Özlenen Rehber Dergisi

153.Sayı

Abdullah Faruki Hz.nin Fıkıh Anlayışına Dair

Osman YURTÇU Özlenen Rehber Dergisi 153. Sayı
Kısa bir makale içerisinde derya misali Abdullah Farukî el-Müceddidî hazretlerinin fıkhî anlayışını tümüyle aksettirmemizin mümkün olmayacağını biliyoruz. Bizim bu çalışmadan amacımız; onun fıkhî anlayışına işaret olur ümidiyle bazı hususiyetlerine değinmek ve bazı anılarımızı zikretmektir. Tevfik Allah (c.c.)’dandır!

Zahir-Batın Dengesi:
Abdullah Farukî el-Müceddidî hazretleri, şeriata sımsıkı bağlı bir Allah dostu, kâmil mürşitti. Onun bu bağlılığı, hayatının her sahasında kendini gösteriyordu. Kendi ifadesiyle: ’Kur’an ve Sünnet süzgeci’ haline gelen ince ve yüksek kalp hali ve büyük gayretler neticesinde elde ettiği batın/ledün ilmi ile zahir İslâmî ilimleri hayatının her alanında öyle güzel mezcetmişti ki ondaki bu hale hayran olmamak elde değildi.
Mısırlı büyük âlim ve Şâzelî tarikatı şeyhi Şeyh İbrâhîm el-Battâvî (rh.a.), Almanya’da bir konferans münasebetiyle bir araya geldiklerinde kendisine, ’Kalbe gelen bir havatırın hak mı batıl mı olduğu neye göre tespit edilir?’ diye sorduğunda: ’İki şahit ge­tirmek gerekir. Bu iki şahit; Kur’an ve Sünnet’tir. Keşif, Kur’an ve Sünnet’e uygun olması halinde muteberdir. Değilse batıldır ve reddedilir.’ diye cevap vererek istikametini en güzel bir şekilde ifade etmişti.1
Abdullah Farukî el-Müceddidî hazretleri, her işinde fıkıh kitaplarına müracaat eder ve mezhep ulemasının görüşlerini alarak titizlikle uygulardı. Amellerinde genel itibariyle azimete tutunurdu. Özellikle ibadetlerle ilgili konularda en ihtiyatlı olan görüşle amel ederdi. Bununla birlikte icap ettiği zaman dinin tanıdığı ruhsatları da kullanırdı.

Mezhebi:
Kendisi önceleri Şafiî mezhebine mensup idi, fakat daha sonra Hanefî mezhebine geçmişti. Manen sürekli irtibat halinde olup feyiz aldığı Ebû Hanîfe (rh.a.) hazretlerine karşı saygı ve bağlılığı çok kuvvetliydi.
Diğer üç mezhep imamına karşı da son derece saygılıydı. ’Cenâb-ı Hakk’ın, dört mezhep imamına tecellilerinin hususi olduğunu, onların yüksek bir manevî terbiyeyle yetiştirildiğini’ söylerdi.
Mısır’a yaptığı her iki yolculukta da İmam Şâfiî hazretlerini defalarca ziyaret etmiş, feyiz ve bereketlerinden istifade etmişti. Peygamberimiz (s.a.v.)’den rivayet edilen: ’Kureyş’in âlimi yeryüzü tabakalarını ilimle dolduracaktır.’2 sözünü çok sever, sıkça okur, okutur ve burada kastedilen âlimin İmâm Şâfiî (rh.a.) olduğunu söylerdi.

Fıkıh/İlmihal Sohbetleri:
İhvanlarına her fırsatta fıkıh/ilmihal sohbetleri yapar, gerek Ankara mescitteki sohbetlerinde, gerekse sair illerdeki sohbetlerde mutlaka bir ilmihal kitabının takip edilmesini isterdi.
Fıkıh kitapları içerisinden, herkesin kolaylıkla anlayabileceği, en doğru ve sahih olanların okunmasını tavsiye ederdi. Bu itibarla:
- Ömer Nasuhi Bilmen’in ’Büyük İslam İlmihali’,
- Ali Fikri Yavuz’un ’Açıklamalı Muamelatlı İslam İlmihali, İslam Fıkhı ve Hukuku’,
- İbrâhîm el-Halebî’nin ’Halebî Sağîr’
- Mehmed Zihni Efendi’nin ’Nimet-i İslam’,
- Ahmed Hamdi Akseki’nin ’İslam Dini’,
- İbrâhîm el-Halebî’nin ’Mülteka’l-Ebhur’
isimli eserleri; okuduğu, kaynak olarak başvurduğu ve tavsiye ettiği kitaplardı.
Bu yazımızda onunla beraber iken karşılaştığımız bazı hadiseler ışığında fıkıh anlayışına birkaç misalle değinmek istiyorum.

Namaz Hassasiyeti:
Efendi hazretleri, dinin, imandan sonra en önemli rüknü olması hasebiyle namaza büyük önem gösterirdi. Ezan okunmadan önce abdestini alır, tüm hazırlıklarını tamamlar, ezan okunmadan önce mescitte oturup hazır bekler, ezan okunduğunda ise: ’Biz de hazırız yâ Rabbi!’ diyerek Cenâb-ı Hakk’ın emrine karşı itaatini ifade ederdi.
Namazı özellikle ilk vaktinde kılmaya gösterdiği bu hassasiyet gibi; namaz bilgisine ve bunları uygulamaya da büyük önem verirdi. Bizzat kendisi, sohbetlerinde devamlı surette fıkhî mevzuları, özellikle de abdest ve namazla alakalı hususları açıklar, bunun yanı sıra ev sohbetlerinde de ilmihal konularının işlenmesini hususiyetle ister ve takip ederdi. Sohbetlerde ihvanlarına namazla alakalı mevzuları sorar, birçok kere namazı uygulamalı olarak anlatırdı ve anlattırırdı.
Namazla alakalı mevzuları; namazın rükünleri, vacipleri, sünnetleri vd. konuları bir araya getirerek bir risale hazırlamış ve bunu ’Fıkhî Risaleler’ isimli kitabının baş tarafına derc etmişti.3
Namazla ilgili bu genel hassasiyetinin yanı sıra halk tarafından doğru zannedilerek yapılan bazı yanlışlara özellikle dikkat eder, namazın sıhhatine halel gelir endişesiyle ihvanlarını sık sık bu hususlarla alakalı uyarırdı. Bunlara misal verecek olursak:
1- Secdede ayakların durumu:
Secdede ayakların durumu hakkında Hanefî mezhebinde birçok görüş olmakla birlikte en meşhur görüş; ayakların en az birini yere koymanın farz olduğu yönündedir. Nitekim Halebî Sağîr’de şöyle demektedir:
’Şayet secde etse ve her iki ayağını veya o ikisinden birini yer üzerine koymasa secdesi caiz olmaz. Şayet o ikisinden birini yere koyarsa caiz olur… Ayağı koymaktan murat, onun parmaklarını koymaktır… Bundan anlaşılmıştır ki parmakları koymakla kast edilen, onları kıble yönüne yöneltmektir ki dayanma bunlar üzerine olsun… İşte bu, dikkat edilmesi gereken şeylerdendir. İnsanların çoğu ise ondan gafildirler.’4
Yine bu husus, Ömer Nasuhi Bilmen’in, Büyük İslam İlmihali’nde şöyle geçmektedir: ’İki ayağın veya bir ayağın parmakları yere konulmadıkça secde caiz olmaz. Tercih edilen görüş budur. Bir ayağın yalnız bir parmağını veya ayağın yalnız üstünü yere koymak yeterli olmaz.’5
Bu itibarla Efendi hazretleri, namazın sıhhatine engel olmaması için ’ibadetlerde asıl olan ihtiyata sarılmaktır’ kaidesi gereğince en ihtiyatlı olanı, yani; en az bir ayağı yere koyup en az üç parmağı da kıbleye doğru çevirmenin gerekli olduğu görüşünü almış ve bunu kitabında zikretmişti.6

2- Namaz kılanın iftitah tekbirini ve kıraatini en az kendi işitecek derecede sesli yapması gerektiği:
Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslam İlmihali’nde bu hususla alakalı olarak şöyle demektedir:
’Namazda kıraat yani namaz kılanın kendisi işitecek kadar diliyle harflerini dosdoğru çıkararak Kur’ân- Kerim ayetlerinden bir miktar okuması, namazın bir rüknü olarak farzdır. Kendisi bile işitemeyecek derecedeki bir kıraat ise kıraat sayılmaz. Yalnız imama uyan kimse bu kıraatten müstesnadır.’7
Efendi hazretleri bu hususa da çok dikkat eder, namaz kılarken kıraatte dilin hareket etmesi gerektiğini söyler, insanların gaflet ettiği bu hususu sık sık hatırlatırdı.

3- Namazda iki elle pantolon çekmek:
Bilindiği üzere amel-i kesir namazı bozan hususlardandır. Büyük İslam İlmihali’nde bu mevzuda şöyle denmektedir:
’Çok hareket (yani amel-i kesir) namazı bozar. Az hareket (yani amel-i kalil) namazı bozmaz. Şöyle ki; namaza ve namazı düzeltmeye ait olmayan ve çok hareket sayılan her hareket namazı bozar. Çok hareket (yani amel-i kesir) odur ki; onu yapanı dışarıdan gören, onun namazda olmadığında şüphelenmez. Karşılığı az harekettir ki; onu yapanı gören, onun namazda olup olmadığında şüphelenir.’8
Halebî Sağîr’de ise şöyle denmiştir: ’Bazıları (şöyle) dedi: ’Örf ve âdete göre iki elle yapılan her amel (amel-i) kesîrdir. Velev ki onun (yani namaz kılanın iki elle yapılan) o (amel)i bir elle yaptığı takdir edilse bile. Adette bir elle yapılan (iş)ler de tekrar etmediği sürece (amel-i) kalildir. Velev ki onun (yani namaz kılanın tek elle yapılan) o (amel)i iki elle yaptığı vaki olsa bile.’ Gizli değildir ki bu, elin işlerinden olan şeylere mahsustur.’9
Efendi hazretlerinin, amel-i kesir olması itibariyle namazı bozan ve bu sebeple ihtiyatı esas alarak dikkat ettiği hususlardan birisi de namazda iki elle pantolon çekmekti. Bir kimsenin iki elle pantolonunu çektiğini fark ettiği zaman namazdan sonra güzel bir şekilde uyarırlardı. Özellikle namaz kıldığı ortamda imamın namazın sıhhatine engel bir iş yaptığını tespit ederse onu güzel bir üslupla, rencide etmeden uyarır ve namazı tekrar kılardı.

4- Kaza namazı çok olanlar:
Efendi hazretleri kaza namazı çok olanların önce kaza namazlarını tamamlamalarını, bunun için namazların sünnetleri yerine o namazın kazasını kılmalarını uygun görüyordu. Bu hususta Hanefî mezhebinin görüşünü değil, diğer üç mezhebin görüşünü tercih ediyordu. Nitekim:
- Hanefî mezhebi kitaplarında: ’Kazaya kalmış (namaz)larla iştigal etmek, nafilelerden daha evla ve mühimdir. Ancak maruf sünnetler (yani beş vakit namazın sünnetleri) bundan müstesnadır. (Yani kaza kılmak için bunlar terk edilmez).’10 hükmü yer almaktadır.
- Diğer üç mezhepte ise kazaya kalmış farz namazları, acilen kaza etmek vaciptir. Şöyle ki:
Şafiîler dediler ki: ’Zimmetinde acilen kılması gereken kaza namazları bulunan kişinin, ister farz namazlara bağlı râtibeler olsun, isterse diğerleri olsun, nafile namazlarla meşgul olması haramdır. Üzerinde kaza namazı kalmadıktan sonra nafile namaz kılabilir.’
Malikîler dediler ki: ’Üzerinde kaza namazı bulunan kimselerin bayram namazı gibi sünnetler ve aynı günün fecir namazıyla şef’ ve vitir dışındaki nafileleri kılmaları haramdır.’ Mâlikîler, zimmetinde kaza namazı bulunan kişinin, farzlara bağlı sünnetleri (râtibe) ve tahiyyet’ül-mescid gibi kısa süren nafileleri kılmasına ruhsat vermişlerdir.
Hanbelîler dediler ki: ’Üzerinde kaza namazı bulunan kişinin, mutlak nafile namazları kılması haramdır. Kıldığı takdirde de geçerli olmaz. Farz namazlara bağlı sünnetlerle vitir gibi mukayyet nafileleri kılması caiz olur. Şayet kazaları çoksa, bunları da kılmaması daha uygun olur. Yalnız sabah namazının sünneti bundan istisna edilmiştir. Bu sünnet müekked olduğundan ve şeriat koyucu tarafından kılınması teşvik edilen bir sünnet olduğundan dolayı, kazalar her ne kadar çok olsa da kılınması, mükelleflerden istenen bir nafiledir.’11
Bir Anı:
1983 yılında ben bir arkadaşla Efendi hazretlerine, kaza namazlarımızın çok olduğunu ve ne yapmamız gerektiğini sormuştuk. Cevaben şöyle demişti:
’Ben şu kadar sene bu şekilde kıldım. Bana tamam olduğu yönünde manevi bir işaret geldi. Ben buna rağmen 1 sene daha ihtiyaten fazla kaza namazı kıldım.’
Bu cevap üzerine biz de o günden sonra bu şekilde devam ettik ve 1 yıl da fazla kıldık.
Efendi hazretleri bu hususta şu yolu takip ediyordu:
Sabah namazının sünneti vacip derecesinde kuvvetli olduğu için onu sünnet olarak kılacak.
Öğlenin ilk sünneti yerine en son kılmadığı öğle namazının farzına niyet edecek. Son sünneti yerine en son kılmadığı sabah namazının farzına niyet edecek.
İkindi namazının sünneti yerine en son kılmadığı ikindi namazının farzına niyet edecek.
Akşamın sünneti yerine (müsait yerde) en son kılmadığı akşam namazının farzına niyet edecek.
Yatsının ilk sünneti yerine en son kılmadığı yatsı namazının farzına niyet edecek.
Son sünneti yerine (müsait yerde) en son kılmadığı vitir namazına niyet edecek.
Bir anı:
Solfasol (eski adı Zülfadıl) mahallesinde Hacı Bayram Veli hazretlerinin doğduğu evin üst tarafındaki camide Pazar günleri izinli olduğu için imam olmuyordu. Bu sebeple namazları bizler kıldırıyorduk. Hatırlıyorum, bir defasında akşam namazını ben kıldırdım. Akşam namazının iki rekât sünneti yerine son kılmadığım akşam namazının kazasına niyet ettim ve üç rekât kıldım.12 Namazdan sonra cemaatten birisi:
’Hocam, sünneti 3 rekât kıldın. Böyle kılmak daha mı faziletli?’ dedi. Ben de:
’Sünnet yerine kaza kıldım.’ deyip bu hususta ona delil olarak 2-3 kitaptan kaynak gösterdim. Namazın akabinde Efendi hazretleri beni ikaz etti ve:
’Cenâb-ı Hak, namazdan önce ’Sünnet yerine kaza olarak bu üç rekâtı cemaatin içinde kılma’ şeklinde kalbime ihtar etti. Senin söylediğin kaynak kitapları bu insanlar hayatında hiç duymamış, ne bilsinler. Herkes anlayamayacağı için sünnetlerin yerine akşam ve vitir namazlarının kazasını insanlar içinde kılma.’ dedi.
Efendi hazretlerinin bu uyarısını dikkate alarak akşam ve vitir namazlarının kazasını anlayamayacak kişiler yanında kılmadım. Elbette ki her hal ve hareketi Rasûl-i Ekrem’e benzeyen, Ashâb-ı Kirâm’ı andıran bir Allah dostunun bu uyarısı çok yerinde bir uyarıdır. Nitekim şu rivayette Ebû Hureyre (r.a.)’ın tavrı da bu yönde olmuştur:
Ebû Hâzim’den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir: Namaz için abdest alırken Ebû Hureyre’nin arkasında idim. Elini koltuğuna ulaşıncaya kadar uzatıyor (oraya kadar kolunu yıkıyor­)du. Bunun üzerine ona: ’Ey Ebû Hureyre! Bu abdest de nedir?’ dedim. (Ebû Hureyre): ’Ey Benî Ferrûh! (Yaptığımın sünnet olduğunu bilmeyen) siz burada (mı)sınız? Şayet sizin burada olduğunuzu bilseydim bu şekilde abdest almazdım. Halilim (yakın dostum) (s.a.v.)’i: ’Ziynet(e benzeyen nur, kıyamet günü) müminde, abdest suyunun ulaştığı yere kadar ulaşır.’ buyururken işittim.’ dedi.13
Kâdî İyâz (rh.a.) bu hadisin şerhinde şöyle demiştir: ’(Ebû Hureyre’nin) ona söylediği söze gelince: (Bu böyledir!) Zira kendisine uyulan (âlim ve arif) bir kimseye; bir zaru­retten dolayı bir işte ruhsat kullandığı veya bir vesveseden dolayı o (iş)te katı davran(ıp azimete sarıl)dığı ya da bu hususta (diğer) insanlardan ayrı düşeceği bir mezhebi benimsediği zaman o (iş)i cahil avam (insan)ların huzurunda yapması doğru olmaz. Ta ki (cahil avam insanlar) ruhsat edindiği (o işi hiçbir) zaruret yokken (kendilerine) ruhsat edin(ip de onunla amel et)mesinler veya katı davran(ıp da azimete sarıl)dığı işin farz ve (yapılması) gerekli (bir iş) olduğuna itikat etmesinler. Bunun benzeri Ömer’in: ’Ey cemaat! Muhakkak ki sizler, kendilerine uyulan (öncü bir topluluk)sunuz. (Şu halde hal ve hareketlerinize dikkat edin!)’14 sözüdür.’15
Rabbim bizleri, maiyet ve şefaatlerinden hem bu dünyada hem de ahirette ayırmasın!

(Endnotes)
1 ’Abdullah Farukî el-Müceddidî Hazretleri’nin Almanya Seyahatlerinden İzlenimler’, Adil Mustafa Güven, Özlenen Fark Dergisi, sayı:9, yıl:2, Nisan, 1997.
2 el-Hatîbü’l-Bağdâdî, Târih-u Bağdâd -Târîhu Medîneti’s-Selâm-, 404, c.2, s.398, Dâru’l-Ğarbi’l-İslâmî, Beyrut, 2001; Tayâlisî, Müsned, c.1, s.244, h.no:307, Dâru Hicr, Kahire, 1999; Ebû Nuaym el-Esbahânî, Hilyetu’l-Evliyâ ve Tabakâtu’l-Asfiyâ, c.9, s.65, Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 1988.
3 Abdullah Fârukî el-Müceddidî , Fıkhî Risâleler, ’Namaz Risalesi’, s.1-28, Fârukiye Vakfı Yayınları, Ankara, 1997.
4 İbrâhîm el-Halebî, Halebî Sağîr, s.140, Sahafiye-i Osmaniye Şirketi, Dersaadet (İstanbul), h.1312.
5 Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslam İlmihali, Sadeleştiren: Mehmet Talû, s.141, Çelik Yayınevi, İstanbul.
6 Abdullah Fârukî el-Müceddidî , Fıkhî Risâleler, ’Namaz Risalesi’, s.25, Fârukiye Vakfı Yayınları, Ankara, 1997.
7 Ömer Nasuhi Bilmen, age., s.139.
8 Ömer Nasuhi Bilmen, age., s.247; İbrâhîm el-Halebî, age., s.198.
9 İbrâhîm el-Halebî, age., s.198.
10 Mevlânâ eş-Şeyh Nizâm, el-Fetâval-Hindiyye, c.1, s.138, Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 2000.
11 Abdurrahman Cezîrî, Dört Mezhebe Göre İslâm Fıkhı, Çeviren: Mehmet Keskin, c.2, s.694-695, Çağrı Yay., İstanbul, 1993.
12 Fetâvâ-i Hindiyye’de şöyle denmiştir: ’Kaza namazlarını mescitte kılmaz. Ancak onları evinde kılar. Kürdî’ye ait olan Vecîz’de de böyledir.’ (Mevlânâ eş-Şeyh Nizâm, el-Fetâval-Hindiyye, c.1, s.138, Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut, 2000)
13 Müslim, Tahâret, 13.
14 Burada söz konusu edilen Hz. Ömer (r.a.)’ın sözünün aslı ve sebeb-i vürudu rivayette geçtiği üzere şöyledir:
Nâfi’den rivayet edildiğine göre; muhakkak ki o, Ömer b. el-Hattâb’ın azatlısı Eslem’i, Abdullâh b. Ömer’e (şöyle) an­latırken işitti: Muhakkak ki Ömer b. el-Hattâb, ihramlı olan Talha b. Ubeydullâh’ın üze­rinde boyalı bir elbise gördü. Bunun üzerine Ömer: ’Ey Talha! Bu boyalı elbise de nedir?’ dedi. Talha: ’Ey müminlerin emiri! O ancak çamurdur.’ dedi. Bunun üzeri­ne Ömer: ’Ey cemaat! Muhakkak ki siz önderlersiniz. İnsanlar size uyuyor. Eğer cahil bir kimse bu elbiseyi görse, mutlaka: ’Muhakkak ki Talha b. Ubeydullâh, ihramda (iken) boyalı elbiseler giyiyordu.’ der. Şu halde ey cemaat! Bu boyalı elbiselerden bir şey giymeyi­n.’ dedi. (Muvattâ, Hac, 4)
15 Kâdî İyâz, İkmâlu’l-Mu’lim Bi-Fevâidi Muslim, c.2, s.53, Dâru’l-Vefâ, Mansûra, 1998.
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

Henüz hiç kimse yorum yazmadı.