- Fenâ Fi’l-İhvân:
Bu, Cenâb-ı Hakk’ın bir rahmeti ve hibesidir. Bilerek veya bilmeyerek, avam-halkın gönüllerini bir eşyaya veya bir insana bağlamamaları gerekmektedir. O tür insanları konuşturduğunuz zaman neye bağlı oldukları hemen görülür, anlaşılır. Ama dindeki rabıtanın bağı, kul ile Allah arasında oluşur. İslam dininde bu bağ merhale merhale şerh edilerek anlaşılır. Bilhassa tasavvuf yolunda bu hal bölüm bölüm manevi bir zevkle yaşanır. Mesela; bir tarikattaki kardeşlerin kendi aralarında Allah için sevişmelerini şöylece beyan ederiz: Bu sevgi atmosferindeki kardeşlerin sevgi bağı, sevgi alıcı verici radarlarının karşılıklı çalışması şartıyla oluşur. Bu iki manevi ihvanın sevgileri o safhaya ulaşır ki; kendi nefislerine istediklerinin daha fazlasını yekdiğerine isterler. Bir hadis-i şeriflerinde Enes (r.a.)’in rivayetine göre Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
عَنْ أَنَسٍ عَنِ النَّبِىِّ -صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ- قَالَ: ’لَا يُؤْمِنُ أَحَدُكُمْ حَتّٰى يُحِبَّ لِأَخ۪يهِ مَا يُحِبُّ لِنَفْسِه۪
’Kendisi için (sevip) arzu ettiğini (mümin) kardeşi için de (sevip) arzu etmedikçe hiç biriniz (kâmil manada) iman etmiş olmaz.’1
Böylece bu kardeşler yiyeceklerini hatta mallarını ve canlarını bile yekdiğerine severek verebilirler. Asr-ı Saadet’te bu yaşanmıştır, örnekleri de çoktur. Muhacirler Medine’ye hicret ettiklerinde Ensar onları; bağ bahçelerine, mallarına ortak etmiştir. Bunlar hep sevgiden ileri gelen hallerdir.
Bu kardeşler bir hazık mürşid-i kâmilin bendesi olurlarsa mürşid-i kâmilin de eğer tasarrufu varsa o kardeşlerin rüyalarına ve seyir hallerine girerek onların manevi terbiyelerini yapar. Onları manen o hale getirir ki artık o iki ihvan birbirlerinde yok olurlar. Birbirlerinin hiç bir hareket ve teşebbüslerine karşı çıkmazlar. Onlardan gelen herhangi bir sözü can-ı gönülden kabul ederler. İşte bu anda o salikler ’fenâ fi’l- ihvân’ namzedidirler.
Böylece tasavvuf yolunda bu ihvanların halleri olgunlaştıkça kendi aralarında bulunan sevgi kaplarını doldurarak taşarlar. Daha sonra bu sevgi selleri mürşitlerinin gönül havuzuna akarak o sevgiyi tatmaya başlarlar.
Bundan sonra o kardeşler, o salikler kendi aralarında olan sevginin gittikçe azaldığını ama mürşitlerine sevginin çoğaldığını görmeye, hissetmeye başlarlar.
Bu yolda önce ihvan lazımdır. İhvan mürşidin oltasıdır. O ihvanla mürşit eğer tasarrufu varsa o müridi çeker alır. Tıpkı mıknatısın çektiği gibi...
Bundan sonra o müritler gittikçe o mübarek zat olan mürşid-i kâmili iştiyakla sevmeye başlarlar. Bu arada eğer o mürşid-i kâmilin ruhaniyetinde tasarruf gücü varsa hazık olan o mürşid-i kâmil onları dünya sevgilerinden çekerek dünyadaki eşyalardan sevgi bağlarını koparıp kendine bendetmeye başlar. Yani Cenâb-ı Allah mürşide müridini terbiye için kısıtlı bir kuvvet vermiştir. Bu kuvvete tasarruf gücü denir. Adam vardır, 50 kg. kaldırır, gücü azdır. Adam vardır, 150 kg. kaldırır, güçlüdür. Böylece verilen kuvvetle saliklerini mürşid-i kâmil terbiye eder.
Eğer salikleri kendi aralarında bu sevgiyi oluşturamıyorlarsa ve o salik de o cemaatteki bütün kardeşlerini kendi nefsinden daha ziyade sevip hürmet edemiyorsa bir üst makama yani ’fenâ fi’ş-şeyh’e ve ehlullahlığa namzet kişi olamazlar. Ancak nefsiyle cihat edip ’Lâ ilâhe illallâh’ kelime-i tevhidi, istiğfar, salâvat-ı şerife, ’Yâ Allah yâ Vedûd’ esması ve İhlâs sûresini de zikrederek nefsindeki haset, kibir, gıybet ve nemmamlığı (söz taşıyıcılığı) bu suretle yenebilir. Zaten bu sıfatlar bir üst makama çıkmasına mani olur. Bu sıfatların, bu makamda gitmesi, yok olması gerekir ki yukarıya yükselebilsin. Bu sû-i ahlak olan hayvani huylar, sıfatlar bir üst makama yükselmeye engeldir.
Kendi gayretiyle ruhu nefsine galip gelinceye kadar bu hal üzere, bu tertip zikre devam etmelidir ki bir üst makama yükselebilmeye namzet olabilsin.
Tasavvuf yolunda günahlarına tevbe edip ders alan kişi küçük bir velidir. Bütün insanlara karşı sevgi oluşturup kendini onlardan aşağı gördüğü zaman orta bir velidir. Ancak bir üst makama yükselebilmesi için bu zikirlere devam etmeli, pazartesi, perşembe haftanın iki günü oruç tutmalıdır. Bu orucun da sû-i ahlakın gitmesine faydası vardır. Sû-i ahlak izale olup gittiği ve insanlara karşı sevgi de oluştuğu zaman yapacağı rabıtadan netice almaya başlar. Böylece bir üst makamdaki ruhlara halini arz etme mesajını verebilir. İnsanın rabıta yaptığı zaman netice alamamasının sebebi bu kötü ahlakların kalmasıdır, devam etmesidir. Bu sû-i ahlak gidince sevgi radarlarını çalıştırırsa artık rabıta o zaman faydalı olur.
Her sû-i ahlak ruhun yükselmesine ve basiretin açılmasına perdedir. Aslında her şey açıktır. Mesela; gözün önündeki eşyalar açık olduğu halde, gözbebeğinin önüne bir kıl gelirse hiçbir tanesi görülmez. Çünkü o kıl görmeye manidir. Manevi kıl da sû-i ahlak olan hayvanî huylardır. Bu sû-i ahlak gidince manevi perdeler de kalkar.
Bu anda artık o saliklerin içinde bulunduğu makam ve hal ’fenâ fi’l-ihvân’ makamıdır. Yaptığı rabıtadan da o salikler netice almaya başlarlar.
- Fenâ Fi’ş-Şeyh:
Böylece günler geçtikçe salik mürşidinin nazarında olgunlaşmaya ve daha çok itaat etmeye başlar. Yine o sevgi radarları çalışır. Mürşid-i kâmil olan o zat-ı muhterem onu manen terbiye etmeye devam eder. Ondaki geriye kalan sû-i ahlaklardan, hayvani sıfatlar ki; şehvet, hırs, tamah, tûl-i emel vb. ıslah edip nefs-i emmâreye ait olan ahlak-ı zemîmeleri ahlak-ı hamîdeye dönüştürüp Hz. Muhammed (s.a.v.)’in ahlaklarıyla ahlaklanmaya başlar.
İşte o zaman o salikin yapmış olduğu rabıtalardan netice alınır ve böylece de dünya metalarına karşı olan sevgi azalıp o eşya sevgileri o salikin gönlünü meşgul edemezler. Bu duruma gelen salik bol bol rabıta yapıp yetmiş bin zulmetten yetmiş bin nurdan olan o perdeleri her rabıta yapışında yırtmaya çalışır. Üstadına yaptığı her rabıtada da o mürşid-i kâmil olan zat-ı muhterem bir hançer şeklinde o zulmânî perdeleri yırtarak yol vermeye devam eder.
Bu durum o hale gelir ki artık üstadında yok olur. Nereye baksa hep üstadını müşahede eder. Aklı fikri hep üstadında olur. Hep ondan bahsetmek ister. Bu hale, bu makama ’fenâ fi’ş-şeyh’ makamı denir. Burada üstadını müşahede hali geçicidir. Bu makamı geçinceye kadar böyledir. Nasıl ki bir insan gözüne renkli gözlük taktığında dünyayı o renkte görüyorsa, ’fenâ fi’ş-şeyh’teki bir mürit de her şeyi üstadıyla görür. Mürit, sıkıntıda olduğu hallerini manen üstadına arz eder. Üstadı da onu o sıkıntılı, darda kaldığı hallerinden mübarek tavsiyeleriyle kurtarır. Bu makamda iken Peygamber Efendimiz (s.a.v.) hariç, Sahabelerin ve bütün velilerin ruhaniyetleriyle görüşme imkânını Cenâb-ı Hak o salike açar.
(Endnotes)
1 Buhârî, Îmân, 7.
İslâm'da Zikir ve Rabıta - Salikin Seyr-i Sülukü ve Rabıta Halleri
Özlenen Rehber Dergisi 153. Sayı
Henüz hiç kimse yorum yazmadı.