Tasavvufî terbiye ve bu terbiyenin mahiyeti bazı kesimlerce gereği gibi anlaşılamadığından ehli tasavvuf son derece ağır ithamlara maruz bırakılmıştır. Gayesi, nefsin putlarını yıkarak, Tevhid üzere Hz. Allah’a (c.c.) kulluk vazifesini yerine getirmek olan tasavvuf, nebevî bir yol olup, temelini de Hz. Rasûl-i Kibriya Efendimiz kurmuştur. Peygamber Efendimiz, Ashab-ı Kiramı vahyin zahiri bilgileri ile donatırken, o vahyi, idrak edecek manevi ilimlerle de ruhlarını terbiye etmiştir. Ashabın kısa sürede yüksek seciye sahibi olması da, ruhlarında meydana gelen bu terbiyeden kaynaklanmaktadır. Efendimiz (a.s.)’dan sonra bu manevî terbiye, vârîs-i nebi olan Allah dostları ile devam etmektedir.
Efendimiz zamanında kelam, fıkıh, tefsir, hadis usulü vb. ilimler aslen var olmasına rağmen münhasır olarak isimlendirilmemiş idi. Efendimizin ve Ashabın yaşadığı hayat biçimi olan Tasavvuf da, bu ilimler gibi varlığı mevcut olmasına rağmen, henüz onun da müstakil bir ismi yoktu. Diğer ilimlerle beraber bu manevî ilim yolu, tasnif dönemi içerisinde, tasavvuf ismi ile tarihteki yerini almıştır.
Mezhepler belli metotlarla nasıl ki kendi sistemini geliştirmiş ise tasavvuf da kur’an ve sünnet üzere bir terbiye metodu olarak kendi sistemini geliştirmiştir. Burada dikkat etmemiz ve son derece hassasiyet göstermemiz gereken husus, Kur’an ve Sünnetin hükümlerini zedeleyici tevhid’den uzak batıl anlayış ve ahlâklardan kaçınmaktır. Nebevî yola uygun olmayan her türlü yaşayış biçimi, adı nefis terbiyesi de olsa, yanlıştır.
Çünkü batıl yollar ile hakka ulaşılmaz. İnsan Hz. Allah’a ancak Hak olan yollarla kavuşabilir. Tevhidi yaşayış biçimini zedeleyen bütün yaşayış şekillerinden uzak olmak, Hz. Allah’a kul olmanın gereğidir.Tasavvuf ehlinin takip ettiği metotla elde etmek istediği husus, nefsin putlaştırdığı heva ve hevesleri terk ederek, Hz. Allah’tan (c.c) başka bütün sevgileri kalpten nehyetmektir. Bu gayeyi taşımayan her yol yanlıştır. İşte Hak üzere olan ehli tasavvufun takip ettiği metodun temeli Kur’an ve sünnettir. Bu ilahi iki temel kaynağa dayanmayan her yol batıldır.
Ehil olmayan kişilerin, doğruları batıla tebdil ederek hareket etmeleri, hak yolları terk etmemizi gerektirmez. İnsan, hilkati gereği doğruya da yanlışı da meyil edecek fıtrattadır. Kur’an-ı mübînde, zalim ve cahil olarak vasıflandırılan insan, bu cehaletinde o kadar ileri gitmiştir ki, ilahlık iddiasında bulunacak sefihliği göstermiştir. Yine, Peygamber Efendimiz hayatta iken yalancı peygamberler zuhur etmiş ve dünyayı paylaşarak idare etmeyi teklif edecek kadar şaşkınlık göstermişlerdir. Büyük bir cehalet sergileyip ilahlık ve peygamberlik iddiasında bulunan insanlar bile var iken, liyakat sahibi olmadığı halde kendisinin Allah dostu olduğunu iddia edenlerin çıkması ise kaçınılmaz bir durumdur. Bu insanların batıl iddialarda bulunmaları sebebiyle, bizlerin de Hak üzerinde şüpheye düşmesi ise daha büyük bir cehalet olur.
Tasavvuf, öz olarak Rasûlullah Efendimizin yaşadığı ahlâk-ı Hüdayı, nefis ve ruhlara sirayet ettirerek yaşamak demektir. Daha da açık bir ifadeyle, kendimize ait yanlış ahlâkları terk edip, Peygamber Efendimizin ahlâklarını kazanmaktır. Ashab-ı Kiram, itaatlarının güzelliği ile kendi ahlaklarını terk ederek, Efendimizin ahlakı ile yüksek bir dereceye kavuştular. Bugün her mümine düşen, Ashab-ı Kiram’ın Peygamber Efendimize karşı gösterdiği, yüksek itaat ahlâkını, aynı metotla yerine getirmesidir. Tasavvuf bunun metot haline getirilmiş ismidir. Aslında bu, bütün müminlerin farkında olmasalar bile içerisinde olduğu bir durumdur. Fakat ehl-i tasavvuf bu görevi daha da itina ile yerine getirme gayreti içerisindedir.
Burada, tasavvufî terbiyenin diğer bir yönünü izah etmek de yerinde olacaktır. Çünkü, ehl-i tasavvufa yapılan ithamların temelinde tasavvufî terbiyenin metoduna vukûfiyetin yeterli olmayışı bulunmaktadır. İmam-ı Rabbani’nin (k.s.), tasavvufî anlayışı ortaya koyan şu sözlerine yer vermek gerekmektedir. Şöyle buyuruyor: “Tarikat şeriata yardımcı bir amildir.” Burada nefis terbiyesinde takip edilen yolun şeriata yardımcı bir amil olarak nitelendirilmesi, dinî emirlerin her hangi bir noktasında, bir noksanlığın olmasından dolayı söylenmemiştir.Tasavvuf terbiyesinde, dinin her hangi bir emrinde tekamül söz konusu değildir. Burada ki tekamül, insanın ahlakî olgularındadır.
Hakikat şudur ki, tasavvufa haksız ithamlarda bulunan kişiler Efendimiz (a.s)’ın hayatını görmedikleri, onun dinî yaşayışlarından, takvasından haberdar olmadıkları için bu iddiaları yapmaktadırlar. Tasavvufu, İslam’ın emirlerinden başka emirler ortaya koyuyormuş gibi algılamaktadırlar. Halbuki tasavvuf, İslam’ın insanlara sunduğu emirlerini, nasıl daha iyi ve tam olarak yetine getirilebileceklerini öğretir.
Ayet-i kerimelerde ve hadis-i şerifler de, kalbinde kibir olan kişinin cennete giremeyeceği vurgulanmaktadır. Şu halde kibir; bir müminin, cennete girmesine engel bir ahlaktır. Bir insan, İslam’ın kerih gördüğü kibrin, kalbinde olup olmadığını nasıl bilebilir? Mutmain olmayan her kalpte kibrin varlığı bir hakikattir. Öyleyse bu kibirden nasıl kurtulabiliriz? Bu kötü ahlaklardan kurtulma yollarını bize gösteren ise tasavvuf yoludur. Görüldüğü gibi tasavvuf, dinimizin herhangi bir emrinde değişikliğe sebebiyet vermez. Bilakis tasavvuf, bu emirleri yaşamaya engel olan nefsin kötü ahlaklarını terbiye ederek, müminin nefsini, peygamberî edebi yaşayacak nefisler haline getirir.
Namaz kılmanın farz olduğunu bilmeyen hiçbir mümin yoktur; fakat, namaz kılanlarla kılmayanlara baktığımızda ise bildikleri halde, kılmayanların daha fazla olduğunu görürüz.
İnsanın, Hz. Allah (c.c)’a itaatine, namaz kılmasına ve diğer ibadet ve taatlları yerine getirmesine engel teşkil eden istek ve arzuların itidal hale getirilmesi gerekmektedir.Terbiye de, bu yanlış istekler üzerinde meydana gelmektedir. Rasûlullah efendimizin getirdiği dini emirlerin hiç birinde, ne bir değişiklik, bir eksiltme ve ne de bir artırma söz konusu olamaz. Örneğin: Cimrilik, Cenab-ı Hakk’ın sevmediği, nefs-i emmareye ait bir ahlaktır. İşte nefis terbiyesi cimri olan bu insana Rabbimizin sevdiği cömertlik ahlakını kazandırır.
“Namaz müminin miracıdır.” Yani insan namaz kılarken Cenab-ı Hakk’ın huzurunda imiş gibi namaz kılmalıdır. Fakat hepimiz, namazda bu huşûyu gereği gibi yerine getiremediğimizden yakınırız. Huşûnun elde edilmesinde sadece farzların yerine getirilmesi kifayet etmiş olsaydı, her kılanın namazı, müminin miracı mesabesinde olurdu. İnsanın kendisine ait olan bu kötü ahlaklar, gerek namazın ve gerekse diğer bütün ibadetlerin Allah-ü Azimü’ş-şân hazretlerine ulaşmasına engel olur. İbadetlerin şartları olan farzları yerine getirmez isek zaten o ibadet fasit olmuş olur. Öyleyse yapmış olduğumuz ibadet ve taatların Rabbimize yükselmesine engel olan unsur, kötü ahlaklarımızdır.
Tasavvufî metotla işte bu kötü ahlaklar terbiye edilmektedir. Ahlak ile iman arasındaki kuvvetli bağ; Efendimiz (s.a.v)’in, “İman bakımından en üstününüz ahlakı en güzel olanınızdır.” hadisiyle ifadesini bulmuştur.
Tasavvuf ve Metodu
Özlenen Rehber Dergisi 3. Sayı
allah razı olsunn efendim tamda da ardıgım ve bilmek istediğim konu yüce rabbim sonsuz razı olsunn vesselamualleyküm