Özlenen Rehber Dergisi

152.Sayı

Yine Bir Gün Dersteyim...

Abdurrahim TOPRAK Özlenen Rehber Dergisi 152. Sayı
Emekli büyükelçiler gibi anı yazmaya başladıysak belediye mezarlığından da bir yer bakma vakti gelmiş demektir. Ama ölümden korkup da anı yazmaktan caymak da nesi? Yakışır mı bize? Tabi yakışmaz.
Hem, hep ciddi şeyler konuşuyoruz. Arada bir gülmek hepimize iyi gelecektir. Gülmenin kime ne zararı olabilir ki? Eh önce kahkahalarla gülmeye sonra da biraz tefekkür etmeye hazır olun.
Yine bir gün dersteyim.1
11. Sınıf Türk Edebiyatı dersi. Konu; Milli Edebiyat. ’Türkçülük, İslamcılık, Osmanlıcılık, Batıcılık’ meselesini anlatıyorum. Gündem dışı değil. Ders müfredatı.
Batıcılık ve Batılılaşma başlığı altında söz ’Harf Devrimi’ne geldi. Harf Devriminin bir kültür devrimi olduğunu, Batılılaşma maceramızda bu devrimin en önemli köşe taşlarından olduğunu, Türklerin tarih boyunca tek bir milli alfabe kullandıklarını, bunun da Göktürk Alfabesi2 olduğunu, Latin harflerini kabul ederek Türkçü değil Batıcı bir tercihte bulunduğumuzu, alfabe değiştirmenin kültürel açıdan bir değişim meydana getirdiğini, Göktürk Alfabesine geçmenin bile yanlış olacağını, ancak milli olması kabilinden yine de makul karşılanabileceğini, fakat Latin harflerine geçmenin tek bir açıklaması olduğunu, bunun da Batı kültürünü daha iyi benimsemek, daha iyi özümsemek, daha etkili ve hızlı bir biçim de Batılılaşmak olduğunu, anlatıyordum.
O esnada sınıfta bir dalgalanma oldu. Bazı öğrenciler bir arkadaşlarına dönerek sessizce:
’Söylesene, söylesene.’ dediler. O da arkadaşlarına:
’Bana ne, siz söyleyin.’ dedi. Müdahale ettim:
’Söyle arkadaşım, nedir?’ dedim. Öğrencim:
’Hocam, bir öğretmenimiz dedi ki…’ diye söze başladı. Ve hemen müdahale ettim:
’Oğlum öğretmeninizin adını söyleme. Gerek yok, sorunu sor.’ dedim. Çünkü sınıfta öğretmen kritiği yapılmasını doğru bulmayanlardanım. Öğrencim:
’Hocam Göktürk Alfabesi ile Latin Alfabesi akrabaymış. Hatta biri diğerinden doğmuş ama hangisi hangisinin atasıydı şimdi unuttum. Dolayısıyla biz Latin Alfabesine geçerek Göktürk Alfabesinin atası, akrabası olan bir alfabeye geçmiş olduk, yani Batılılaşmak için değil Türkçülük anlayışı ile Latin Alfabesine geçmişiz, bir öğretmenimiz böyle söyledi.’ dedi. Ben de:
’Otur paşam, ders anlatıyorum, dalga geçmenin sırası değil.’ dedim. Hem öğrencim hem sınıf koro halinde:
’Evet hocam, bir öğretmenimiz aynen böyle söyledi.’ dediler. Ben de:
’Hocanız size şaka yapmış, siz de inanmışsınız, hoş espri.’ dedim.
Sınıf hep birlikte bir öğretmenlerinin derste bunu gayet ciddi bir bilgi olarak kendilerine anlattığını söylediler. Çok direndim ama en son sınıfın bu beyanını doğru kabul etmek zorunda kaldım.
Önce gülmek istedim, beceremedim. Sonra bulunduğum 3. kattan kendimi aşağı atayım, oradan da kendimi tutup çatıya fırlatayım dedim. 3. kattan kendimi aşağı atmak normal bir tepkiydi. Ancak içinde bulunduğum durum normal tepkilerle geçiştirilecek bir durum değildi. Kendimi bir de kaldırıp okulun çatısına fırlatabilirsem ancak bu şoku atlatabilirim diye düşündüm. Çok fantastik bir düşünceydi, vazgeçmek zorunda kaldım.
Sonra Nihat Sami Banarlı aklıma geldi birden. Sen koca profesör ol, ’Türkçenin Sırları’ isimli bir kitap yaz, ama bir öğretmenin derste öğrencilerine anlattığı bu kadar basit, bu kadar harc-ı alem, bu kadar genel geçer bu bilgiye kitabında yer verme… Hayır, ben bir de bu kitabı memlekette okur yazar olan herkese tavsiye ettim, meğer kitap tam bir fiyaskoymuş.
Sonra Prof. Dr. Muharrem Ergin, Prof. Dr. Cem Dilçin, Prof. Dr. Talat Tekin, Şinasi Tekin, Prof. Dr. Osman Fikri Sertkaya gibi öğretmenimizin iman ettiği bu basit bilgiyi birer dil bilimci ve Türkolog olarak bilmiyor olmaları garibime gitti. Bu bilim adamları Göktürk Alfabesi ile Latin Alfabesinin köken olarak ortak olduklarını ya da Latin Alfabesinin Göktürk Alfabesinden doğduğunu ya da Latin Alfabesinin Göktürk Alfabesinin atası olduğunu, bu kadar basit bir bilgiyi nasıl bilemediklerine şaşırdım. Bu isimlere karşı olan saygım birden yok oldu.
Sonra birden sınıfta olduğumu fark ettim, kendimi dürtüp bu düşüncelerden uyandım:
’Arkadaşlar öğretmeniniz sizinle şakalaşmış, abartmayın.’ dedim. Sınıf tekrar aynı koroya dönüştü ve:
’Hayır, hocam şaka değildi, öğretmenimiz bunları bizimle bir bilgi olarak paylaştı.’ dedi. Benim artık öğrencilerime aklı başında bir cevap vermem gerekiyordu. Çünkü şahsım çevresinde ’her şeyi bilen adam’ olarak tanınan ’her şeyi bilen bir kişi’ydi.
’Ik mık’ ettim. İki kelimeyi bir araya getirip bir cümle kuramadım. ’Kem küm, eee ııı, şey, yani şimdi şöyle ki’ dedim, olmadı. Sınıfın gözünde hızlı bir şekilde irtifa kaybediyordum. Her şeyi bilen adamdan, hiçbir şey bilmeyen bir adama doğru hızlıca yuvarlanıyordum.
’Arkadaşlar, bazı sözler ya da durumlar karşısında değerlendirme yapmak zorunda kalırsınız ve ’çok doğru’ ya da ’saçma’ dersiniz. Çünkü ya mantıklıdır ya saçmadır. Ama şimdi ben bu sizin naklettiğiniz meseleye saçma desem, bundan sonra gerçekten saçma olanlara ne ad vereceğiz? Buna saçma desem ’saçma’ kavramına haksızlık olur. Bu ifadeyi saçma kelimesiyle karşılamak mümkün değil. Akıl ve bilim dışı, hiçbir bilimsel gerçeğe dayanmayan, ’böyle olsa ne güzel olurmuş fantezisi’nden doğma, tuhaf, abuk sabuk, içinde bir kısım ideolojik sapmalardan kaynaklanan akıl dışılıkların bulunduğu, çarpıtılmış bilgi…’ demek istedim ya da demeliydim, diyemedim, yutkundum. Öğretmeni sınıfın gözünde bitirmek için müthiş bir fırsattı ama meslektaşıma bunu yapmamalıydım. Her ne kadar meslektaşım şuursuz biçimde çocuklarımın zihnini iğdiş ediyor olsa bile.
Öğrencilerime ’Güneş Dil Teorisi’nden bahsettim. Güneş Dil Teorisine göre tüm dillerin bir dilden doğduğuna inanıldığını, o anaç dilin de Türkçe olduğunu, dolayısıyla dilimizde hiç yabancı bir kelimenin bulunmadığını; bu Latince-Göktürkçe meselesinin de böyle bir yaklaşımdan ortaya çıkmış olabileceğini, bunun hiçbir bilimsel altyapısının olmadığını, bu yaklaşımla: ’Biz Göktürk Alfabesini seçmek yerine Latin Alfabesini seçerek Batılılaşmadık, daha da iyi özümüze döndük ve Türkçülük noktasında bir adım atmış olduk, bunun Batılılaşmayla bir alakası yoktur.’ denilmek istendiğini söyledim. Benim: ’Türkçe cennette konuşulacak olan tek dildir.’ ifadem ne kadar bilimselse, bu ifade de o kadar bilimsel bir ifadedir.’ dedim.
Öğrenciler eğer zaman zaman bu öğretmene:
’Madem milliyetçiyiz o zaman neden Göktürk Alfabesine geçmek yerine Yunan-Latin Alfabesine geçtik?’3 diye sorular soruyorsa, demek ki öğretmenimiz de milliyetçilikten taviz vermemek için bu çareye başvurmuş ve:
’Ne alakası var, Latin Alfabesi ile Göktürk Alfabesi ata-torun. Biz Latin Alfabesine geçerek çok Türkçü bir tercihte bulunduk.’ demeyi uygun görmüş olmalıydı.
Verilecek mantıklı, bilimsel bir cevap olmayınca hocamız Radloff’ı, Strahlenberg’i, Thomsen’i, diğer tüm Türkologları ve dilbilimcileri mezarlarında ters döndürtecek bu ’martaval’ı çocuklara bilgi diye sunmuş olmalıydı.
Öğretmenimiz şunu açık yüreklilikle söylemeyi becerememiş:
’1839’dan itibaren Batılılaşma bir devlet politikasıdır. Özellikle son yüz yılda geri kalmışlığımızın en büyük nedeni olarak Selçuklu ve Osmanlı medeniyetinin ana damarı olan İslam Kültürü görülmüştür. Bundan kurtulmadan gelişemeyeceğimiz, bu kültürden kurtulup Batılılaşırsak ilerleyebileceğimiz fikri hâkim olmuş, Selçuklu ve Osmanlı’yı unutturmak ve de İslam kültürünün izlerini silmek için Latin harfleri tercih edilmiştir. Böylelikle:
1- Batıya yönelişimiz bir aşama daha kaydedecek
2- Geçmiş medeniyetle bağlarımız tamamen kopartılacak ve Batıyı benimsemekte toplumun zihinlerindeki barikatlar yıkılıp yok edilecekti, ikisi de bu sayede başarıldı.’ diyememiş. Hâlbuki böyle söylese kimse açısından tartışılacak bir şey olmazdı.
Daha da trajik olan şeyse bu nev-i şahsına münhasır, spesifik, tekil bir örnek değil. Çünkü bu, bir öğretmenin fikri değil. Belli bir ideolojinin öğretmenlerinin topyekûn bu konuya özel yaklaşımı. Bu saçmalıklarla zihinleri doldurulan öğrencilerin yarın doktor, öğretmen, avukat, polis olacakları ve hatta anne baba olacakları düşünülürse vahametin boyutu daha iyi anlaşılır.
Bu sırada hala bu öğretmenimizin adını bilmiyorum. Çok da önemli değil. Önemli olan bu zihniyetin eğitim camiasında hâkim bir zihniyet olduğu ve çocukların zihinlerinin bilim adına bu bilim dışı martavallarla dolduruluyor olması. Böyle yetişen bir neslin sağlıklı düşünmesini beklemek çılgınca bir hayal olmaktan başka bir şey değildir.
Gençlerimize düşen görev: Araştırın, sorgulayın, şüphe edin, düşünün…


(Endnotes)
1 ’Yine bir gün New York’ta 42. Cadde’de geziyorum. Burası halk arasında Manhattan olarak da bilinir. Bir de baktım…’diye hava atan tipler görmüşsünüzdür. Kendilerinin ne kadar önemli bir insan olduklarını anlatmak çabasındadırlar. Ben de bu ifadeyle sanki çok mühim bir iş yapıyormuşum, memlekette bir milyon öğretmen yokmuş da 22 öğretmen varmış, biri de benmişim gibi bir hava oluşturayım dedim, ama amacıma ulaştım mı bilmem?
2 Bazı dilciler bu konu da bile tereddütlüdür.
3 Konuyla ilgili bir de şu efsane meşhurdur:
Latin Alfabesini gelişmiş devletler kullanıyor. Göktürk Alfabesini dünyada kimse kullanmıyor. Dolayısıyla ilerlemek için ilerlemiş toplumların alfabesini kabul etmek zorundaydık.
Japon Alfabesi: Sadece Japonlar tarafından kullanılır. İleri bir toplumun alfabesidir.
Çin Alfabesi: Sadece Çinliler tarafından kullanılır. Çin ilerlemiş bir toplumdur.
Kore Alfabesi: Sadece Koreliler tarafından kullanılır. İleri bir toplumun alfabesidir.
İbrani Alfabesi: Dünyada az sayıda insanın kullandığı sadece İsraillilerin kullandığı bir alfabedir. İsrail gelişmiş bir toplumdur.
Kril Alfabesi: Latin alfabesini kullanmadan dünyanın süper güçlerinden olmuş bir toplumdur.
Ve benzeri. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Yani ilerlemek için Latin Alfabesi vazgeçilmez bir koşul değildir. Bu konuda yazılmış yüzlerce akademik makale var. Yorumlarsa tamamen ideolojik…
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

Henüz hiç kimse yorum yazmadı.