Yedinci Fasıl:
Bil ki ârif-i billâh Şeyh Ebû Ali ed-Dekkâk (kaddesellâhu sirrahu’l-azîz) buyurdular ki: ’Kendi kendine yetişen bir ağaç meyve vermez, vermiş olsa bile o meyvenin bir lezzeti olmaz. Allah (c.c.)’ın sünneti olan sebep yani aşılama mutlaka gereklidir. Nasıl doğum ve üreme bir anne ve baba olmadan gerçekleşmiyorsa; aynı şekilde manevi doğumda da sebep olan bir mürebbi (mürşit) de gereklidir.’
Ey Allah’ı tanımak isteyen, bilesin ki Nakşibendî büyüklerinin itikadı, Ehlisünnet ve’l-Cemaat itikadıdır. Yani, Peygamberimizin sünnetine sarılanların inancıdır. Bu tarikatın temeli, Rasûlullah’ın tertemiz şeriatının hükümlerini yaşamak, hayatında tatbik etmektir.
Bu yoldaki büyüklerimizden ikinci bin yılın müceddidi İmam Rabbânî Hazretleri, şeriat ahkâmına sarılmak konusunda buyurmuşlardır ki: ’Adaptan bir edebi dahi muhafaza etmek, mekruhlardan tenzîhî bile olsa bir mekruhu terk etmek; zikirden, tefekkürden, murakabe ve teveccühten çok daha efdaldir.’
Evet, bütün bu zikir, fikir, murakabe ve teveccüh, şeriat-ı mutahharanın ahkâmına riayetle beraber bir kimsede toplanırsa nur üstüne nurdur. O kimse hakikaten büyük bir kurtuluşa ermiştir. Ama bu da insanın yaratılış gayesi olan ibadet ve ubudiyete ihlâsla devam etmeksizin asla gerçekleşmez. İnsanın aşk ve muhabbet sahibi olması asıl maksatlardan olmayıp ubudiyyet makamına vasıl olmak için vesiledir. Bunun için insan masivadan, yani Allah’tan başka her şeyden alâkasını kesmedikçe Allah’a gerçekten kul oldum diyemez. Bu yolda aşk ve muhabbet sahibi olması, kulun masivadan alâkasını kesmesine vesiledir. Onun içindir ki ubudiyet, velâyet mertebelerinin en yükseğidir. Velâyet dereceleri içinde ubudiyetten, yani Allah’a şartınca kul olmaktan daha yüksek bir makam yoktur. Bu makamdan düşmemenin tek şartı da ibadete ihlâsla devam etmektir.
İbadet, insana her an kendini Allah’ın huzurunda bilme şuurunu kazandırmak içindir. Bu sebeple kulun tam istifade edebilmesi için ibadet anında Allah’tan gayriyle alâkasını kesmesi ve Allah’ın huzurunda olmanın ürpertisini duyması lâzımdır. Bu büyük saadet de, Allah’ın lütfü ile kulun kalbinde ibadet şevkinin bulunmasıyla kazanılır. Bunu kazanmak için de en sağlam yol, o aşka sahip bir kâmil şeyhin sohbetine devam etmektir.
Bu konuda, şeyh Ebû Ali ed-Dekkak demiştir ki: ’Kendi başına biten ağacın meyvesi olmaz. Sünnetullah, yani Allah’ın değişmez kanunu her şeyi bir sebebe bağlamak üzere devam edip gitmektedir. Nasıl ki baba ve ana olmadan çocuk dünyaya gelmiyorsa, bir kâmil mürşidin terbiyesine girmeden yeni bir âleme doğuşta birçok özürler, sürçmeler ve yıkılmalar olabilir.’
Şeyh-i Ekber Muhyiddin İbn-i Arabî, ’Futûhât-ı Mekkiyye’sinde, insanın ’kâmil ve mükemmil bir şeyhe bağlanmasını zaruri ve mecburi’ görmüş ve ’Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır.’ demiştir.
’el-Hadîkatü’n-Nediyye’ kitabında der ki: ’İlâhî bir cezbe sayesinde selim bir kalbi olmayan herkese, batın ilmini, bu yolda insanı kurtuluşa ve helâke götüren şeyleri, seyr-i sülukun adabını ve muamelatını öğrenmek farzdır.’
Gerçi ilâhî cezbe, ledünni ilim ve kutsî bir fıtratla kalb-i selime sahip olanlar da vardır. Ama bunlar nadirdir. Dinin hükümleri ise istisnalara göre değil, bütün insanların durumlarına göre konulmuştur.
Zahir ilmi tahsil etmek, insanı batın ilmini tahsil etmekten müstağni kılmaz. Yani zahir ilmi tahsil eden, batın ilmine ihtiyacı olmadığını söyleyemez. Evvelkilerden ve sonrakilerden birçok büyük âlimler zahir ilminden sonra batın ilmini, terbiye ve hizmet yoluyla tahsilin zaruretine inanmışlar ve bu yolun salikleri olmuşlardır.
Meselâ: Hanefî imamlarından: İbn-i Hümâm, İbn-i Şiblî, Şürunbilâlî, Hayreddin Remlî, Hamevî ve emsali…
Şafiî imamlarından: Sultânu’l-Ulemâ Izz’übn-ü Abdisselâm, İmam Gazâlî, Tâcuddin Subkî, İmam Suyûtî, Şeyhu’l-İslam Kâdî Zekeriyyâ, allâme Şihâb, İbn-i Hacer el-Heytemî ve emsali…
Malikî imamlarından: Ebu’l-Hasen Şâzelî ve halifesi Şeyh Ebu’l-Abbas el-Mursî, onun halifesi Şeyh İbn-i Atâullah el-İskenderî, İbn-i Ebî Hamze, Nâsiruddin el-Likânî, muhakkik âlim Ahmed ez-Zerrûk el-Berlesî ve emsali…
Hanbelî imamlarından: Şeyh Abdulkadir el-Ciylî, Şeyhu’l-İslam Abdullah el-Ensârî el-Heravî, Şeyh İbnü’l-Buhârî el-Fütûhî ve emsali…
Bütün bu büyük âlimler, zahirî ilimlerle meşgul olup onları tahsil ettikten sonra batınî ilimlerini ehillerinden; sohbet, hizmet, seyr-i süluk, hüsn-i itikad, ihlâs, rezâili terk ve faziletlerle ziynetlenmek suretiyle tahsil ettiler ve hayrın en büyüklerine nail oldular.
Rivayet olunduğuna göre bir âlim şöyle anlatır: Yüzlerinde hayır açıkça görülen bir cemaat içinde İmam Gazâlî’yi gördüm. Üzerinde yamalı bir elbise ve elinde bir ibrik vardı. Kendisine dedim ki: ’Ey imam, Bağdat medreselerinde ders vermen bundan daha iyi değil miydi?’ Bana derin derin baktı ve dedi ki: ’Saadet dolunayı, müritlik feleğinde doğunca akıl güneşi vuslat yolunu gösterdiği için böyle yaptım.’
Şeriat ve tarikat ilimlerinde büyük bir âlim olan İmam Şa’rânî, ’Meşâriku’l-Envâri’l-Kudsiyye’ kitabında der ki: ’Bütün tarikat ehilleri, insanı Allah’ın huzuruna kalp huzuruyla çıkmaktan alıkoyan kötü sıfatlardan kurtulma yolunu gösterecek bir kâmil mürşide bağlanmanın zaruri olduğunda ittifak etmişlerdir.’
Fakat insanın bağlandığı mürşidin âlim, arif, kemale ermiş ve kemale erdirmeye ehil bir mürşit olması lâzımdır. Huzurla namaz kılmayı insana bu mürşit öğretecektir.
Batın hastalıklarının ilacı; dünya sevgisinden, kibirden, kendini beğenmekten, riyakârlıktan, insanlara kin beslemekten, hasetten, düşmanlıktan, ikiyüzlülükten ve bunlar gibi kötü huylardan temizlenmektir.
Bunların hepsi de Peygamber Efendimizin hadîs-i şeriflerinde birer birer beyan edilmiş ve bu gibi kötü huylara tutulanların ve kurtulamayanların azaplarının ağır olduğu haber verilmiştir. Bu kötü hasletlerden kendisini terbiye yoluyla kurtaracak bir mürşid-i kâmile bağlı olmayanlar, dolaylı olarak Allah’ı ve Rasûlü’nü saymamış olurlar. Çünkü bir mürşidin terbiyesine girmeyen kimse, bu kötü hasletlerden kurtulamaz. İsterse yüzlerce kitabı ezbere bilsin.
Böyle bir kimse, tıbba dair bir kitap ezberleyip de hangi ilâcın hangi hastalık için ve ne zaman tatbik edileceğini bilmeyen kimse gibidir. Bu kimse bu kitabi ders olarak da okutabilir. Bunu duyup da işin gerçeğini bilmeyenler: ’Bu adam ne büyük bir tabip imiş!’ derler. Fakat bir hasta ona halini anlatıp, tutulduğu hastalığın adını ve çaresini sorsa, tabipliğin sadece kitabını ezberleyen o adam, bunun cevabını veremeyeceği gibi bir ilaç da yapamayacaktır. O zaman böyle bir adama müracaatta bulunan hasta ’ Bu adamın tabiplikten haberi yok!’ diyecektir.
Bunun için ey mümin kardeşim! Bu tavsiyeye kulak ver ve bir kâmil mürşidin terbiyesine gir!
Sakın ola ki Kur’ân’ın ve Sünnet’in ruhuna uymayan bir yola sufiyyenin yoludur demeyesin! Çünkü Kur’ân’ın ve Sünnet’in kabul etmediği yol, küfür yoludur. Bizim yolumuz ise tamamen ahlâk-ı Muhammediyyeyi yani Rasûlullah’ın yüksek ahlakını yaşamak ve bütün hayatımızı Kur’ân’ın emirlerine ve Rasûlullah’ın sünnetlerine göre düzenlemektir. İmam-ı Rabbanî Ahmed-i Fârûkî (rh.a.) demiş ki: ’Ben seyr-i rûhanîde kat-ı merâtib ederken, tabakat-ı evliyâ içinde en parlak, en haşmetli, en letafetli, en emniyetli; Sünnet-i Seniyye’ye ittibaı, esas-ı tarîkat ittihaz edenleri gördüm. Hatta o tabakanın âmî evliyâları, sair tabakatın has velilerinden daha muhteşem görünüyordu.’ Evet, Müceddid-i Elf-i Sâni İmam-ı Rabbânî (rh.a.) hak söylüyor. Sünnet-i Seniyye’yi esas tutan, Habibullah’ın zıllı altında makam-ı mahbubiyete mazhardır.
İmam Şa’rânî yine bu kitabında şöyle demektedir: ’Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz, amel etmediğimiz ilimle kendimizi aldatmamak üzere bizden söz almıştır. Bugün insanların pek çoğu ise amelsiz ilimle kendilerini aldatmaktadırlar. Hâlbuki salih selefimiz, yani dine sözleriyle ve amelleriyle bağlı geçmişlerimiz böyle değillerdi. Bu ahde sâdık kalmak isteyenin bu yola girmesi lazımdır. Bu yolculukta, istenen maksada tehlikesiz ulaşabilmek için bir kâmil mürşide ihtiyaç vardır. Böylece mürşidi onu Allah’ın izni ve tevfîki ile murakabe derecelerine ulaştıracak, terbiyesiyle ilâhi haşyeti kalbine duyuracaktır. İlmiyle amil olan âlimler böyle yapmışlar ve böyle yapılmasını tavsiye etmişlerdir.’
Şeyhu’l-İslâm Zekeriyyâ el-Ensârî der ki: ’Ehlullah ile bir araya gelmeyen fakih, katıksız kuru ekmek gibidir.’
Aliyyü’l-Havâs şöyle der: ’İlim öğrenmek isteyen, kâmil bir şeyhe bağlanmadıkça kemale eremez. Çünkü böyle bir kimseyi ilmi mağrur edecek, bu aldanışı ise gözüne birçok hakikatleri perdeleyecek ve göstermeyecektir. Kâmil mürşide bağlı olduğu takdirde ise, onu bu büyüklenmelerden ve nefsinin tuzaklarından kurtaracak, doğru yolu gösterecektir. Tarikat ehilleriyle beraber yola girmeyen bir kimse her bir işini birbirine karıştıracak, ilimsiz amel davasında bulunacak, aslını bilmeden yaptığı yanlış ameli doğru yapıyorum diye iddiaya kalkışacak, kendisine ’ibadetin az’ diyene karşı nefsi kabaracak, kendine ikazda bulunanı bir sürü hatalarla ithama kalkışacaktır. Bu sözümde şüphesi olan varsa tecrübe edebilir.’
Ey kardeşim! Bu sebeple bir kâmil şeyhin terbiyesi altında yola koyul, ona hizmet et. Cefasına ve seni kendinden uzak kılıp hasret çektirmesine sabret! O senin kendi hareketlerine ve amellerine dikkat etmeni, hayatına bir çekidüzen vermeni ister.
Bu senin için büyük bir dönüştür. Fakat bu yolculukta dünyevî işler mazeret gösterilirse maksuda ulaşılmaz. Kalbinle Allah’a dönmen lazım. İlmin kendine has bir büyüklüğü, insana verdiği bir gururu vardır. Nefis de hileleri ve tuzaklarıyla bunu beklemektedir. Nice büyük âlimler zahirî ilimlerine aldanarak bu gizli tehlikeleri görmemişler, birçokları yıkılıp gitmişlerdir. Henüz ilim tahsili çağında olanlar ise bu tuzaklardan mürşitsiz nasıl geçebileceklerdir? ’Allah, dilediğini doğru yola ulaştırır.’1 İmam-ı Şa’rânî sözlerinin devamında: ’Sakın ola ki, tasavvuf ve tarikat Kur’ân’da ve Sünnet’te geçmemiştir deme! Zira böyle söylemek küfürdür. Tasavvufun dokusu, arışı (çözgüsü) tamamı Muhammedî ahlaktır.’
Arif-i billâh İmam Muhammed Behâeddîn (kaddesellâhu sirrahu’l-azîz) buyurdular ki: ’Her kim yolumuz ve tarikatımızdan yüz çevirir ise dini tehlikeye girmiştir. Zira bu yolun temeli tasarruf (seyr-i süluk) ve yukarıda anlatılan cezbenin üzerine kuruludur.’
İmam-ı Rabbânî (kaddesellâhu sirrahu’l-azîz) buyurdular ki: ’Nakşibendiyye yolunun büyükleri, Sünnet’e mutabaata (takip) tam bağlıdırlar. Azimet ile amel etmeyi tercih etmişlerdir. Bu bağlılık ve tercih ile beraber eğer haller ve vecitler yaşadıysalar da bunun büyük bir nimet olduğunu anlamışlardır. Bununla beraber kendilerinde fütur (gevşeklik) gördükleri zaman bunun kendi kusurlarından ve noksanlıklarından kaynaklandığını bilirler, bunun için istiğfar ederler ve kalplerin tezkiyesi için çalışırlar. Bu zarafetli (güzel) yol kıymetli bir mücevher gibidir. Değerini de ancak adaletli, güvenilir ve mahir bir kimse bilebilir. Nasıl olmasın ki, bu yolun kurucusu, tertip edip düzenleyeni Peygamberlerden sonra en faziletli insan olan Ebû Bekir (r.a.) efendimizdir. O efendimiz ki bidayetinin nihayeti (sonu) olmayan bu yolu olgun nazar, açık keşif ve nakil ile kurmuştur. Bu yol tarikatların anası, sır ve hakikatlerin madenidir. Zira bu yol, şatahât, raks, safsata dinlemeler ve zırvalama gibi hallerden uzaktır. Cühela mutasavvıfların bulanık hallerinden selamette olması ve süslü yamalı elbiseler giyinmek gibi hallerinden arîdir. Sünnet-i Seniyye’ye bezenmesi, ilmin galebe çalması ve takipçileri tarafından buna uyulması bu yolun hususiyetlerinden bazılarıdır. Bu yol ulemaca kabul görmüş ve faziletini uzakta ve yakında olan ulema ikrar etmiştir.’
(Endnotes)
1 el-Bakara, 2/213.
Mürşide Bağlılığın Lüzumu (gerekliliği)
Özlenen Rehber Dergisi 152. Sayı
Henüz hiç kimse yorum yazmadı.