffe, 1/478.
8. Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ, 10/257.
9. Kuşeyrî, er-Risale, s. 248.
10. Fethullah Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri–2, Tevhid.
11. Bağdâdî, a.g.e., 7/246; Ebû Nuaym, a.g.e., 10/278; Sübkî, Tabakatü’ş-Şâfiiyye, 2/266.
12. Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ (Çev.: Sait Aykut, Enver Günenç, Yahya Atak, Abdulhamit Birışık, Fuat Aydın.
13. Sahabeden Günümüze Allah Dostları), 3/267.
14. İbn Kesir, el-Bidâye ve’n-Nihâye, 11/121.
15. Ebû Nuaym, a.g.e., 10/271; İbn Hallikan, a.g.e., 1/373.
16. Nefahat’ül-Üns, sh.209–213.
17. İslâm Âlimleri Ansiklopedisi, c.3, sh.121–127.
* en-Neml, 27/88.
Cüneyd-i Bağdâdî (k.s)
Özlenen Rehber Dergisi 35. Sayı
Henüz hiç kimse yorum yazmadı.