Vakıf ve Vakıflarda Hizmet
Sözlükte, tasarruftan alıkoymak, hapsetmek anlamına gelen vakıf, terim olarak, bir mülkün menfaatini insanlara tahsis edip, aslını, ebediyyen Allah’ın mülkü hükmünde olmak üzere mülk edinme ve edindirmekten alıkoymaktır. (Bilmen, 4/294; Zuhaylî, 10/243)
Tariften de anlaşılacağı üzere vakıf, mülkün/servetin insanların yararına kullanılmak üzere Allah yoluna adanmasıdır. Dolayısıyla insan yararına olmayan ve Allah’ın ölçülerine uymayan işlerde vakıf söz konusu değildir. Buna göre Kur’ân’ın ifadesiyle ’Biz Allah’a aidiz ve O’na döneceğiz’ (Bakara, 2/156) diyen her Müslüman, malı ve canıyla bir anlamda vakıftır. Bu sebeple müslümanın aklı, malı, canı, namusu ve dininin dokunulmazlığı vardır ve bunların hepsi son derece muhterem ve değerlidir.
Yeryüzünün en önemli ve en eski mabedi olan Ka’be’nin Hz. Âdem (a.s.) tarafından inşa edildiği ve onun Allah’ın Evi olarak isimlendirilmesi düşünülürse, ilk vakfın ilk insanla başladığı ve ibadet temeline dayandığı kolayca anlaşılır. Onun için İslâm hukukçuları, vakıfta kurbiyyeti, yani vakfın Allah’ın hoşnutluğunu kazanarak O’na yakın olma arzusu ile yapılmış olmasını vakfın temel şartı saymışlardır.
Vakıf, Kur’ân’da ısrarla üzerinde durulan sadaka ve infakın, yaratandan ötürü yaratılanlara merhamet, şefkat ve sevginin müesseseleşmiş halidir. Diğer bir ifade ile Allah’a adanan, yani mülk olarak satın alınmak ve devredilmekten ebediyen men edilen mülkiyetlerdir. Vakıf, mülkü duran, fakat hizmeti durağan olmayan, sürekli akan, hizmet halinde olan bir kuruluştur.
Bunun da gayesi, bütün mahlûkata, Allah’ın rahmet, şefkat ve merhamet nazarıyla bakmak ve elimizdeki dünyevî emanetleri, yine Cenâb-ı Hakk’ın rızasını gözeterek cömertçe infak edebilmektir. Buna, canını ve malını Allah için hibe edebilme, cenneti satın alabilme yarışı da denebilir. Bu hususta Kur’ân-ı Kerîm’de: ’O takvâ sahipleri, kendilerine rızık olarak verdiğimiz her şeyden (Allah yolunda) infak ederler.’ (Bakara, 2/3), ’Allah, müminlerden canlarını ve mallarını cennet mukabilinde satın almıştır...’ (Tevbe, 9/111) buyrulur. Peygamberimiz (s.a.v) ise hadis-i şeriflerinde şöyle buyuruyorlar: ’Kişinin kendi malı, hayır yaparak önceden gönderdiği; mirasçının malı da harcamayıp geri bıraktığıdır.’ (Buhari)
Onun için kâmil bir mü’min olabilmenin asıl şartlarından biri de ’servet emanettir’ şuuruyla yaşayabilmektir. Memleketimizde ve dünyanın birçok yerinde mü’minler maddî, manevî, içtimaî ve iktisadî buhranlar içindedir. Böyle zamanlarda sadece farz olan zekâtla iktifa edilmemelidir.
Cenâb-ı Hak, infâkın haddi hususunda, ’....Sana Allah yolunda ne vereceklerini soruyorlar. ’İhtiyaç fazlasını!’ de..’ buyurmuştur. (Bakara, 2/219) Peygamber Efendimiz (s.a.v)’in, Ebû Zer gibi, dünyada bir dikili taşı dahi bulunmayan, fukarâ-i sâbirinden olan bir sahabîye: ’Çorbana biraz daha su kat ve infakta bulun!’ buyurması ne kadar mânidârdır.
İşte bu hassasiyetin müesseseleşmiş şekli olan vakıflar, İslâm’ın, yaratılmış her şeye karşı müslümana yüklediği bir mesuliyettir.
Vakıf, ihsan yeridir. Maddî ve manevî olarak muhtaca yürek sergileme mekânıdır. Bu bakımdan vakıf hizmetlerinde bulunan kimselerin, olgun, samimî ve gönül insanı olması zarurîdir.
İşte bu hassasiyetler içinde malı ve canı dâhil olmak üzere, sahip olduğu her şeyi Allah yolunda cömertçe sarf eden ve bu sarfiyatı tevzide büyük bir titizlik ile hizmet eden şahıslar ’vakıf insan’ olarak vasıflandırılır. Bu ’vakıf insan’lar kendilerini bütün imkânlarıyla hayra sarf etmiş olduklarından, fani vücutlarının toprak olmasından sonra da rahmetle anılmak suretiyle ömürleri devam eder.
Din, dünya, kâinat insan içindir. Tüm güzellik ve donanımlarıyla kâinat, bir bakıma insan için yaratılmış, yeryüzü insan için süslenip bezenmiş, canlı-cansız her şey insanın hizmetine sunulmuştur. Birer insan olan peygamberler yine insanların iki cihan mutluluğu için gelmiş, kutsal kitaplar insan için inmiştir. Melekler bile insana hizmet etmektedirler.
Kur’ân’dan okuduğumuz şu âyetler ve benzerleri bu söylediklerimizi en güzel bir biçimde ifade etmektedirler:
“O, yeri sizin için döşek, göğü de bina yapan, gökten su indirip onunla size rızık olarak çeşitli ürünler çıkarandır. Öyleyse siz de bile bile Allah’a ortaklar koşmayın.” (Bakara, 2/22; Bkz. Tâ-Hâ, 20/53; Mü’min, 40/64; Nuh, 70/19; Mülk, 67/15)
“Sizin için göklerde ve yerde olan her şeyi, güneşi ayı, geceyi gündüzü, denizleri, gemileri, nehirler, hayvanları sizin hizmetinize verdi.” (Ra’d, 13/2; İbrahim, 14/32-33; Casiye, 45/12; Hacc, 22/36)
Âyetlerde geçen ’sizin (için)’ ifadesi cümlede öne alınarak, yeryüzünün insanlık için yaratılıp bezendiğine vurgu yapılmıştır.
Her şeyin insana hizmet için oluşu düsturu istikametinde insanı doğrudan yahut dolaylı olarak ilgilendiren her alanda vakıflar kurularak bu hizmetler çok yönlü olarak sürdürülmüş, sonuçta her topluma nasip olmayan özellik ve güzellikte bir ’Vakıf Medeniyeti’ oluşmuştur.
Ashâbın infâk seferberliğinden nasip alan Osmanlılar, vakıf mevzûunda pek büyük hizmetlerde bulundular. Vakıflar, en büyük gelişmeyi Osmanlı devrinde yaşadı. Osmanlılarda vakıf, millet sayesinde kazanılan serveti, tekrar o toplumun istifade ve hizmetine sunan birer vefa müessesesi şeklindedir. Bu müesseseler, merhamet ve insaniyeti öne çıkaran bir anlayışın ortaya koyduğu gönül mahsulü eserlerdir.
Bu aziz millet, binlerce vakıfla toplumu şefkat ve merhametle bir ağ gibi örmüş ve âdeta sarılmadık yara bırakmamıştır. Camii, mescid, tekke, medrese, kervansaray, han, hamam, dâru’ş-şifâ, kuyu, su yolları, su kemerleri, çeşme ve sebiller, yollar, kaldırımlar, iskeleler, deniz fenerleri ve benzeri pek çok hizmet müessesesinin inşası, tamir ve her türlü ihtiyaçlarının temini, vakıflar eliyle gerçekleşmiştir.
Toplumun geneline hitap eden bu hizmetlerin yanı sıra, daha çok muzdarip ve mahzun gönüllerin imarına hizmet eden hususî vakıflara da büyük önem verilmiştir.
Bunlar, esir ve köle azat etmek, fakirlere yakacak temin etmek, efendileri tarafından azarlanmaması için, hizmetçilerin kırdıkları kâse ve kapların yerine yenilerini almak, yetim kızlara çeyiz hazırlamak, borçtan hapse girenlerin borcunu ödemek, fakir ve kimsesizlerin cenazesini kaldırmak, bayramlarda çocukları ve kimsesizleri sevindirmek... gibi daha pek çok hususta toplumun ihtiyaç sahiplerini kucaklamıştır. Bugün bu duygu derinliğine hayalimiz bile varamaz. Bunlar zarifleşmiş büyük ruhların mahsulleridir.
Vakıf gibi ulvî bir müessesede vazife alan bütün şahıslar, bu manevî hizmet yolunda Cenâb-ı Hak tarafından lütuf ve ikrama nail olmuş kimselerdir. Âdeta onlar, bu ilâhî lütuf ve ihsanın bereketiyle vakıf hizmetine kabul edilmiş ve vazifelendirilmiş gönül hizmetçileri durumundadırlar. Bu şeref onlara kâfidir.
Vakıf mütevellileri, farz olan zekâta da vekâlet ettiklerini düşünerek, son derece hassas olmak durumundadırlar. Zira bağışta bulunan kimse, kendi infakını kendi yapabileceği halde, infakının daha geniş kesime varabilmesi ve hatta Arş-ı âlâya çıkabilmesi için vakfı vekil tayin etmektedir.
Bizlere tevdi edilen mal, mülk ve evlat gibi emanetlere gereği gibi sahip olmak, haklarına ve tasarruflarına riayet edip onların üzerinde asıl sahibinin rızası istikametinde tasarrufta bulunmak, ilâhî rahmet ve bereketi kazanmanın yegâne sebebidir.
Vakıf malında hassasiyet ve onun muhafazası çok mühimdir. Nitekim Sâlih (a.s.)’a mûcize olarak verilen deve, kimsenin mülkiyetinde değildi. Bir vakıf malıydı. Sütü, bir sebil gibiydi. Sâhibi de Cenâb-ı Hakk idi. Fakat azgın kavim, deveyi öldürerek vakıf malına ihanet ettiler. Neticede helâke duçar oldular.
Halk ağzında kıssadan hisse olarak anlatıla gelen Süleyman (a.s.) ve serçe kuşu (veya Hüdhüd kuşu) arasında geçen şu hâdise de çok ibretlidir:
Bir gün Hazret-i Süleyman (a.s.) serçe kuşunu (veya Hüdhüd kuşunu) azarlamıştı. Bunun üzerine serçe, Süleyman (a.s.)’ı tehdîd etti:
“- Senin saltanatını mahvederim!’ dedi.
Hz. Süleymân (a.s.):
“- Senin cüssenle mi benim sarayımı mahvedeceksin?!..” dedi.
O küçük kuş, şöyle cevap verdi:
“- Kanatlarımı ıslatır ve bir vakıf toprağına sürerim. Sonra da kanatlarıma bulaşan vakıf toprağını senin sarayının damına taşırım. Böylece benim taşıdığım o vakıf toprağı, senin sarayını çökertmeye yeter!..’
Kıssadan hisse olarak bu hâdise, vakıf mallarının ne kadar ehemmiyetli olduğunu göstermesi açısından pek mühimdir.
Nitekim büyüklerimiz; ’Vav’lardan (yani vallâhi diyerek lüzumsuz yere yemin etmekten, mesûliyet, şuur ve hassâsiyeti taşımayan bir vâli olmaktan, hakkını îfâ edemeyen bir vâsî olmaktan ve gâyesine uygun sarf edilmediği takdirde ağır bir vebâli olan vakıf malından) kaçının; mesûliyetinden korkun!..’ buyurmuşlardır
Ancak bu ifadedeki manayı doğru anlamak lâzımdır. Mesela gereğini ifa edebilecek imkân ve liyakat sahibi kimselerin vakıf hizmetlerinden geri kalması da, büyük bir vebaldir. Burada korkmaktan maksat, bu müesseselerden istifade edenlerin haklarının dikkatli tevzi edilmesi ve vakıf mallarının liyakatle korunmasıdır.
En büyük Vâkıf, insanı en mükemmel bir biçimde yaratan, tüm kâinatı donatıp insanın hizmetine sunan ve tüm bunları karşılıksız veren Yüce Allah’tır.
Vakıf da, inanan inanmayan tüm insanlara ve tüm diğer canlılara karşılıksız veren, sayısız nimetler bahşeden Yüce Allah’ın (c.c);
Rahman, Vehhâb: (Her türlü nimeti karşılıksız bol bol veren),
Rezzâk: (Yaratılmışlara faydalanacakları şeyleri ihsan eden),
Lâtîf: (İnce ve sezilmez yollardan kullarına çeşitli faydalar lütfeden),
Mukît: (Her yaratılmışın azığını veren),
Kerîm: (Keremi bol olan),
Vedûd: (Sevgi kaynağı olan, iyileri hep seven ve sevdiren),
Kayyûm: (Her şeyi ayakta tutan, ayakta durabilmesi için ihtiyacı olan her şeyi bahşeden),
Velîyy: (İyilere hep dost olan),
Vekîl: (İşleri en güzel ve mükemmel bir biçimde icra eden),
Berr: (İyilik ve ihsanı bol olan),
Ğanî: (Mutlak zengin ve her şeyden müstağni olan),
Nâfi’: (Hep hayır ve faydalı şeyleri yaratan) isimlerinin tecellisin bulunması, kulları eliyle O’nun ahlâkının yansıması ve O’nun ahlâkıyla ahlâklanmanın bir göstergesidir.
’Ben, bu irşat görevime karşılık sizden herhangi bir ücret istemiyorum, benim mükâfatım ancak Âlemlerin Rabbi olan Allah’a aittir’ (Şuara, 26/109, 127, vs.) buyuran peygamberler de vakıf ve gönül insanlarıdır. İşte “vâkıf” yani “vakıf insanı” olan kul, sahip olduğu şeyleri insanlığın hizmetine sunmakla Allah ve peygamberinin ahlâkıyla ahlâklanmak isteyen, insanlık sevdalısı gönül adamıdır.
İslâm’a göre insan Yüce Yaratıcısını tanır ve O’nu her şeyinden fazla sever. Allah sevgisinin bir göstergesi de, O’nun yaratıklarına sevgi göstermektir. “Yaratılanı severiz Yaratan’dan ötürü” düsturunun esprisi de burada yatmaktadır. Kula düşen, bu içtimaî ibadeti, aşk, şevk ve vecd dolu bir gönülle ve nezaketle îfâ edebilmektir. Gayret kuşağını kuşanıp, gece gündüz demeden şartlar ne kadar kötü olursa olsun Allah yolunda fedâkarane çalışmaktır.
Mü’min karanlık bir gecenin mehtabı gibi derin, hassas, cömert, cesur, ince ruhlu, müşfik ve insaf sahibi olmalıdır. Hz. Mevlânâ; ’Gönül, Kibriyâ’nın nazargâhıdır.’ buyurur. İman bir gönül işidir. Merhamet bir gönül meyvesidir. Yeryüzündekilere merhamet edelim ki, sınırsız güç ve kudret sahibi Rabbimiz, bu vesileyle bize merhamet etsin ve bizi affetsin. AMİN...
Vakıf Medeniyeti..vakıf ve Vakıflarda Hizmet
Özlenen Rehber Dergisi 51. Sayı
Henüz hiç kimse yorum yazmadı.