اِنَّ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا سَوَآءٌ عَلَيْهِمْ ءَاَنْذَرْتَهُمْ اَمْ لَمْ تُنْذِرْهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ . خَتَمَ اللّٰهُ عَلٰى قُلُوبِهِمْ وَعَلٰى سَمْعِهِمْۜ وَعَلٰىٓ اَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌۘ وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظ۪يمٌ۟.
“Muhakkak ki inkâr edenleri uyarsan da, uyarmasan da onlar için birdir, onlar inanmazlar. Allah, onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerinin üzerinde bir perde vardır. En büyük azap onlarındır.”(el-Bakara, 2/6-7)
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bütün insanların iman etmesini, Allah’ın hak olan yoluna tâbi olmalarını çok istiyordu. O, kavmini her fırsatta İslâm’a davet etmiş, bu uğurda hiçbir fedakârlıktan kaçınmamıştır. O’nun bunca gayret ve ısrarına rağmen bazı kimseler küfürde inat etmişler ve iman nimetine kavuşamamışlardır. Peygamberimiz bu nedenle çok üzülüyor ve neredeyse nefsini helak edercesine mahzun oluyordu. İşte bu iki âyet-i kerime, kavminin yalanlamasına karşı Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’i teselli etmektedir. Onlar için üzülüp kahrolmak gereksizdir. Zira insanların tümü iman etmeyecektir. Yaratılıştaki imtihan sırrı mucibince bazı kimseler iman ederken bazıları da küfür üzere kalacaklardır. Dolayısıyla kâfirlerin küfründen dolayı Hz. Peygamber (s.a.v.)’in kınanmasını gerektiren bir durum da yoktur.
Âyette geçen küfür kelimesi üzerinde duracak olursak, küfür; Arap lügatinde örtmek, gizlemek manalarına gelmektedir. İman esaslarını kabul etmeyip Allah’ın âyetlerini inkar eden kimse gerçeğin üzerini örtmüş, Allah’ın üzerindeki nimetini gizlemiş, görmezden gelmiştir. Bu nedenle inkâr eden kimseye kâfir denir.
Küfür, imanın zıddıdır. Küfür, hakikati kabul etmeyip Allah’ın âyetlerini yalanlamaktır. Yalanlama (tekzîb); kalbî, kavlî (sözlü) ve fiilî olabilir. Kalp ile yalanlama nasıl küfür ise, imanı gerektiren şeylere fiilî veya sözlü hakaret etmek, alay etmek, küçümsemek, hafife almak, bunları bozmaya çalışmak da küfürdür. Bir kimsenin kâfir sayılabilmesi için iman edilecek şeylerin hepsini inkâr etmesi şart değildir. Birine veya bir kısmına inanmamak da yeterlidir. Sadece bir âyeti inkar edenle Kur’ân’ın tümünü inkâr eden küfür hususunda eşittirler.
“Muhakkak ki inkâr edenleri uyarsan da, uyarmasan da onlar için birdir, onlar inanmazlar.” Bunun sebebi Cenâb-ı Hakk’ın onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemesidir. Allah (c.c.), inkâr ve küfürlerindeki ısrarlarından ötürü bir zarfı veya kapıyı mühürler gibi onların kalplerini imana, kulaklarını da hakikati işitmeye karşı mühürlemiştir. Böylece onlarda, doğru yolu kendiliklerinden sezip düşünecek, idrak edecek kabiliyet kalmamıştır. Kalp, ilk yaratılıştaki sağlamlığını yitirmiş; kötü alışkanlıkları, zulümleri ve günahları sebebiyle ondaki temiz ve hoş şeyleri kabullenme duygusu kaybolmuştur. Artık onlar, kendi istek ve arzularından, şahsî menfaatlerinden başka hiçbir şeye dönüp bakmazlar. Gerçeği anlamak için yaratılmış olan o kalbin bütün faaliyet ve yetenekleri nefse ait arzularla bozulmuştur. ”Öğüt alacak olanın, öğüt alacağı kadar bir süre sizi yaşatmadık mı?”(el-Fâtır, 35/37) âyeti gereğince Allah’ın verdiği düşünce devresini tamamlamışlar ve artık küfür onların kazançları, huyları olmuştur.*
”... gözlerinin üzerinde de bir perde vardır.” Hakk’ın varlığına ve birliğine en büyük işaret olan kâinat delillerini görmezler. Onları gaflet, kötülük ve şehvet perdesi bürümüştür. Onlar böylece üç duyunun (kalp, kulak, göz) hakikatinden mahrum kalmışlardır. Böyle olması, onların gerçekleri kabule yanaşmayıp bunda inat etmelerinin bir sonucudur. Burada Cenâb-ı Hakk’ın insanı küfre zorlaması söz konusu değildir. Bu, tamamen insanın kendi iradesi ve istemiyle gerçekleşmektedir.
Cenâb-ı Hakk, insanı yaratmış ve onu bazı yetilerle donatmıştır. Ona bir irade vermiş, peygamberleri ve kitapları vasıtasıyla hidayet ve dalalet yollarını açıklamıştır. İnsan, sahip olduğu cüzî iradesiyle hayır ya da şer yönünde seçimini yapar ve bu yöndeki fiillere yönelir. Cenâb-ı Hakk da tamamen insanın kendi seçimi olan bu fiili yani küfür veya imanını yaratır. Kâfirler, gerçeği inkâr etmişler ve bunda ısrarcı olmuşlardır. Netice olarak da kalpleri, kulakları mühürlenmiştir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bir hadislerinde şöyle buyurmuşlardır: “Kul bir hata yaptığı zaman kalbinde siyah bir iz meydana gelir. Eğer kişi, o hatadan nefsini uzaklaştırır, af talep eder ve tövbede bulunursa kalbi cilalanarak (leke silinir). Bilakis, aynı günahı işlemeye devam ederse, kalpteki leke artırılır. Hatta bir zaman gelir, kalbi tamamen kaplar. İşte bu durum Cenâb-ı Hakk’ın, ’Bilakis, onların irtikâp ede geldikleri, kalplerini paslandırmıştır.’(el-Mutaffifin, 83/14) meâlindeki âyette zikrettiği pastır.’(Tirmizî, Tefsir, Mutaffifin) Bu hadis gösteriyor ki, günaha devam edildikçe o kara leke kalpleri kılıf gibi kaplamaya devam eder. İşte o zaman üzerine mühür vurulur.
Bu hadis, aynı zamanda ahlâkta “alışkanlık” meselesini güzel bir şekilde açıklar. Terbiye metodunun bir esası da insana güzel ahlâk ve ibadetlerde devam ve alışkanlık kazandırılmasıdır. Zira insan, -hayır veya şer- bir takım amellere devam ettiğinde, bu ameller zamanla o kimsede alışkanlık haline gelir.
Ey Rabbimiz! İşlemiş olduğumuz günahlardan dolayı kalplerimizi karartma, bizleri nefislerimizle baş başa bırakıp da hüsrana uğrayanlardan eyleme! Kalplerimiz, kulaklarımız ve gözlerimizin üstündeki gaflet perdesini kaldır ki, Sen’in varlığını, varlığına ait delilleri idrak edelim!
* Bkz. Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, c. 1, s. 195.
Küfürde İsrarın Neticesi
Özlenen Rehber Dergisi 40. Sayı
Henüz hiç kimse yorum yazmadı.