’ÇOCUK’
Bugün her ne yaşıyorsak, son iki yüz yıllık maceramızın izlerini taşıyor. Son iki yüz yıllık tarihimiz, binlerce yıldır ne biriktirdiysek tahrif etti, dönüştürdü ve yabancılaştırdı. Politik tercihlerimizden evimizin dekorasyonuna, düğün merasimlerimizden kıyafetlerimize, şehirleşmemizden çocuklarımızın terbiyesine kadar her alanda son iki yüz yıllık maceramızın izleri var.
1839 Tanzimat Fermanıyla dünyaya ilan ettiğimiz Batılılaşma macerası kesintisiz sürdü. Bugün de Avrupa Birliği’nden sorumlu bir bakanlığımızın olduğunu unutmayalım. Yaklaşık iki yüz yıldır devlet eliyle Batılılaşıyoruz-Batılılaştırılıyoruz. Bu etkilenme ya da tercih değil. Cebrî bir durum. Bu uğurda idam sehpalarının bile kurulduğunu unutmayanız.
Bu macerayı sosyologlar, tarihçiler tartıştı, tartışacaktır, tartışsın. Ama bu maceranın bir de her anne-babayı ilgilendiren bir boyutu var. Üniversite mezunu olan ya da ilkokul mezunu bile olmayan her anne-babayı ilgilendiren bir boyut: Çocuklarımız.
Çocuklarımız, servetimiz, geleceğimiz, Rabb’in bize emaneti, masum ve tertemiz bir halde anne-babaya hediye edilen, emanet edilen çocuklarımız. Ebeveyn açısından kıymetini tarif edemeyeceğimiz çocuklarımızın bir de millet için ifade ettiği anlam var: İstikbalimiz, istiklalimiz, varlığımızın teminatları…
Bu iki kavram ’Batılılaşma ve çocuk’ birbiriyle hangi yönden ilgili olabilir ki? ’Birisini anlamak için son iki yüz yıllık tarihimizi didik didik etmeliyiz, öbürü için ’sevgi’ kelimesinden başka bir şeye ihtiyaç yok.’ diye düşünebiliriz. Aslında pek öyle değil. Batılılaşma ve çocuk kavramları birbiriyle yakından ilgili. Tıpkı bir radyasyon etkisi gibi. Sinsi ve derinden. Uzun süre maruz kalma şeklinde gerçekleşen, ağrısız sızısız etkisini gösteren, mutasyona uğratan, genleri bozan son noktada korkunç bir trajediye neden olan, en son anne babaların: ’Çocuğum çok iyiydi, çok akıllıydı, çok terbiyeliydi, ona ne oldu anlamadık!’ diye yakınmalarıyla; ya da yazar-çizer, düşünür tayfasının: ’Gençliğimizin içinde bulunduğu olumsuz haller’ üzerine nutuk attıkları, ’Ne olacak bu gençliğin hali?’, ’Geleceğimiz emin ellerde değil!’, ’Yeni nesil çok bozuldu!’ gibi hayıflanmalarıyla fark ettiğimiz bir ilgi. Anlamsız, zor sorular ve bunlara verilemeyen cevaplar…
Gençlerin ve çocukların hallerine dair hayıflanmalar hiç de yabancısı olduğumuz şeyler değildir. Kahvehanelerden akşam oturmalarına, eğitim kurumlarından bir cenaze merasimine kadar orta yaşlı iki insan bir araya geldiğinde en çok bahsi geçen konuların başında ’çocukların-gençlerin’ halleri gelir.
Peki, bu kadar trajik sonuçlara yol açan şey ne?
Masallar, çizgi filimler, televizyon… İnsan ruhuna sirayet eden ve ruhta radyasyon etkisi gösteren bu kavramlar bugün bilim adamları tarafından eleştirilirken dün arif dedelerimiz tarafından karikatürize edilmiş biçimde reddedilmişti: ’Şeytan icadı!’
Bu eleştiri nedeniyle de dedelerimiz aşağılanmıştı, hepimiz biliriz. Tabi ki şeytanın bir şey icat ettiği yok, bu bir benzetme, karikatürize edilmiş; ancak esaslı ve haklı bir benzetme. Haklı oldukları yüz yol sonra ispat oldu.
Anne-babalar, çocuğun algı dünyası olgunlaşmaya başladığı andan itibaren onu masalların, çizgi filmlerin, televizyonun dünyasına terk/emanet eder. Çocuğun anne-baba için sorun çıkarmadan o ortamda vakit geçirmesi, o Batılı ürünler tarafından algı dünyasının işgal edilmesi, çocuğun ruhu üzerinde bir nevi radyasyon etkisi gösterecek ve o ruh, o karakter tanımlayamadığımız, anlayamadığımız bir forma girecek, bir nevi ’ruh/kişilik kanseri’ olacaktır.
Durumu basit bir örnekle anlamaya çalışalım. Bugün edebiyat dünyasının ’klasik roman’ diye andığı romanlardan herhangi birini elinize aldığınızda (Alexandre Dumas, Üç Silahşorlar vb.) neredeyse hepsinde şöyle bir sahne görürsünüz:
Kahraman bir yolculuğa çıkar. Gece bir yerde konaklamak zorunda kalır. Her hangi bir evin-çiftliğin kapısını çalar. Kendisini misafir etmelerini ister. Samanlıkta misafir ederler. Yiyecek içecek verirler. Sabah olur kahraman samanlıkta yattığının, yediğinin ve içtiğinin parasını öder ve yoluna devam eder.
Bu sahne, bir Fransız için oldukça makul, ahlakî, anlaşılabilir ve olması gereken bir durumdur.
Aynı sahneyi Anadolu’da düşünelim.
Misafir ’Tanrı misafiridir’, evin en konforlu yerinde ağırlanır. Kendisine en güzel yemekler ikram edilir. Sabah karnı tekrar doyurulur. Yol için eline yolluk hazırlanır. Para konuşulmaz, çünkü böylesi bir misafirlikte para hane sahibi için küçültücü bir şeydir.
Bu sahne bir Fransız için ’aptallık’ bir Türk için alelade bir ’erdemli’ davranıştır.
Buna benzer hikâye, roman, masal, çizgi film ve filmlerle Anadolu insanının çocuğunun ruhuna Fransız ahlakı enjekte etmek tam bir cinayettir.
Batılı masal ve çizgi filmlerinin elinde büyüttüğümüz çocukların ruhlarına neler zerk ettiğimizi hiç düşündünüz mü?
Katolik, Ortodoks, Protestan ya da Yahudi ya da ateist bir sanatçının kendi dinî inançları ve kültürüyle çelişmeyen ve onların öğretileriyle oluşturulmuş ve kendileri açısından çelişki içermeyen değerli ’ürünler’ o kültür dünyasının mesajlarını iletmek ve muhataplarını eğitmek üzere, onları iyi birer ’Hıristiyan’a, Yahudi’ye ya da kapitaliste ya da ateiste’ dönüştürmeyi nihai amaç sayan ürünlerin kucağına çocuklarımızı terk etmek anne-babaların vicdanında acaba nasıl bir karşılık bulmaktadır?
Batılı ürünlerin bir dinî mesaj ya da bir kültürel mesaj taşımadığını, eğitici, etkileyici bir mahiyet arz etmediğini düşünebilecek ya da söyleyebilecek aklı başında bir insan yoktur. Bu tartışmasız gerçeğe rağmen bugün her kesimden Müslüman ebeveynin çocuklarını Batılı ürünlerin kucağına nasıl terk ettiklerini anlamak mümkün değildir.
Nihayetinde sahne şu:
Babası camiye giden, ama alnı secdeye varmayan evlatlar…
Annesi tesettürlü, kendisi dekolte kadınlarımız…
’Benim babaannem de başörtülüydü, benim dedem müftüydü ya da benim büyük babam hacıydı’ ifadeleriyle ’dinî kimliğini’ ifade etmeye çalışan, Müslüman’mış gibi yapıp Hıristiyan’ca yaşayan bir yığın. Bizim ayıp günah saydığımız davranışların tamamını alelade davranışlarmış gibi sergileyen ’ar-namus-utanma’ duygularından uzakta yaşayan insanlar. Düğünleri, cenazeleri, kıyafetleri, yaşam biçimleri bin yıllık Müslüman-Türk ikliminden izler taşımayan Fransız desen Fransız, Yunan desen Yunan, Yahudi desen Yahudi, ateist desen ateist; konuşurken Türk, kandil gecesinde mesaj çekerken Müslüman; ama giyinirken Amerikan, kariyer planlaması yaparken Anglosakson, sosyal ilişkilerinde Uzak Doğulu tuhaf bir yığın…
Bu şekilde mutasyona uğramış bir kitleyi ancak ’şeytan’ icat edebilirdi.
Demek ki neymiş? Belki âlim değil; ama arif olduğu muhakkak dedelerimiz ’şeytan icadı’ alegorisinde bunu kast ediyormuş. O kendileriyle yüzyıl boyunca alay edilen, aşağılanan o dedelerin, değerlerine sahip insanların inançlarıyla alay edilmesine ve o insanların aşağılanmasına neden olan ’şeytan icadı’ alegorisi buymuş. Gelecekte ’ne idüğü belürsüz’ bir yığının ortaya çıkacağını haber veriyorlarmış. Dedelerimiz bu tehlikeye dikkat çekmeye çalışmışlar. Susturulup aşağılanmışlar, küçültülmüşler. Ama zaman onları haklı çıkardı.
Şimdi pedagoglar, eğitim bilimciler ve bazı insaflı bilim adamları seslerini yükseltiyorlar: ’Çocuklarınızı Batılı masallardan, çizgi filmlerinden, televizyon ürünlerinden uzak tutun. Psikolojileri bozulur, kimlikleri oluşurken bir Müslüman aile evinde bir Hıristiyan çocuk yetiştirir; egoist, hedonist, narsist, öfkeli, muhakemesi gelişmeyen, edilgen bireyler yetiştirir. Aman dikkat, lütfen bu konuda hassas olun!’ diye.
Duyuyor muyuz?
Hayır.
Ne ana-babalar, ne de sorumluluk sahibi muktedirler.
Son 3-4 yıldır Dede Korkut hikâyelerinin, Keloğlan’ın, Yunus’un, Nasrettin Hoca’nın çizgi filmleri ya da animasyon filmlerinin yapılmaya başlandığını, TRT eliyle ya da bazı muhafazakâr televizyonlarca yayınlandıklarını görüyoruz. Ancak son 3-4 yıl, geçmiş iki yüzyılın tahribatını ve tahrifatını telafi edecek durumda değil.
Çocuklarınız; yerli masallarla, Yunus’la, Mevlana’yla, Dede Korkut’la, Köroğlu ile, Fuzuli ile, Şeyhî ile, onların hikayeleri, şiirleri ile büyümediyse bunların yerine; Robin Hood’la, Red Kit’le, Teksas Tombiks’le, Victor Hügo ile Andersen’den Masallarla ’büyüttürüldüyse’, bu da devlet eliyle yapıldıysa söyleyecek söz tükenmiş demektir.
Bu Batılı ürünlerin dinî ve kültürel mesajlar taşımadığını, bu mesajları iletmediğini ve çocukları şekillendirip onlarda kimlik oluşmasına neden olmadığını söyleyebilen varsa tüm söylediklerimi geri alıyorum. Yok, eğer ’doğru’ söylüyorsak hepimize düşen bir görev var.
Çocuklarınıza yerli masal kitapları alınız. (Bu arada Batılılaşmış yerli yazarlara dikkat!) Mevlana’nın Mesnevi’si tüm insanlığa yetecek kadar hikmetli hikâyelerle dolu, alıp okuyabilir-okutabilirsiniz.
Çocuklarınıza Dede Korkut Hikâyeleri okuyup-okutunuz. Dede Korkut çizgi filmleri izletiniz. Nasrettin Hoca, İncili Çavuş, Şeyhî okuyunuz -okutunuz.
Yabancı menşeli çizgi filmlerden uzak durun ve çocuklarınızı uzak tutunuz. Herkesçe bilinen 5-10 kanalın mahkûmu değilsiniz. Muhafazakâr hassasiyetleri öne çıkan televizyonlardaki yerli-tarihî-millî içerikli çizgi filmleri bulup izletiniz.
Alternatifler çok. Belki ulaşılması diğerlerine göre biraz daha zormuş gibi görünse de aslında değil.
Tolstoy da, Hugo da, Goethe de, Balzac da, Maalouf da, Eco da, Shakspeare da, benzerleri de okunacak, tanınacaktır. Ancak atasını, dedesini, geçmişini, değerlerini bilmeyen; Fuzuli’den, Nefi’den, Yunus’tan, Gazali’den, Ahmet Cevdet’ten, Mevlana’dan ve adını sayamadığımız daha yüzlerce fikir, kimlik, kültür mimarından habersiz; o büyük isimlerin rahlesinde yetişmeden, insanlarımızı Batı dünyasının sanatçılarının kucağına atmak cinayettir, ihanettir, intihardır.
Son iki yüzyıl bu korkunç tahribatı yaptı; ancak geldiğimiz noktada daha korkunç yeni bir evreye geldik: ’İnternet’. Bu yeni gayya kuyusu hepsinden daha tehlikeli. Hepsinden hem daha verimli hem de daha tehlikeli.
Çocuklarınızı terk etmeyin, çocuklarınızı siz büyütün, onları siz eğitin, onları takip edin, yalnız bırakmayın. Yoksa her birimiz kendimize yabancı ve kendimize düşman bireyler yetiştiriyor olacağız.
Şimdi ben söylüyorum: ’İnternet, ’şeytan icadı’dır.’ Haklılığımız yüz yıl sonra değil birkaç on yıl sonra ortaya çıkacak, ne dediğimiz anlaşılacak…
Çocuk, ana-babaya ve insanlığa Rabb’in tertemiz ve kusursuz ve günahsız hediyesidir, emanetidir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), bir hadîs-i şerifinde şöyle buyuruyor: ’Her biriniz birer çobandır ve raiyyetinden sorumludur.’ (Buhârî, Itk, 17)
Hesap günü: ’Rabbim! Zamanın şartları onu gerektiriyordu!’ savunması hiçbir şekilde geçerli olmayacaktır.
Emanete ihanet etmeyiniz. Allah, bu ihanetin hesabını en ağır biçimde soracaktır.
*Yazıda: ’Masal, çizgi film ve televizyon kavramları’ yerine ’Batılı ürünler’ ifadesi kullanılmıştır. Yerli masallarımız ve Batı’dan gelen teknolojik eşyaların tamamı kast edilmemiştir.
Rabb'in Emanetine İhanet Etme!
Özlenen Rehber Dergisi 144. Sayı
Henüz hiç kimse yorum yazmadı.