Kur’ân-ı Kerim’de; kötülüğü emredici, (Yusuf, 12/53) olarak tanıtılan nefis, insanı Allah’tan uzaklaştıran en önemli düşmanlarımızdan birisidir. Nefsin hangi şekillerde ve hangi yöntemlerle insanı Cenâb-ı Hak’tan uzaklaştırdığını aşağıdaki ayetlerde görmekteyiz:
’Kadınlar, oğullar, yük yük altın ve gümüş, salma atlar, davarlar ve ekinler gibi nefsin şiddetle arzuladığı şeyler insana süslü gösterildi. Bunlar dünya hayatının geçimliğidir. Oysa asıl varılacak güzel yer ancak Allah’ın katındadır.’ (Âl-i İmran, 3/14)
’Derken nefsi onu kardeşini öldürmeye itti de (nefsine uyarak) onu öldürdü ve böylece ziyan edenlerden oldu.’ (Maide, 5/30)
"Buna inanmayan ve nefsinin arzusuna uyan kimseler seni ondan (ona hazırlanmaktan) sakın alıkoymasın, sonra helak olursun!" (Tâhâ, 20/16)
’Samirî şöyle dedi: "Ben onların görmediği şeyi gördüm. Elçinin izinden bir avuç avuçladım da onu attım. Böyle yapmayı bana nefsim güzel gösterdi." (Tâhâ, 20/96)
’Eğer (bu konuda) sana cevap veremezlerse bil ki onlar sadece kendi nefislerinin arzularına uymaktadırlar. Kim, Allah’tan bir yol gösterme olmaksızın kendi nefsinin arzusuna uyandan daha sapıktır. Şüphesiz Allah zalimler toplumunu doğruya iletmez.’ (Kasas, 28/50)
’Nefsinin arzusunu ilah edinen, Allah’ın; (halini) bildiği için saptırdığı ve kulağını ve kalbini mühürlediği, gözüne de perde çektiği kimseyi gördün mü? Şimdi onu Allah’tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hâlâ düşünüp ibret almayacak mısınız?’ (Casiye, 45/23)
’Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona verdiği vesveseyi de biz biliriz. Çünkü biz ona şah damarından daha yakınız.’ (Kâf, 50/16)
’Kendi nefsinin arzusunu kendisine ilah edineni gördün mü? Ona sen mi vekil olacaksın?’ (Furkan, 25/43)
’Onlardan (muhacirlerden) önce o yurda (Medine’ye) yerleşmiş ve imanı da gönüllerine yerleştirmiş olanlar, hicret edenleri severler. Onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık duymazlar. Kendileri son derece ihtiyaç içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden, hırsından korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.’ (Haşr, 59/9)
’O halde, gücünüz yettiği kadar Allah’a karşı gelmekten sakının. Dinleyin, itaat edin, kendi iyiliğiniz için harcayın. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.’ (Teğabun, /16)
Allah’ın insanoğlunun hizmetine verdiği, temelde helal olan eş, çocuk, mal-mülk ve çeşitli bineklerin nefis tarafından süslü ve kalıcı gösterilerek maksadından farklı bir şekilde kullanılacağı, nefsine uyanların helak olacağı, insanoğlunun geçici olan metaaya tabi olup cinayet işleyebileceği, sapıtıp zalimlerden olacağı, nefsine uyanların onu ilah edinmiş sayılacakları ve bundan dolayı da kalplerinin mühürlenip gözlerinin perdeleneceği, nefsine uyanların vesveseye, cimriliğe, hırsa düçar olacakları belirtilmiş; nefsini kötülüklerden arındıran, tezkiye eden, temizleyen kimselerin ise kurtuluşa ve mutluluğa ereceği belirtilmiştir. (Şems, 91/9; A’lâ, 87/14)
Arınan ve Rabbinin adını anıp, namaz kılan kimse mutlaka kurtuluşa erer. (A’la, 87/14-15) ’…Kim onu (nefsini) tezkiye etmişse felâha (kurtuluşa) ermiştir. Onu kötülüklere gömüp kirleten kimse de ziyana uğramıştır.’(Şems, 91/7-10) âyet-i kerimesi tefsirciler tarafından şöyle yorumlanmıştır: ’Âyet-i kerimede geçen tezkiye her tür pislik ve kirden arınmaktır. Yüce Allah arınan ve Rabbinin adını anan, kalbine O’nun yüceliğini yerleştirip "namaz kılan", öğüt alan insanın "kurtulduğunu" kesin biçimde açıklıyor. Hem bu dünyada kurtulmuş hem de diri bir kalb ile Rabbine bağlı bir halde yaşayarak hatırlamanın tatlılığını ve sıcaklığını hissederek kurtulmuştur, hem de ahirette kurtulmuştur. (Seyyid Kutup)
(Muhakkak o kimse felaha) kurtuluşa, muradına (ermiştir ki, temizlenmiştir.) İmânı sayesinde küfür pisliğinden kurtularak manevî bir temizliğe kavuşmuştur. Veya zekâtını vermiştir. Veyahut namaz için abdest alıp tertemiz bir hâlde yaşamıştır. (Ve) O zât (Rab’binin) mukaddes (ismini) kalbiyle ve lisanıyla (zikredip de namaz kılmıştır.) Beş vakit namazını kılmaya devam etmiştir. İşte kurtuluşa eren bu gibi samimi mü’mîn kullardır. (Ömer Nasuhi Bilmen)
"Onu temizleyen" yani yüce Allah’ın itaat ile nefsini arındırdığı kimse "muhakkak felah bulmuştur. Onu örten kimse de muhakkak ziyana uğramıştır." Yüce Allah’ın masiyet ile örttüğü nefis ziyana uğramıştır, demektir. İbn Abbas da şöyle demiştir: ’Saptırdığı ve azdırdığı bir nefis hüsrana uğramıştır.’ Bir diğer açıklama da şöyledir: ’Allah’a itaat etmek ve salih ameller işlemek suretiyle kendisini (nefsini) arındıran kimse kurtuluşa ermiş, buna karşılık masiyetlerle nefsini örten kimse de hüsrana uğramıştır. Bu açıklamayı da Katade ve başkaları yapmıştır.’ (İmam Kurtubi)
Yukarıdaki izahattan nefsin tezkiye (kötü sıfatlardan arındırılması) edilmesinin ne kadar mühim olduğu ortaya çıkmaktadır. Tezkiye edilmemiş bir kalpte riya, kibir, şehvet, baş olma sevdası, haset, bencillik, ucub (kendini beğenme), yalan ve gıybet hakim olur. Sahip olunan bu su-i ahlaklarda kişiyi ibadet yapıyor olsa bile Allah’tan uzaklaştırır. İster cihad meydanında, isterse namaz vs. ibadetlerde olsun terbiye edilmemiş bir nefiste yukarıdaki su-i hallerden birinin bulunması o ibadetin zayi olmasına sebep olur.
Hz. Peygamber (s.a.v.), Uhud’da düşmanla çarpışmakta olan yiğitlerini bir grup sahabeyle beraber seyretmektedir. Sahabelerden biri der ki:
- Ya Rasûlallah! Şu askeri görüyor musun ne yiğitçe savaşıyor! O senin halanın oğlu Abdullah’tır, der. Allah Rasulü (s.a.s.):
- İnşallah o cennetliktir, der. Bir de öbür tarafa bakarlar ve başka bir sahabe de:
- Şu da Haris’in oğlu Kuzman’dır. Dokuz kâfiri yere sermiş ve yaralı bir şekilde hâlâ çarpışmaktadır. Bu da ne yiğitçe çarpışmaktadır ey Allah’ın Rasulü, der. Ama Rasûlallah (s.a.v.)’ın yüzünün rengi değişir, kaşlarını çatar:
- O cehennemliktir, der. Sahabeler birden bu söz üzerine şok olurlar. Bu sözün manasını anlayamazlar. Sahabelerden biri savaş sonunda yaralı olan Kuzman’ın yanına varır:
- Ey Kuzman! Müjdeler olsun sana Allah ve Rasulü için bu meydanda kılıç salladın, ne mutlu sana eğer ölürsen cennetliksin, der. Ama Kuzman, o ana kadar içinde sakladığı niyeti açığa vurur:
- Ey İbn Katade, beni buraya getiren ne Allah’ın dini ne de Muhammed’in şerefiydi, beni buraya getiren Medine’nin hurmalıklarıydı. Ben buraya Medine’nin hurmalıklarını savunmak için geldim, der. Sonunda çektiği acılara dayanamaz. Bir ok alıp kalbine saplar ve oracıkta ölür. İbn Katade koşup Rasûlallah’ın yanına gelerek olayı anlatır. Sahabeler o zaman Peygamberimizin sözünün anlamını idrak ederler. (Buhârî, Cihad, 77; İbn Hişam, Sire, III, 93, 94)
’İnsan nefsini tezkiye etmeyince, ya cihattan geri kalır, ya cihat esnasında savaştan kaçar, ya da Kuzman gibi nefsî istekleri için çarpışır ki, Efendimiz (s.a.v.) cihatta üstün başarı göstermesine rağmen Kuzman hakkında: ’O cehennemliktir’ buyurmuştur.’ (Muzaffer Yalçın Hocaefendi)
TASAVVUF VE TEZKİYE
’Halbuki onlara, ancak dini Allah’a has kılarak, hakka yönelen kimseler olarak O’na kulluk etmeleri, namazı kılmaları ve zekâtı vermeleri emredilmişti. İşte bu dosdoğru dindir.’ (Beyyine, 98/5) ’…Nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir.’ (Şems, 91/9)
’…Dikkat edin! Vücutta öyle bir et parçası vardır ki, o iyi/doğru/düzgün olursa bütün vücut iyi/doğru/düzgün olur; o bozulursa bütün vücut bozulur. Dikkat edin! O, kalptir.’ (Buharî, İman, 39)
Yukarıdaki âyet ve hadisler ışığında hareket eden tasavvuf ve tarikatlar tasavvufun gayesini kalpte bulunan çirkin ahlakları izale edip, tevhid üzere, riyadan, kibirden, heva ve heveslerin kontrolünden uzak selim bir kalp ile Allah’a kul yetiştirmek olarak açıklamışlardır.
Kuşeyri, Tasavvufu güzel ve ulvi olan her çeşit huyları kazanma girişiminde bulunmak ve çirkin her nevi huylardan da uzaklaşmaya çalışmak olarak tarif etmiş, Cüneyd Bağdadi (k.s.) ise: ’Tasavvuf, masiva ile alakayı keserek, Allah ile beraber olmaktır’ demiştir.
Tasavvuf tezkiyedir; nefs ile mücahadedir. Cüneyd Bağdadi: ’Tasavvuf sulhü olmayan bir cenktir.’ Derken tasavvufun durmadan, dinlenmeden nefs cihadını gerçekleştirmeyi amaçladığını belirtmektedir. Cenâb-ı Hakk, Kur’an’da Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in görevlerini sayarken bunlardan birinin ’tezkiye’ olduğuna işaret buyurmaktadır: ’Çünkü ümmîlere içlerinden, kendilerine âyetlerini okuyan, onları temizleyen, onlara Kitab’ı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderen O’dur.’ (Cuma, /62) Bu ayetteki tezkiyeden murad, manevi arınmadır. İnsanları kötü huy ve alışkanlıklardan arıtmak, iyilik ve güzelliklerle bezemektir. Cenâb-ı Peygamber (s.a.v.)’e bir risalet görevi olarak verilen tezkiye, aslında bütün Müslümanlardan istenmektedir. Nitekim bir ayette: ’Andolsun nefse ve onu yaratana. O, nefse kötülüklerini göstererek ondan kaçınmayı ilham etmiştir. Nefsini tezkiye eden, arıtıp kötü huy ve sıfatlardan korunan kişi kurtulmuş, onu kirleten ise hüsrana uğramıştır.’ (Şems, 91/7-10)
Tasavvuf tezkiyedir, fakat her tezkiye tasavvuf değildir. Bu yüzden tasavvufun emrettiği tezkiye, şeriatın hükümlerine uygun olan tezkiyedir. O da ittiba ve imtisal ile olur. Yani Allah Rasûlü’ne uymak ve onu örnek almakla gerçekleşir. İttiba bir sevgi ve muhabbet işidir. Nitekim Allah’u Teâlâ: ’De ki, eğer Allah’ı seviyorsanız, bana ittiba edin ki, Allah de sizi sevsin, günahlarınızı bağışlasın.’ (Âl-i İmran, 3/31) Tasavvuftaki tezkiye her türlü yabancı etkiden ve felsefe şaibesinden uzak nebevi bir tezkiyedir. Böyle bir tezkiye şüphesiz kalplerin Allah’a, cisimlerin ruha, nefslerin ibadete, cemiyetin ahlaka, âlimlerin Rabbaniliğe karşı zayıflayan bağlarını güçlendirir, sahiplerini dünya ziynetine, mal ve evlat fitnesine ve şehvet ihtirasına karşı korur. Nefs tezkiyesi denilen şey, nefsin riyazat ve mücahade yoluyla kötü sıfatlarının ortadan kaldırılmasıdır. ’Senin en büyük düşmanın iki yanın arasındaki nefsindir’ hadisi gereği nefs düşmanından kurtulmaktır. (Prof. Dr. H. Kamil Yılmaz, Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 36)
Rasûlullah Efendimizin (s.a.v.) mescidinde, ’mescid bülbülü’ diye anılan Sâlebe isminde bir sahabe vardı. Bir gün Peygamber Efendimize gelerek, kendisi için Allah’a, dünyalık vermesi hususunda dua etmesini istedi. Efendimiz (s.a.v.) bu haline sabretmesini istedi ise de, Sâlebe’nin dünyalık için aşırı dua isteği karşısında Efendimiz (s.a.v.) de onun için dua etti.
Kısa zaman sonra Sâlebe çok zengin oldu ve zekât verecek duruma geldi. Öyle ki bir vadi dolusu koyun sürüsüne sahip oldu. Onlarla meşguliyetinden dolayı, mescid bülbülü diye adlandırılan Sâlebe önce vakit namazlarında, sonra da Cuma namazlarında mescide gelmeyi terk etti. Efendimiz (s.a.v.) tarafından kendisine gönderilen zekât memurlarına da zekâtı vermeyi reddetti. Daha sonra her ne kadar zekâtını kendi eli ile getirdi ise de, Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.) zekâtını kabul etmedi.
Dünyalığa olan aşırı isteği ve tamahkâr olması neticesinde Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in yakınlığını, dostluğunu ve insanı Hz. Allah’a kavuşturan Peygamber sevgisini kaybetti. Nefs-i emmârenin bir ahlâkı olan dünya sevgisi ve ona olan tamah, insanı bu kadar zelil bir duruma düşürmektedir.
Şu da unutulmamalıdır ki, nefs-i emmârenin ahlâkları, ibadet ehli olan insanlarda da, ilim ehli insanlarda da mevcut olabilir. Kimilerinde, kibir ve gurur, makam ve mevki hırsı, cimrilik ve hasetlik, kimilerinde de şehvet olarak ortaya çıkar. İlim ehli olması ve ibadetleri yerine getirmesi, bu ahlakların kendisinde bulunmasına engel değildir.
Nefs-i emmârenin bu ahlâkı, üzerlerinde olduğu müddetçe, ibadetlerden elde edilmesi gereken maksada kavuşamazlar. Namaz kıldığı halde kibir yapar, faiz yer, yalan söyler, gıybet eder, kul hakkına dikkat etmez vs.
Öyle ise insan kendisinde nefs-i emmârenin hastalıklarının mevcut olup olmadığını nasıl anlayacak? Şayet anlasa bile, bunlardan nasıl kurtulacak?
Devamlı hayvan bakımı ile meşgul olan bir insan, üzerine sinen nâhoş kokuların varlığından habersizdir. Ne zaman ki güzel koku satan bir dükkana girerse, üzerindeki hoş olmayan kokuların varlığını fark eder.
Bir insanın kendisinde Nefs-i emmârenin sûî ahlâklarının bulunup bulunmadığını anlayabilmesi için de, bu hastalıklardan tezkiye olmuş ve güzel ahlâklarla muttasıf sâlih insanlarla bir araya gelmesi gerekir. Onlarda tezahür eden tevazu karşısında kendisindeki kibri, cömertlikleri karşısında kendisindeki cimriliği, kendisi için istediğini diğer kardeşleri için de isteme ahlâkı karşısında, kendisinde olan bencilliği, onlardaki züht ve kanaat karşısında, kendisindeki tamahkarlık ve hasislik ahlâklarını görecektir.
Kibir ehli olan bir insan, kendisinde kibir bulunan bir insanın yanında, hastalığının farkına varamaz. Nefsi kendisine bu ahlâkını hep haklı gösterir. Doğru yaptığını ona telkin eder. Bu ahlâk gönülden sökülüp atılıncaya kadar da kendisine verdiği zarardan haberi de olmaz. Yapılan telkinleri de, kendisi için bu kabilden gereksiz addeder. Hatta bu zaman da böyle şeylerle meşgul olmanın gereksiz olduğunu düşünür. Bilmez ki gereksiz saydığı nefsîn her batıl ahlâkından dolayı Allah’ın azabına dûçar olacaktır. Bu tehlikeyi Muhbîr-i Sâdık olan Rasûl-i Kibriya Efendimiz (s.a.v.):
’Kalbinde zerre miktarı kibir olan kimse cennete giremez’ hadis-i şerifleri ile bizleri uyarmakta ve bu ahlâkların tezkiye edilmesinin önemine işaret etmektedir.
İşte İnsanı, yukarıda saydığımız dünyevî ve uhrevî tehlikelere taşıyan nefs-i emmâreyi, bu hastalılarından temizlemek, kulluğun esasındandır.
Burada yapılması gereken şey nedir? Bedenîmizi helak eden hastalıkların tedavisinde, tabipler gerekli olduğu gibi, bizi dünyevî ve uhrevî tehlikelere sürükleyen nefsî hastalıkların tedavisinde de tabipler gereklidir. Bu nefsî hastalıkların tabipleri gönül doktorları olan Mürşid-i kâmillerdir. Yukarıda bahsettiğimiz nefs-i emmârenin hastalıklardan kurtulmanın yolu da, bu gönül tabiplerinin irşatlarına tâbî olmaktır.
Çünkü mürşid-i kâmiller nefs-i emmârenin tehlikelerinden nasıl kurtulunacağını tek tek bilen Sâlih kullardır. Nafsî hastalığından kurtulma arzusunda olan taliplere lazım olan ilacı, zikr-i Hüdâyı ve ahlâk-ı hamîdiyeyi teklin ederek onları terbiye ve tezkiye ederler. Bu terbiye neticesinde kişide bulunan sûî ahlâklar izale olunarak güzel ahlâka tebdil edilir. Cimri ise cömert, kibir ehli ise tevazu ehli olur. (Muzaffer Yalçın Hocaefendi)
"Muhakkak Allah sizin cesetlerinize, suretlerinize bakmaz. Bilakis, kalplerinize ve amellerinize bakar." (Muslim; Kitabu’l-Birr ve’s-Sıla)
"0 gün ne mal, ne de oğullar fayda verir; ancak Allah’a selim bir kalble gelen (fayda görür)." (Şûara, 26/88-89)
Günahların dört bir koldan insanı sardığı günümüz dünyasında selim bir kalp ile Cenâb-ı Hakk’ın huzuruna varabilmek için nefis tezkiyesinin ne kadar gerekli olduğu ortadadır. Nefis çok sinsi, çok tehlikeli bir düşmandır. Bu düşmandan korunabilmek için ’Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve doğrularla beraber olun.’ (Tevbe, 9/119) emri gereği ruh terbiyecisi olan zatlara tabi olmak şarttır.
Nefis Vetasavvuf
Özlenen Rehber Dergisi 132. Sayı
Henüz hiç kimse yorum yazmadı.