Kelime anlamı olarak huşu; sakin ve saygılı duruş, derin bir hürmet hissi ile boyun eğerek el pençe durmak, itaat etmek, itaatkâr uysal ve muti olmak, mutmain olmak, boyun eğmek, başını öne eğmek, mütevazi olmak, tevazu göstermek, alçak gönüllü olmak, kibirli ve gururlu olmamak, kendini beğenmemek, kalbin yumuşak olması ve inceliği demektir. Tasavvufta ise; tevazu sahibi olmak, dinin emirlerine itaat etmek, Allah’ın huzurunda boynu bükük durmak, O’na teslim olmak, kullarına karşı saygılı ve alçak gönüllü olmak, Hakk’ın heybetini gönülde hissetmek anlamlarında kullanılmıştır. Hakk’a karşı itaatkâr ve mütevazi olmaya huşu, halka karşı olanına ise hudû denilmiştir.(1)
Mutasavvıfların huşu hakkında yaptıkları pek çok tanımlar vardır. Örneğin huşu, Rabb’in tecellileri karşısında soluşudur veya huşu, hakikât sultanı olan Allah’ın tecellileri karşısında kalbin erimesi ve geri çekilerek saklanmasıdır veya huşu, Hakk’ın heybetlerinin mukaddimeleridir veyahut huşu, aniden ilahî bir hakikâtin keşfen bilinmesi sırasında birden kalbe gelen bir ürpertidir.
Huşu sahibi olan bir kimseyi ise Muhammed b. Ali Tirmizî şöyle vasfeder: ’Huşu sahibi, arzu ateşi sönen, göğsündeki arzudan haz alma dumanı sükûnet bulan, kalbi dine hürmet ve tazim nurları saçan, bu sebeple şehveti ( nefsi )ölen; fakat kalbi dirilen, onun için de kalbi ve organları huşu ( saygılı bir sükunet) içinde bulunan kimsedir.
Yine sûfîlerden birine huşu nedir? diye sorulmuş; o da: ’Kalbin Hakk Sübhânehû ve Teâlânın huzurunda toplu ve büyük bir himmetle ayakta durmasıdır.Allah’ın huzurunda murakabe halidir.’diye cevap vermiştir.(2)
Huşu, havf (korku) ve muhabbetle (sevgi) karışık bir duygu olup, ilâhî tecellinin eseridir. İlâhî tecelliye mazhar olan kalp, ilâhî emirlere açılır ve böyle bir kişinin azalarından aykırı fiiller sadır olmaz. Bu, şu demektir; bir kimsenin, kalbinde huşu yoksa, zahirinde de huşu yoktur. Çünkü zahirinin huşu’u, batınına bağlıdır.(3)
Bu konuda Cenâb-ı Hakk: ’Namazlarını huşu içinde kılan Müminler kurtuluşa ermişlerdir.’(4) buyurmaktadır. Yani ibadetin makbul olabilmesi kalpteki ihlâs ve huşuya bağlıdır. Rivayet olunur ki, Rasûlullâh (s.a.v.) Efendimiz, namaz esnasında sakalı ile oynayan birini görmüş ve: ’Bu zatın kalbi huşu içinde bulunsaydı, organları da huşu içinde olurdu.’(5) buyurmuştur. Namazda huşunun şartı ise: ’Sağında kim var, solunda kim var, bilmemektir; denilmiştir.’
İnsanda huşu bulunduğunun alâmeti de şöyle açıklanmıştır: ’Kızdırıldığında veya iradesine muhalefet edildiğinde veyahut reddedilme durumunda kaldığında bu hâlleri kabul ile karşılamasıdır.’ Selh b. Abdullah Tüsteri de: ’Kalbi huşu içinde olana şeytan yaklaşamaz.’ demiştir.(6)
Sûfîler huşunun mevkiinin kalp olduğu konusunda ittifak etmişlerdir. Kalbin huşusu ise: ’ Gözü ve diğer organları lüzumsuz ve günah şeylerle meşgul olmasın diye bakmaktan men etmektir.’ denir. Sûfîlerden biri zahiren hüzünlü gözleri ile yere bakan, omuzları aşağı doğru sarkık, büzülmüş birini görmüş ve adama göğsünü göstererek: ’Ey falanca, huşu buradadır.’ Omuzlarına işaret ederek: ’Huşu, burada değildir.’ demiştir.(7)
Huşu kelimesi Kur’ân-ı Kerîm’de îman manasında da kullanılmıştır. Nitekim: ’İnananların gönüllerinin Allah’ı anması ve O’ndan inen gerçeğe karşı huşu içerisinde olması (içten bağlanması) zamanı daha gelmedi mi? Onlar daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasınlar; onların üzerinden uzun zaman geçti de kalpleri katılaştı; çoğu, yoldan çıkmış kimselerdir.’(8) buyrulmuş ve kalpte huşu bulunmaması hâlinde ortaya çıkan ahlâklardan birinin de kalp katılığı olduğu vurgulanmıştır. Bir başka âyet-i kerîmede ise, kalp katılığından kurtulmanın yollarından birinin de Allah’ı çokça anmak olduğu belirtilmiştir: ’Onlar inanmışlar, kalpleri ancak Allah’ı anmakla huzura kavuşmuştur. Dikkat edin, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzura kavuşur (mutmain olur).(9)
Allah Teâlâ: ’Rahman olan Allah’ın arzı üzerinde vakar ve sükunetle yürüyen kulları vardır.’(10) buyurmuştur. Üstad Ebu Ali Dekkak, âyette geçen,’ hevn ’ kelimesini huşu ve tevazu sahibi olarak yorumlamıştır. ’Huşu, Hakk’a boyun eğmek demek iken; tevazu, Hakk’a teslim olmak, Hakk’ın hükmüne itirazdan vazgeçmektir.’ denilmiştir.
Kelime olarak tevazu, alçak gönüllük manasına gelir ve kâmil bir müminin ahlâkî vasıfları arasında yer alır. Tasavvufta ise; insanın kendini Hakk’ın huzurunda kulluk mevkiine koyması, halka karşı şefkâtli olması, kibirli ve gururlu olmaması, Hakk’tan hakkı Hakk için kabul etmesi, Hakk karşısında eğilmesidir.(11)
Ebu Said el-Hudrî (r.a.), Rasûlullâh (s.a.v.) Efendimizi bir rivayetinde şöyle anlatır: ’Rasûlullâh (s.a.v.) merkebine ot verir, evini süpürür, ayakkabısını tamir eder, elbisesini yamar, koyunları sağar, hizmetçilerle beraber yemek yer, el değirmeni çeviren hizmetçi yorulunca ona yardım eder, pazardan aldığı eşyayı eve bizzat taşımasına hayası mani olmaz, zengin-fakir herkesin elini sıkar, ilk defa selâm veren O olur, takdim edilen şey ham ve kuru bir hurma dahi olsa onu hor görmezdi. Çok külfetsiz bir dostluğu vardı, huyu yumuşak, yaratılış itibariyle asil idi, gülmez; fakat gülümserdi. Mahzun idi, asık suratlı değildi. Her Müslüman’a merhamet eden rikkatli (yumuşak) bir kalbi vardı. Tokluk sebebiyle geğirmez, elini tamahla bir şey uzatmazdı.’(12)
Mutasavvıflara göre tevazu, Hakk’a karşı, halka karşı, kendine karşı ve eşyaya karşı olmak üzere dört aşamada gerçekleşir:
a) Halkın Hakk’a karşı tevazusu:
Burada tevazu, Allah’a şirk koşmamak, O’nun her şeyi bildiğini bilmek ve iyilikleri Allah’tan, kötülükleri ise nefsinden bilmektir. Ruveym: ’Tevazu, gaybı bilen Allah karşısında kalbin zillet içinde bulunmasıdır.’ der.
Hamdun Kasar da: ’Tevazu, ne dünyada ne de ahirette hiç kimsenin sana muhtaç olmadığı kanaati beslemendir. Halka bir faydan dokunursa bunu kendinden değil Hakk Teâlâdan bilmendir.’(13) demiştir.
b) Halkın, halka karşı tevazusu:
Bu tevazu ise başkalarına karşı kibirli davranmamak, nefsini herkesten aşağı ve hakir görmek, yaptığı her ibadet ve davranışta gösterişten uzak durmaktır.
Zeyd b. Sabit bir gün katırına bineceği sırada üzengisini tutmak üzere İbn Abbas ona yaklaştı. Hz. Zeyd: ’Bırak, olmaz Ey Allah Rasûl’ünün amcazadesi!’ dedi. İbn Abbas üzengiyi bırakmadı ve: ’Âlimlerimize böyle hürmet göstermekle emrolunduk.’ dedi. Bunun üzerine Hz. Zeyd, İbn Abbas’ın elini tuttu, öptü ve: ’Biz de Allah Rasûl’ü (s.a.v.)’in akrabasına saygı göstermekle emrolunduk.’ dedi.
Yine bir gün Ebu Zerr ile Bilâl-i Habeşî (r.anhüm) bir tartışmaya girişmişlerdi. Ebu Zerr, Bilâl’i kara olmakla itham etmiş; Rasûlullâh Efendimizin olaydan haberi olunca Ebu Zerr’e: ’Söylediğin bu söz, Cahiliyet Dönemi’ndeki kibirden olmak üzere kalbinde kalan bir şeydir.’ demişti. Bunun üzerine Ebu Zerr, kendini yere attı ve Bilâl, ayağı ile kafasına basmadıkça başını yerden kaldırmayacağına yemin etti ve Hz. Bilâl istenen işi yapmadıkça başını yerden kaldırmadı.(14)
Cüneydi Bağdadî ise; ’Tevazu, şefkât kanatlarını halkın üzerine germek ve onlara yumuşak davranmaktır.’ diyerek tevazuunun halka karşı olan boyutunu şefkât ve yumuşak huyluluk olarak açıklamıştır. İbn Atâ ise, ’Tevazu, kim söylerse söylesin Hakk’ı kabul etmektir.’ der.(15)
Tevazu sahibi olabilmek, ancak benlik davasından vazgeçmekle mümkündür. Benlik davasından henüz vazgeçememiş bir sâlik, ahlâkî olgunluğa erişememiş sayılır. Böyle bir kimse ise manen yücelemez ve seyr-i sülûkunu gerekleştiremez. Sâlik, güzel ahlâkın içerisinde yer alan tevazu’u iyi kavramalı ve ahlâk edinmeli ki zıttı olan kibir ve kendini beğenmeden kurtulabilsin.(16) Nitekim Rasûlullâh (s.a.v.): ’Kalbinde hardal tanesi kadar kibir bulunan kimse cennete giremez.’(17) buyurmaktadır.
c) Halkın nefsine karşı tevazuu:
Burada tevazu, ucûb’un zıttı olarak görülmektedir. Ucûb ise, kişin kendini beğenmesi, böbürlenmesi, şımarması, sahip olduğu amel, maharet, sanat, mal, makam, güzellik ve ilim gibi nimetleri çok büyük ve pek önemli gibi görerek bunların gerçek sahibinin Hakk Teâlâ olduğunu unutması, kendine bağlaması, bir gün yok olup gideceğini düşünmemesidir. Kibir, başkalarına karşı büyüklük taslamak iken ucûb, kişinin aynaya bakınca kendini beğenmesidir.(18)
Nitekim Hz. Rasûlullâh (s.a.v.) şöyle buyuruyorlar: ’Siz hiç günah işlemeseniz bile Ben onun daha büyüğünden sizin için korkarım. O da ucûbdur.’(19)
Hz. Ömer (r.a.)’ın hızlı hızlı yürüdüğü ve işlerin daha seri bir şekilde bitirilmesi ve kendini beğenme halinden uzak kalınması için bu yürüme şeklinin lüzumlu olduğunu söylediği rivayet edilmektedir.
’Nasıl ki her hastalığın bir tedavisi varsa, ucûb hastalığının illeti cehalet; tedavisi ise ilimdir.’ denilmiştir.
d) Halkın eşyaya karşı tevazuu:
Kişi, elinin altındaki nimetlerin asıl sahibinin Allah olduğunu bilmeli ve bu nimetlerin kendine verilmesi sebebiyle, gönlünde onlara karşı aşırı bir sevgi beslememelidir.
Burada tevazu, ’züht’ ile aynı anlamda kullanılmaktadır. Bir hadis-i şerifte: ’Dünyaya karşı zahit ol (dünya sevgisini terk et) ki Allah tarafından sevilesin; eşyaya karşı zahit ol (eşya sevgisini terk et) ki insanlar tarafından sevilesin.’(20) buyurulmaktadır. Önceleri,’mescit bülbülü’ olarak bilinen Sa’labe’nin mal hırsı ve sevgisi sonucunda zekât vermeyerek Hz. Rasûlullâh’ın: ’Salebe helâk oldu.’ sözüne muhatap olduğu da unutulmamalıdır.
Sûfîlerden biri tevazuu: ’Alçak gönüllülük, azlıkla iftihar etmek, zilleti kucaklamaktır.’ diyerek, kulun eşya ile olan münasebetini elindeki ile yetinmek ve gönlü eşyaya bağlamadan olana şükretmek şeklinde yorumlamıştır.(21)
Sonuç olarak huşu ve tevazu, ahlâk-ı hamîdiyye olarak da ifade edilen güzel ahlâkın iki şubesidir. Zengin ve fakir ayrımı olmadan her Mümin’de bulunması gereken bu ahlâk-ı Rasûlullâh hakkında bazı mutasavvıflar şöyle demişlerdir:
Beyazıd-ı Bestami’ye: ’ Kişi ne zaman mütevazi olur?’ diye sorulmuş, o da: ’Makam ve mal sahibi olmadığına kâni olur ve halk içinde kendinden daha şerli kimse bulunmadığı görüşüne ulaşınca ’ diye cevap vermiştir.
Yahya b. Muaz şöyle der: ’Kimde bulunursa bulunsun tevazu, güzeldir; ama zenginlerdeki tevazu daha da güzeldir. Kimde bulunursa bulunsun kibir, çirkindir; ama fakirdeki kibir daha da çirkindir.’ ’Sana malı ile kibirlenene karşı kibirli olman ise ibadettir.’
Süfyan es-Sevri, insanların en değerlisi ve azizi şu beş sınıftır der: ’Zahid olan âlim, sûfî olan fakih, mütevazi olan zengin, haline şükreden fakir, Hz. Peygamber’in neslinden olan şerif.’
Derler ki tevazu, haset edilmeyen bir nimettir. Kibir ise, merhamet olunmayan bir felâkettir. İzzet ve şeref tevazudadır. Kibirde izzet arayan onu bulamaz.
Cenâb-ı Hakk, amellerimizdeki noksanlık sebebiyle bizlere merhamet etsin ve güzel ahlâklarla kalbimizi tezyin etsin. Amin!..
KAYNAKÇA:
1. ULUDAĞ, Süleyman, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Huşu Mad. ; YETİK, Erhan, İsmail-i Ankaravî, Hayatı Eserleri ve Tasavvufi Görüşleri, s.191 ; Kuşeyrî, Risale trc., ULUDAĞ, Süleyman, s.283 ; MUTÇALI, Serdar Arapça-Türkçe Sözlük, Huşuu Mad.
2. Kuşeyrî, a.g.e., s.284.
3. YETİK, Erhan, a.g.e., s.191.
4. el-Mü’minûn, 23/2.
5. Suyutî, c.II s.130.
6. Kuşeyrî, a.g.e., s.284.
7. Kuşeyrî, a.g.e., s.285.
8. el-Hadîd, 57/16.
9. er-Râ’d, 13/28.
10. el-Furkan, 25/63.
11. ULUDAĞ, Süleyman, a.g.e., Tevazu Mad.
12. Şibli, c.II, s.924 ; Şifa, c.I., s.76.
13. Kuşeyrî, a.g.e., s.289 ; Kelâbâzî, Ta’arruf Trc., ULUDAĞ, Süleyman, s.147.
14. Buharî, Îmân 22 ; Müslim, Eymân 10.
15. Kuşeyrî, a.g.e., s.287.
16. YETİK, Erhan, a.g.e., s.201.
17. Müslim, Îmân 39 ; İbn-i Mâce, Zühd 16.
18. ULUDAĞ,Süleyman, a.g.e., Ucûb Mad.
19. İhya, c.III, s.791.
20. Min-Künüzi’s-Sünne, (Buhari)
21. Kelâbâzi Ta’arruf, a.g.e. s.147.
Huşu ve Tevazu
Özlenen Rehber Dergisi 23. Sayı
çok güzel ve açıklayıcı bi yazı olmuş merak ettiklerimin cevabını buldum Allah sizden razı olsun Allah'a emanet olun