Özlenen Rehber Dergisi

127.Sayı

Modern Çağın Handikabı Din Adına Konuşmaj ?ıı-

Mustafa ŞENTÜRK Özlenen Rehber Dergisi 127. Sayı
Birincisini Şubat 2012 tarihinde, dergimizin 107. Sayısında kaleme aldığımız makalenin ikinci bölümünü aradan geçen epey uzun bir zamandan sonra bu ay ele almak nasip oldu. Hamdolsun...
Kısa bir özet yapmak gerekirse ilk çalışmamızda; din hakkında konuşmak ile din adına konuşmayı birbirinden ayırmaya çalışmış, bu meyanda günümüzdeki mevcut durum ile aslında olması gereken arasındaki farkı ortaya koymuştuk. Sonuç olarak ise hâlihazırdaki istikamet sapmalarını ve dini konuşan kişiler arasındaki ciddiyetsizlik yarışını genel manada izhar etme gayreti göstermiştik.
Bu çalışmamızda ise mevzu dâhilinde var olan temel sorunları anlama noktasında konuyu biraz daha derinleştirmeye ve dini ve dinden olanı konuşan kişilerin genel manada ruh hallerini irdelemeye çalışacağız. Amacımız; kimseyi rencide etmek değil. Kişilerle ya da kurumlarla da ilgilenmiyoruz. Bütün mesaimizin Hakkın ve hakikatin ortaya çıkması adına kullanılmasını Rabbimizin bize nasip etmesini arzu ediyoruz, o kadar.
Giriş:
Yaşadığımız çağda ve özellikle de son yıllarda hem dünyada hem ülkemizde günlük hayatta, yazılı ve görsel medyada en çok konuşulan ve tartışılan konuların başında hiç şüphesiz din gelmektedir. Bilgili bilgisiz, sorumlu sorumsuz hemen herkes din üzerine konuşuyor, kanaatlerini ifade ediyor, hatta tartışıyor. ’Ne var ki bunda?’ demeyin. Bunun faydalı yönleri olabileceği gibi hem dinin kendisi hem de insanlık için çeşitli sakıncaları da var. Mesela; her şeyden önce küresel bazda, siyasî, sosyal, kültürel ve ekonomik vb. bütün sorunların zaman zaman ’din merkezli’ imiş gibi takdim edilmesi, bölgesel çatışmaların ’din’ üzerinden izahı, dini; ’çıkar amaçlı’ pek çok kavga ve çatışmanın odağı haline getirme çabaları bu sıkıntıların en başında gelmektedir.
Din ve dini olanlar çağımızda da en çok yükselen değerlerdir. Bunun içindir ki, insanlar hemen hemen topyekun olarak dinî konulara merakla eğilmekte, din üzerine konuşma ve tartışmalar yapmaktadır. Söz buraya gelmişken mühim bir hakikati ortaya koymak lazım. Hayatta en basit bir meseleyi dahi ele alırken, bir tek insan hakkında yahut bir tek insanın özel bir hasleti hakkında değerlendirme yaparken dahi dikkatli olmak gerekirken; tarih boyunca yüz milyonlarca insanın en mukaddes değerlerini oluşturan din hakkında konuşurken, tartışırken, yargıda bulunurken elbette çok ama çok daha dikkatli olmak gerekir. Çünkü söz bir emanettir. Bu emanete riayetin en bariz göstergesi ise hiç kuşkusuz bir konuda konuşmak için hem doğru bilgi sahibi olmak hem uygun bir dil ve üslup kullanmak gibi büyük bir sorumluluğu zorunlu kılmaktadır.
Dini/dinden olanı konuşacak kişinin tavrı
Dini ve dinden olanı konuşacak kişilerin tavırlarını iki temel noktada değerlendirmek gerekir; müslüman olmayan ya da müslüman olan
a) Müslüman değil ise;
Bunu da kendi arasında iki başlıkta mütalaa etmek gerekir.
Doğru bilgi: Bir defa dini ya da dinden olanı konuşacak, tartışacak kişi dinin sahih kaynaklarından ve on dört asırlık kadim mirasından haberdar olacak. Bu önemli ve büyük bir iştir ama tek başına asla yeterli değildir. Bununla birlikte kişi müslümanların, söz konusu bilgi kaynaklarından yararlanmak için nasıl bir usul ve yöntem geliştirdiklerini yine bununla birlikte dinî metinleri anlama, yorumlama ve hayatla irtibatını kurma konusunda geliştirilmiş metodolojilerini de bilmesi gerekir.
Üslûp: Yine dini ya da dinden olanı konuşacak kişilerin doğru bilgiye sahip olmaları kadar mühim olan bir diğer önemli haslet de üsluptur. Meseleleri ciddiyetle ele almak. Hor ve hakir görmeden, öteleyen ya da saf dışı bırakan bir eda sergilemeden gerçek manada ya öğrenmek ya da öğretmek gibi amaçları hedef edinerek dini veya dinden olanı konuşmak gerekir.
b) Müslüman ise;

Din ya da dinden olanlar üzerine konuşan kimse, o dine iman etmiş bir ilim adamı ise bunlara ilaveten onda ilme sadakat gereği salih amel, ihlas ve samimiyet olması gerekir.
Dini Konulara Yaklaşım

a) Ciddiyetsizlik
Öncelikle dini meseleleri konuşan kişilerin üslup açısından yeterli ve birikimli olmaları gerektiğini yukarıda ifade etmiştik. Olayın daha iyi anlaşılması adına meseleyi biraz daha açmakta fayda var. Özellikle ülkemizde televizyonlarda veya konferans, sempozyum, panel gibi toplantılarda dini bir meseleyi konuşması için gelen ’İlahiyatçı’ akademisyenlerimizin büyük çoğunluğu büyük bir ciddiyetsizlik örneği sergiliyorlar. Öncelikle dillendirdikleri meselenin anlatılmasının ümmetin salahiyetine olup olmadığından bîhaberler. Yine büyük bir ciddiyetsizlik örneği olarak; mevzu dâhilinde âyet ya da hadisler okunurken ayak ayak üstüne atıp, ilmin vakar ve saygınlığına hiç de yakışmayacak bir eda ile seyircilerin ya da katılımcıların karşısına geçiyorlar. Halbuki Kur’an ayetleri ve Efendimiz (s.a.s.)’in hadis-i şerifleri dinin birer şiarlarıdır. Her kim Allah’ın hükümlerine saygı gösterirse, şüphesiz bu, kalplerin takvasındandır. (Hac, 22/32)
Yine bu noktada yapılan en büyük yanlışlıklardan birisi de dinin en mahrem, konuşulması ve anlaşılması ilmi alt yapı gerektiren konularını gülerek, tesettüre riayet etmeyen kadınların karşısında, şayet karşı görüşte birisi varsa devamlı laf dalaşına girerek, karşıdakini felsefik sözlerle küçük düşürücü bir eda ile anlatma gayret ve çabalarıdır. Halbuki Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerim’de; ’(Rasulüm!) Mümin erkeklere, gözlerini (harama) dikmemelerini, ırzlarını da korumalarını söyle. Çünkü bu, kendileri için daha temiz bir davranıştır. Şüphesiz Allah, onların yapmakta olduklarından haberdardır.’ (Nur, 24/30) buyurmaktadır.
Yine günümüz de insanların dini veya dinden olanı konuşurken yaptığı büyük yanlışlıklardan birisi de meseleleri bütünüyle ele almamak, konuştuğu mevzu ile alakalı olarak Kur’ân-ı Kerim’de yer alan bütün ayet-i kerime meallerini dikkate almamaktır. Bu durum hadis-i şeriflerde de aynı hiç kuşkusuz. Mesela Nisâ sûresi 43 âyette yer alan ’La tekrabü’s-Salah’ (Namaza yaklaşmayın) kelimesini ’ve entüm sükera’ (sarhoşken) ifadesinden bağımsız ele almak gibi. Bunun gibi yüzlerce örnek verilebilir. Halbuki ilmîlik, hakkaniyetlik ne olmalı? Hangi mevzu olursa olsun. Kur’ân-ı Kerim’deki bütün ayetler ele alınmalı mevzu ile alakalı olup olmadıkları, müslümanlara ya da gayri müslim veya müşrik kime hitap ettiği, siyak-sibak gibi durumları ile değerlendirilmelidir.
Halihazırda ülkemizde dini gündemimizi yıllardır meşgul eden birçok mesele, kendilerine bu şekilde yaklaşılsa çoktan halledilirdi. Zaten bizim geçmişimizdeki tarihe iz bırakan büyük âlimlerimizin bu tür meseleleri gündemlerine almamalarının, çok kolay ifadelerle kabullenmelerinin arkasında yatan espiri de işte budur. Mesela; kadim zamanlarda bugün olduğu gibi teravih namazının sünnet/bidat olup olmadığı, Efendimiz (s.a.s.)’in kılıp kılmadığı tarzı mevzular dillendirilmemiştir. Kur’an’da bir mesele varsa dinde vardır, o mesele Kur’an’da yoksa dinde yoktur gibi ’uçuk’ bir yaklaşım ’bizim’ tarihimizde asla olmamıştır. Bizim kadim ulemamız böyle bir yaklaşımı hakkaniyetlik, ilmîlik ve İslamîlik ile hiç bir zaman bağdaştırmamış ve tarihin hiç bir döneminde müslümanların karşısına bu denli suni ve sığ yaklaşımlarla çıkmamışlardır. Çünkü onların zamanları bu denli işlerle harcanacak kadar ucuz ve değersiz değildi. Onlar bunun yerine binlerce sayfalık eserler ve tarihe damga vurmuş ilim adamları yetiştirmekle meşgul idiler. Hani şairin dediği gibi;
Âyînesi iştir kişinin lâfa bakılmaz
Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde

b) Üstünlük taslama
Günümüzde dini ve dinden olanı konuşma noktasında, dini konulara yaklaşım tarzında insanların yaptığı vahim hatalardan birisi de kibir ve üstünlük taslama, geçmişi inkar edip beğenmeme, tek doğru ve yanılmaz olarak kendisini görme hastalığıdır. Mevzuyu açmak gerekirse şunlar söylenebilir;
Öncelikle dini ve dinden olanı konuşmak üzere TV ya da başka platformlarda sahneye çıkan kişiler kendilerini en büyük alim olarak nitelendirmektedirler. Bir ayet-i kerime meali okurken ’bu ayete bu güne kadar doğru mana veren hiç olmamıştır’ ya da bir hadis-i şerif naklederken ’bu hadis asla sahih olamaz’ gibi direk inkar ve yanılgı, kendilerinin ise mutlak âlim ve şaşmaz bilgi sahibi olarak dillendirenleri mutlaka görmüş ya da işitmişsinizdir. Halbuki böyle mi olması lazım. Yanlış ya da hata yapılmış dahi olsa bir âlimi eleştirirken, eksiğini ortaya koyarken üslup, dini anlatan birisine yakışır vakar içerisinde olmalı değil mi? Hele hadis-i şerifler; önüne gelen, mesele hakkında yeterli ilmi birikime sahip olan/olmayan herkes hadisler hakkında konuşabiliyor, mevzu, zayıf diye önemli iddialarda bulunabiliyor. Kıstas, kriter, ölçü belirtmeden; aklıma uymuyor, zamanın şartlarına göre olamaz gibi beşeri vasıflarla ilahi emirler saf dışı bırakılmaya çalışılıyor.
Yine bu noktada kadim ulemayı müctehidleri ve mezhep imamlarını da içine alacak şekilde yok sayma, topyekûn yanılgı içerisinde olduklarını iddia etme de büyük ve vahim bir arıza olarak karşımızda durmaktadır. ’Ben Kur’an’a göre yaşıyorum, mezhebe ihtiyacım yok ayrıca mezheplere gerek de yok’ tarzı inkar veya küçük görme girişimleri bu söylemi icra edenlerin ne denli temelsiz ve dayanaksız olduklarını gözler önüne seriyor aslında. Kıldığı namazı, tuttuğu orucu, hac ibadetini, zekat, nikah, talak gibi en temel meseleleri dahi kendi başlarına icra edemeyip bir mezhebin görüşüne göre ifa edenler bilemiyorum hangi akla ve izana hizmet ederek mezhepsizliği büyük bir arzuyla haykırıyorlar doğrusu kendilerine sormak lazım. Burada mezhep örneği verdik ama mesele hadis-i şeriflere yaklaşımda da böyledir. Kur’an varken başka bir şeye itibar edilemeyeceği, Kur’an müslümanlığı gibi söylemler bu alanda çokça söylenen iddialardır. Meseleyi fazla uzatmamak adına bu hadis-i şerifi nakletmek yeterli olur kanısındayım: İbni Mesud (r.a.)’dan şöyle rivayet edilir: "Dövme yapana ve yaptırana, güzelleştirmek için kaşlarını yolana, dişlerini inceltene, Allah’ın yarattığı şekli değiştirenlere Allah lanet etsin" İbni Mesud (r.a.)’ın bu sözü, Ümmü Yakub denilen bir kadına ulaşınca, o kadın kalkıp geldi ve dedi ki:
- Bana gelen habere göre şöyle şöyle demişsin. İbni Mesud (r.a.)’da:
- Rasûlullah’ın lanet ettiğine ben niye lanet etmeyeyim ki, hem Kur’an’da da bu husus geçmiyor mu? deyince, kadın Kur’an’ı kastederek:
- İki kapak arasını okudum fakat bu dediğini bulamadım, dedi.
Bunun üzerine İbni Mesud (r.a.):
- Kur’an’ı okumuşsan onu bulmuşsundur. Sen Kur’anda "Peygamber size neyi verdiyse onu alın, neden de yasakladıysa ondan sakının" (Haşr, 59/7) ayetini okumadın mı?
- Okudum.
- Hah işte Rasûlullah (benim saydığım) şeyleri yasaklamıştır. (Buhari, Libas, 82, 84-85, 87, Müslim, Libas, 120, Tirmizi, Edeb 33)

Yine bu noktada yapılan büyük garabetlerden birisi de kadim zamanlarda kaleme alınmış ve asırlar boyunca ümmete dini anlama, yaşama ve tebliğ etme noktasında rehberlik etmiş eserleri yok sayma, kendilerince hor görme illetidir. Tefsir, hadis, fıkıh, kelam, tasavvuf gibi dinin her alanı ile ilgili alanında parmakla gösterilecek hüviyete sahip alimlerimizin yazdığı eserler, akademik kariyer amacıyla kaleme alınmış ve aslında daha önce, izini takip ettikleri fikir babalarının kaleme aldıkları hezeyanları ya tamamen ya da kısmen tercüme ederek ya da sadeleştirip/genişletip piyasaya sürdükleri temelsiz, ilmilikten, edep ve izzetten yoksun sığ gayretlerle değiştirilmeye çalışılmaktadır. Bunun yanında 1400 küsür senelik dini metinleri, ayet ve hadisleri anlama usulunün inkarı bunun yerine yeni ama mesnetsiz metedoloji oluşturma histerisi de işin bir başka vahim boyutu olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunun neticesinde ise, neyi nasıl anlaması gerektiğini bilmeyen, ayet ve hadisleri sadece kelime manaları ile anlayıp kabul/red eden, işin özünden habersiz, usulsüz ve sağlam ölçütleri olmayan bir grup ortaya çıkıyor.
Sebep Olduğu Sonuçlar
Bu ve buna benzer yaklaşımların sebep olduğu sonuçlara gelince bunu birkaç madde halinde işlemekte fayda var.
Müminlerde kuşku uyandırma;

Dini ya da dinden olanı anlatırken veya konuşurken kişilerin ciddiyetsiz ve kibirli yaklaşımları hiç kuşkusuz müslümanlarda en temelde dini emirlere karşı kuşku uyandırmaktadır. Kur’ânî ve Nebevi hiçbir delile dayanmadan sadece kendi ruh dünyalarında oluşturdukları usul ve metedoloji ile varsayımsal yaklaşımlarla asırlardır var olan dini birikim hakkında ileri geri konuşmak, meselelere tam vakıf ol(a)mayan halk üzerinde kuşkuya dönük etki yapmaktadır. Özellikle bu tarz kişilerin kullandıkları dil insanları buna itmektedir. Mesela Ehl-i Sünnete karşılık Ehl-i Beyt mezhebi gibi söylemler saf müslümanların ruh dünyalarında büyük tahribatlar ortaya çıkarmaktadır. Şöyle ki; sanki Ehl-i Beyt Ehl-i Sünnet değilmiş hatta ona karşıymış gibi. Aslında bu söylemde kullanılan Ehl-i Beyt tabiri günümüz şiasını karşılamaktadır, onu temize çıkarmaya çalışmaktadır. Değilse tarihin hiçbir döneminde Ehl-i Sünnet uleması ile Ehl-i Beyt mensuplarının karşı karşıya geldikleri hiç bir konu, mesele asla yoktur, olmamıştır. Kaldı ki Ehl-i Sünnet İmam A’zam (rah.) ya da İmam Şafi (rah.) ile başlayan bir algıda değildir. Dinin ilk mübelliği olan Efendimiz (s.a.s.) ile başlamış ve O’nun takipçilerince asırlardır can pahasına korunmuş bir dini inanış ve yaşam biçimidir. Bunun yanında yine bu denli söylemler tefsir, hadis, tasavvuf gibi alanlarda yazılmış eserlere oluşturulmuş usul ve birikime de şüpheyle yaklaşmış hatta inkara varacak derece ileriye gitmiştir. Onlara göre hemen hemen bütün tefsir kitapları israiliyat dolu, bütün hadis kitapları uydurma ve zayıf hadisleri barındırmakta ve hemen bütün tasavvufi eserler günah ve şirk kaynıyor. Oysa bugün bu tarz söylemlerde bulunanların kaç tanesi, İmam A’zam (rah.) gibi makamı tercih etmediğinden hapishanede vefat etti, kaç tanesi Ahmed b. Hanbel (rah.) gibi zindanda ömrünü geçirdi, İmam Rabbani (rah.) gibi kaç kişi Ekber Şah gibi bir kafire tevhid’i haykırma izzet ve şerefini gösterdi.
Hadislere karşı şüpheli yaklaşım

Hadisler dinin anlaşılması ve murad-ı İlahi doğrultusunda yaşanabilmesi için olmazsa olmaz ikinci temel kaynağımızdır. Kur’an’ın anlaşılması, Efendimiz (s.a.s.)’in dini yaşantısının bize ışık tutması gibi ulvi olgular hadis-i şerifler ile bize kadar intikal etmiştir. Geldiğimiz noktada dini ya da dinden olanları konuşurken kişilerin hadis-i şeriflere karşı takındıkları; ’büyük çoğunluğu uydurma’, ’zayıf hadisler dolu’ gibi tavırlar meseleleri gerçekten öğrenmek isteyen saf ve iyi niyetli müslümanların ruh dünyalarında hadis-i şeriflere karşı şüpheli yaklaşımların oluşmasına sebep olmaktadır. Halbuki 1400 küsür senelik İslam tarihinde hiçbir ilim dalının geçirmediği evreleri, hassasiyetleri, kıstas ve usulleri hadis ilmi geçirmiştir. Çok uzağa gitmenize gerek yok. Açın bir hadis usulü kitabını, muhaddislerin hadis nakli, hadislerin tedvini, cerh ve tadil gibi hususlarda ne denli titiz ve samimi olduklarını çok açık şekilde görürsünüz. Kendileri ilmi manada hiçbir gayretin sahibi olmayan, bilgisayar programları ile bütün hadis külliyatına sahip olup bu uğurda zahmet çekmeyen ve en önemlisi Allah’tan hakiki manada korkmayan bu tip insanların binlerce hadis-i şerifi çok rahat bir şekilde inkar etmeleri, mevzu ya da zayıf gibi iddialarda bulunmaları çok da anlaşılmayacak bir haslet olmasa gerek. Kendi gönül âlemlerindeki hezeyanları dillendirmede kullandıkları yegane yöntem hadisleri inkardır. Çünkü bu insanlar Kur’an ayetlerini direk inkar etseler ne kendilerini dinleyen ne de peşlerinden gelen kimse bulamayacaklar. Onlar bunun farkında oldukları için Kur’an ayetlerini direk inkar yerine uygulanırlık boyutu olan hadisleri ve Efendimiz (s.a.s.)’in örnekliğini inkar ederek kendilerince zeki bir manevra ile işi kurtarıyorlar. Bu tarz kişiler Efendimiz (s.a.s.)’i sadece tebliğ görevi yapabilecek (hâşâ) postacı, senin benim gibi alelade bir kul olarak nitelendiriyorlar. Bununla da kendilerince çok doğru ve mühim işler yaptıklarını iddia ediyorlar. Oysa Kur’ân-ı Kerim;
’Nitekim kendi içinizden size âyetlerimizi okuyan, sizi kötülüklerden arındıran, size Kitab’ı ve hikmeti talim edip bilmediklerinizi size öğreten bir Rasûl gönderdik.’ (Bakara, 2/151)
’İşte böylece sizin insanlığa şahitler olmanız, Rasûl’ün de size şahit olması için sizi mutedil bir millet kıldık.’ (Bakara, 2/143)
’Çünkü ümmîlere içlerinden, kendilerine âyetlerini okuyan, onları temizleyen, onlara Kitab’ı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderen O’dur. Kuşkusuz onlar önceden apaçık bir sapıklık içindeydiler.’ (Cuma, 62/2)
Âyet-i kerimeleri ile Efendimiz (s.a.s) nasıl bir görevle yükümlü tutulduğunu çok açık ifadelerle belirtmektedir.
Mezhepleri itibarsızlaştırma

Dini ya da dinden olanları anlatmada kişilerin mezheplerin olmadığı, bağlayıcı olmadıkları, dinin asliyetinde bulunmadıkları gibi boş sözlerindeki asıl maksat hiç kuşkusuz dinin bozulmadan ve ehl-i sünnet çizgisi dahilinde hiçbir yanlışa bulaşmadan günümüze kadar gelmesindeki en temel etken olan mezhepleri itibarsızlaştırmak, değersizleştirip halkın dini hayatındaki mezhep olgusunu yıkmaktır.
Peki mesele buraya gelmişken soralım; ’Din’de mezheb niçin bu kadar önemlidir?’ Çünkü mezhep, dinî hassasiyettir, din hakkında konuşmanın ve dinî bir hüküm vermenin kuralı, çerçevesi ve sistemidir de ondan. Daha açık ifadelerle söylemek gerekirse; Mezhep, metot/usul demektir; mezhepsizlik ise metotsuzluk/usulsüzlüktür. Buradan hareketle şu çok rahat söylenebilir ki; metotsuz/usulsüz, kaidesiz yapılan her türlü faaliyet karmaşaya ve yanlışlığa düşmeye mahkumdur. Bunun içindir ki; mezhep tanımayan insan, kendisini metotsuzluğa, karmaşaya ve belirsizliğe atmış demektir. Dolayısıyla onun, Allah’ın dini hakkında söylediği her söz ve ileri sürdüğü her görüş, daha baştan yanlış olarak damgalanmayı hak etmiştir. Kendisini mezhep imamlarından üstün görerek onların kurdukları sistemleri, usul ve metodolojileri yıkma salahiyetinde gören kimseler, aslında dinî bir kurumu tahrip etmiş olmaktadırlar. Bu çok tehlikeli bir haldir. Çünkü bunun neticesi zarûrât-ı diniyye dediğimiz alana kadar gitmektedir. Neden mi? Çünkü bu hareket, mezhepleri inkar etme, mezhepsizliği savunma nerede duracağı önceden kestirilemeyen bir "kör gidiş"i ifade etmektedir.
Mezhepleri kabul etmediğini söyleyenlere sormak lazım: Sizler bugüne kadar Kur’an ve Sünnet’i anlama ve onlardan hüküm çıkarma konusunda reddettiğiniz mezhep imamlarının görüşleri harici geliştirdiğiniz dört başı mamur bir usul/metot var mı? Hayır. Mezhep ve metot tanımadığını, geçmiş ulemanın bize bıraktığı kadim ilmî mirası yıkmakla, yıpratmakla meşgul olmaktan başka bir mahareti olmayan böyle kimseler, kendi içlerinde dahi tarifi imkansız çelişkilere düşmekten kurtulamıyorlarsa, burada durup tekrar tekrar düşünmek lazım.
Sonuç:
Geldiğimiz nokta dini ya da dinden olanı konuşma salahiyetini kendisinde bulan insanların neler konuştukları, bununla neleri murad ettikleri ve bu maksada mebni ne tür bir davranış sergiledikleri gibi durumlar son derece önemlidir. Devamlı suretle mahrem konuları dillendiren, ihtilaflı sözlerle müslümanların zihinlerinde şüphe uyandıran, ümmetin tamamına yönelik ve en önemlisi Muradullaha muvafık olmayan konuları, üslup, metod ve usul yönünden ’bizden’ olmayan bir eda ile konuşan kişilerden uzak durmak ve yakînimizi, ihlas ve itaat gücümüzü artıran alimlerin yanında, sohbetinde yer almamızı sağlamamız lazım.
Bütün bunların nihayetinde ise, meselelere bir ’din âlimi’ olma vakar ve üslubu ile yaklaş(a)mayan, haramların cirit attığı ortamlarda ’güya’ mücahidlik yapma azmi ile dini meseler terennüm eden, ayetlere nefsi halleri ile manalar verip yorumlar yapan, hadisleri kibir ve enaniyetine mağlup olarak kabul etmeyen, mezhepleri reddedip kadim ulemaya, 14 asırlık ilmi birikime burun kıvıran yeni yetme ’karton ilahiyatçılar’a kulak asmamak, değer vermemek, itibar etmemek lazım. Çünkü onların ne yapmak istedikleri belli. Onların kimin yolunu takip etmeye çalıştıkları belli. Bizim ise; kul olma yolunda tek rehberimiz Kur’an tek önderimiz Efendimiz (s.a.s.)’dir. Ölçü budur. Mihenk budur. Uyarsa baş üstüne, uymazsa güle güle...
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

Henüz hiç kimse yorum yazmadı.