Özlenen Rehber Dergisi

132.Sayı

İman'ın Halaveti ve Rasûlullah'a Ashab Gibi İman Etmek

Muzaffer YALÇIN Hocaefendi Özlenen Rehber Dergisi 132. Sayı
Giriş
İki Cihan Güneşi, Rasûl-i Kibriyâ (s.a.v.) Efendimizin miladi olarak dünyaya teşriflerinin yâd edileceği Kutlu Doğum günleri yaklaşırken, dergimizin mart sayısında da Rasûlullah Efendimiz’e (s.a.v.) dair idrak edilmesi gereken bazı hususları paylaşmayı uygun bulduk.
Her şeyden evvel iyice anlaşılmalıdır ki peygamberler ancak ’Allah’ın izni ile kendilerine itaat edilmeleri için’(Nisa, 4/64) gönderilmişlerdir. Peygambere iman ve itaat Allah’ın emridir. Bu sebeple ’Peygambere iman ne demektir?’ bu çok iyi kavranması lazımdır. Peygamberimize (s.a.v.) iman hususu günümüzde çok iyi kavranmamıştır. Zira bugün ortaya çıkan bir toplum vardır, bir de Sahabeyi Güzin (r.anhüm ecmain) toplumu var. Bugün onların sevgileri çokça anlatılıyor, ama onlar gibi bir toplum ortaya çıkmıyor.
Biz, hayatımızı şekillendiren, Rabbimizin razı olduğu evsafa kavuşturan bir Peygamber sevgisine talip olmalıyız. Yakında Kutlu Doğum programları tertip edilmeye başlanacaktır. Ancak maksat ve murat iyi kavranmaz ise geriye bir anlık coşku ve teessür kalır ki bu, hayatımızı Peygamber Efendimizin (s.a.v.) hayatındaki örneklik ve mükemmelliğe taşımaz.
Bugün Peygamber sevgisi, Peygambere itaat ve nebevî istikametten ayrı değerlendirilir bir hale gelmişlerdir. Sahabe’nin (r.anhüm ecmain) iman, sevgi ve itaati aynı istikamet üzereydi. Biz ise Peygambere iman ediyoruz ama itaatımız aynı istikamette değil. Bize Peygambere itaat değil, hevalarımız rehberlik etmektedir. İşte müminlerin başında böyle büyük bir imtihan ve elem var. Ama canlarımızdan daha mühim olan bu mesele, çok da hatırlanmıyor, dert edilmiyor. Ve aslında nefsin, nefis ehlinin hatırlamak istemediği bir hakikattir bu. Kimisi bu derdin farkında bile olmadan ömrün yapraklarını birer birer koparırken, kimisi derdini bulsa da, şifasına bir güç yetiremeden veda ediyor kendisine kulluk için ayrılan zamana. Hidayet güneşlerimiz olan Ashab-ı Kiram can sunmuşlardı bu uğurda. Onları yıldızlaştıran kıymet de bu istikamet üzere olan hakiki iman, itaat ve sevgileriydi.
İlk bakışta, sathi bir nazarla birçok kimse belki de şöyle diyecektir: ’Biz de iman ettik, Müslümanız elhamdülillah. Allah’a ve Rasûlüne itaat ediyoruz, sevgimizde ise hiç şüphe yok.’ Ancak bir kulda, heva ile kirlenmiş nefsin tesiri kırılırsa hiç şüphesiz şunu itiraf edecektir: ’Evet inandım, güç yetirebildiğim ölçüde İslam’ın emirlerine itaat de ediyorum; Rabbimi ve Rasûlünü de seviyorum elbette; ancak Ashab-ı Güzin bir başkaydı. İman onlar gibi inanmaktır, itaat onların hayatıdır, sevgiyi ümmet onlardan öğrenmiştir…’ Zira bugün mümin inanıyor ancak Rabbinin kendisini gördüğünü bildiği halde içi sızlamadan nasıl günah işleyebiliyor? Seviyorum, diyor ancak nasıl oluyor da güvenilecek insan bulmak git gide zorlaşıyor. Faiz ve kredili alışveriş yapmak müminlerin hayatlarının bir parçası olabiliyor?...
Sevgide ve itaatte samimiyet ve sadakat gerekir, yoksa iman mücerret kalır. Dil konuşur ancak kalp ve azalar yalanlar. Nefsini kirleten ise hüsrana uğramıştır.(Şems, 91/10)
İşte dert budur. Şimdilerde müminlerin en büyük sıkıntısı ’inandım’ dedikleri halde sinelerinde ve azalarında makesini, tesirini bulamadığı imanın tadıdır, halavetidir. İnandım demekle her işin tamam olduğunu, itaat etmeden selâmetin bulunacağını, Allah’a ve Rasûlüne kalbi teslim etmeden nimet ve yakınlığın elde edileceğini sanmak düşülebilecek ne büyük bir yanılgıdır. Müslümanların, İslam’ın aslı olan ’Rasûlullah Efendimize Ashab’ın teslimiyeti, sadakati ve sevgisi misali’ asla rücu edişleri hakikat olmadan ne dünyada zilletten ne de ahirette uzaklığın kederinden necat bulmaları mümkündür.
Peki o zaman Allah’a imanı nasıl anlamalıyız?
Biz Allah’a ve Rasûlullah’a imanın hakikatini, kendi gönlümüzdeki iman telakkisiyle değil; Kur’ân-Sünnet bağlamında Ashâbın gönlünde karşılığını bulan imanın idrak penceresinden seyretmeliyiz. Öyle bir iman ki, ’Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah’tan’ (Beyyine, 98/8) nimetine kavuşturan bir iman olmalı. Bu âyet-i kerime Sahabe hakkında nazil olmuştur.
Sahabeyi Güzin iman ettikten sonra hayatlarında kendilerine ait bir şey kalmamıştı. Tüm varlıkları Habib-i Kibriya Efendimizin sevgisi ve itaatinde eriyip kayboldu. Hasan Basri Hazretleri (k.s.) onları anlatırken şöyle derdi: ’Eğer siz sahabeyi görseydiniz, onlara ’deli!’ derdiniz; onlar sizi görselerdi, ’bunlar mümin değil’ derlerdi.’ Bu ağır teşbih mümin bir kalbi hiç korkutmaz mı? Sahabe bize ’bunlar mümin değil’ derse biz hangi iddia ile avunabiliriz? Bu derdin bir hal çaresine niçin düşünmeyiz? O halde ’iman-ı hakiki nedir, nasıl kavuşulur, ya bu nimetten uzak bir halde ömür biter de Rabbimizin huzuruna nasıl çıkılır?’ sorularını her kul kendi nefsine Münker ve Nekir sormadan sormalıdır.
İşte Ashab-ı Rasûlullah, Hasan Basri (k.s.)Hazretlerinin tarif ettiği gibiydi. ’Onları görmüş olsaydınız deli sanırdınız!.’ Eğer bizlerin Sahabe hakkındaki kanaati böyle olursa, bu durum bizlerin İslam’dan ne denli uzaklaştığımızın bir göstergesi değil midir? Elbette öyle. Nice örnekler var ki Sahabe hayatında, onları bugün sadece hüzünlenmek için dinlemekteyiz, ardından bir itaat çıkmamaktadır. Ashab ki ’insanlar içinden çıkarılmış en hayırlı ümmet’ (Âl-i İmran, 3/110 ) idi. Onlar Rasûlullah Efendimize (s.a.v) itaat ederken, ’hiçbir kınayıcının kınamasından da korkmazlar’. (Maide, 5/54) emrini canlarında bulmuşlardı.
Ya bizim halimiz nedir? İçinde hayat bulduğu sudan dışarı atılmış bir balığın suyu gördüğü halde tekrar suya kavuşmanın yolunu bulamayan bir balığın çırpınışları gibidir. O su imandır. Dışarısı ise iman dışındaki herşeydir.
İman nedir?
İman bazı âlimlerimizce ’Kalbin tasdiki, dilin ikrarı ve zahirî azaların amelidir.’ diye tarif edilmiştir. Bu cami tarife göre itaatteki her bir noksanlık, dildeki ikrarda ve kalbin tasdikinde matlup olunan kuvvet ve güzelliğin bulunmadığının en beliğ belirtisidir. ’Önce iman ettim de, sonra dosdoğru ol’ (Müslim, İman 62 ) emr-i Nebevisi imanda istikameti ne de güzel ve veciz bir şekilde izah etmiştir. Zira dosdoğru yol, Rasûlullah’ın yoludur.(bkz. Buhari, edeb 70; i’tisam 2)
İmanın üstteki bu tarifi yanı sıra bir de işaret etmeye gayret ettiğimiz halaveti vardır. Sahabeyi Kiram bu tadı en yüksek bir halde alıyordu. Zira onlar Peygamber Efendimizi her şeyden, mallarından, çocuk¬larından, ana babalarından, kendi canlarından, susayan bir kim¬senin soğuk suya olan arzusundan daha çok severlerdi. (Kâdı Iyâz, Şifâ, II, 51.) Evde çoluk çocuklarının içinde otururken Efendimiz (s.a.v.)’i hatırladıklarında evleri kendilerine dar geliyor, hemen kalkıp mescid-i saadete koşuyorlardı. Onlar, Peygamberler Serdarının gül cemaline bakarak ferahlarlardı. Onu göremeseler canları çıkacakmış gibi olurdu. Öldükten sonra Hz. Peygamber’le birlikte olamayacaklarını düşünerek endişeye kapılırlar, bir daha kendisini görememekten hep korkarlardı.
İmanın halaveti ve halaveti duyulmayan bir imanın durumu nedir?

Enes (r.a.)’den Peygamber aleyhisselam’ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
’Üç özellik vardır; bunlar kimde bulunursa o, imanın tadını tadar:
Allah ve Rasûlünü, (bu ikisinden başka) herkesten fazla sevmek.
Sevdiğini Allah için sevmek.
Allah kendisini küfür bataklığından kurtardıktan sonra tekrar küfre dönmeyi, ateşe atılmak gibi çirkin ve tehlikeli görmek.’ (Buharî, İman, 9; Müslim, İman, 67)
Rabbimizi (c.c.) ve Rasûlullah (s.a.v)’i herkesten daha çok sevmek nedir?
Peygambere iman farzdır. İslam’ı diğer yanlış inanışlardan ayıran en temel hususiyetlerden birisi, Hz. Allah’a Peygamber Efendimizin bildirdiği üzere iman etmek ve Rasûlullah Efendimizi Peygamberler halkasının son ve en kıymetli incisi kabul etmektir. Sevgi kalbin teslimiyetidir. Peygamber Efendimize ülfet ve ünsiyet ise iman ve itaat üzere inşaa edilmelidir.
Allah’ı ve Rasûlünü seven itaat eder. Zira gerçek sevgi, sevende sevdiği dışında bir hal bırakmaz. Bu hali Hz. Pîr Abdülkadir Geylanî (k.s.) efendimiz şöyle anlatır: ’Hz. Sıddık (r.a) Peygamber (s.a.s.) Efendimizin sevgisine sadık idi. Bütün malını Peygamber yoluna harcadı. Peygamberin sıfatına büründü. Hak kapısında Peygambere eş oldu. Her şeyi dağıttığı zaman kendisine sarınacak bir aba kalmıştı. Çocukları için, Allah ve Peygamberinden başka hiçbir şey ayırmadı. İçini ve dışını Peygamberin haline uydurmuştu. (Fethu’-Rabbani, 28. Meclis)
Evet, Rabbimizi (c.c.) ve Rasûlullah (s.a.v)’i herkes ve herşeyden daha çok sevmek, Rab olarak Allah’tan, din olarak İslam’dan, Peygamber olarak Habib-i Kibriya Efendimizden razı olmaktır. Peki bu rıza nedir? Razı olmak; nefis, ruh, akıl ve kalpte onlar dışında hiçbir kuvvetin tesirinin kalmamasıdır. Nasıl bulunur? Çokça kitap okuyarak, rivayet aktararak kul bu nimete kavuşamaz. Ashab-ı Kiram bu nimete, imanın tadına canlarından öte Efendimiz (s.a.v.)’i sevip itaat etmekle buldu. Sevgi ise çaresiz, seven bir kalpten alışılır. Şöyle bir soru sormak gerekirse: ’Müminin hayatına Peygamberimizin tesiri nereden giriş yapacak?’ Sevgi ve itaatta kemal bulan, nefsinde hiç itirazı kalmadan teslim olmuş bir gönülden giriş yapacak ki müminin hayatı Rasûlullah Efendimizin (s.a.v) yüksek ve övülmüş ahlakının kuvveti altında hayat bulsun.
İşte candan öte bu sevgiyi bulabilmeye, imanın tadını ruhta duyabilmeye imkan veren en kuvvetli bir vesile de kuşkusuz ’Sahabe ve Ehl-i Beyt’in kalbindeki kuvvetin ifşası’ ve gönüllerimizde makes bulmasıdır. Bu sebeple kalplerimizi onların ülfet ve yakınlıklarına da istidatlı hale getirme gayreti içinde olmalıyız. Çünkü Ehl-i Beyt ve Ashabın sevgileri, Rasûlullah Efendimizin sevgisine kavuşturan en kuvvetli bir lütuftur. Allah sevgisinin hakikati Rasûlullah Efendimizin kalbinde, Rasûlullah Efendimizin sevgisinin hakikati ise Ehl-i Beyt ve Ashabın gönlünde bulunmaktadır. Onların sevgilerinde pişmeden yol bulunmaz.
Bir örnek vermek icap ederse; Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bir hadis-i şeriflerinde: ’Allah’ı zikreden ve zikretmeyen (kalb)in misali ölü ve diri gibidir’ (Buhârî, Deavât 67) buyurmuştur. Bir kalp bu diriliğe Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.) olmadan asla kavuşamaz. Bu hadisi duyunca, nefsin tahakkümündeki akla Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.) evveliyetle gelmemekte, gaflet ve cürüm karanlığında boğulan nefs Rabbinin zikrine yönelmektedir. Kalp bu halde iken, dilden dökülen ne kadar zikrullah olur. Ancak kalp Peygamber Sevgisinin tesiri altında bulunursa gaflet perdesi onu örtemez, gönül sahibinden uzak kalmaz.
’Bir kimsede üç haslet (tam olarak) bulunursa imanın tadını duyar…’ hadis-i şerifinde zikredilen ’Sevdiğini Allah için sevmek ve Allah kendisini küfür bataklığından kurtardıktan sonra tekrar küfre dönmeyi, ateşe atılmak gibi çirkin ve tehlikeli görmek.’ hususları da yine Allah ve Rasûlünü, (bu ikisinden başka) herkesten fazla sevmeyle mümkün olur.
Yukarıda halaveti duyulan istikamet üzere bir iman, itaat ve sevgi ile Peygamberimize teslim olmaya muhtaç olduğumuzu ve bu nimete kavuşmanın yollarına dair nasihatte bulunduktan sonra, İslâm bahçesinin meyveleri, Sahabeyi Kiramın Peygamberimize olan imanlarının tezahürleri üzerinde durmak istiyoruz. Zira sevgi ispat, iman da itaat ve fedakârlık ister.
Ashab-ı Kiram’ın İmanın Tezahürleri
1. Rasûlullah Efendimizi (s.a.v.) canlarından öte severler, nefislerinden evla bilirler ve fedakârlıklarda bulunurlardı: Öyle ki Efendimiz (s.a.v.) bir emir buyursa ’Lebbeyk ve Sa’deyk / Buyur yâ Rasûlallah ermine âmadeyim ve emrini yerine getirmekten mutluluk duyarım!’ diye mukabele ederler emrini hemen yerine getirirlerdi.
Uhud günü Ebu Dücane (r.a.), vücudunu Rasûlullah (s.a.v)’e kalkan yapmıştı. Oklar onun sırtına düşüyordu, O ise Allah Rasûlünün üzerine abanmış bir halde (kıpırdamadan) duruyordu. Nihayet ona isabet eden oklar bir hayli çoğaldı." (İbn Hişam, es-Siyretu’n-Nebeviyye, III, 30)
2. Rasûlullah Efendimizin (s.a.v.) sünnetine tabi olma hususunda hiç taviz vermezlerdi:
Hz. Ebu Bekir Efendimiz: ’Ben Rasûlullah Efendimizin bir tek sünnetini terk etmedim. Eğer terk etsem sapmak ve saptırılmaktan korkarım’ derdi. Efendimiz (s.a.v.) bir sahabeye bir emirde bulunmuşsa ’ölünceye kadar onu hiç terk etmedim’(bkz. Buhârî, Teheccüd, 33, Buhârî, Nefakât, 7) diye sadakatlerini beyan ederlerdi.
3. Rasûlullah Efendimizin (s.a.v.) emirlerine tereddütsüz itaat ederler, saygıda kusur etmezler, yasakladıklarını hemen terk ederlerdi:
Sahabeden Sabit bin Kays Hucurat suresi ’Ey inananlar! Seslerinizi Peygamberin sesini bastıracak şekilde yükseltmeyin, farkına varmadan işlediklerinizin boşa gitmemesi için Peygambere bir birinize bağırdığınız gibi yüksek sesle bağırmayın’ mealindeki ayet inince sesi yüksek bir zat olan Sabit bin Kays evine kapanıp ağlamaya başladı. (Taberani, Heysemi, 9/322)
4. Rasûlullah Efendimizi (s.a.v.) her hallerinde örnek alırlardı:
Enes bin Malik (r.a.) anlatıyor: ’Peygamberimiz önceleri altın yüzük kullanıyordu. Bir gün yüzüğünü çıkarıp attı ve ’bundan böyle bunu hiç takmayacağım’ buyurdu. Bunun üzerine sahabeler de altın yüzükleri çıkarıp attılar.’ (Buhari, Müslim, El-Bidaye 6/3)
5. Rasûlullah Efendimize (s.a.v.) muhalefet edenlere karşı çıkarlardı:
Hz. Ömer (r.a.) ipek giyen bir adamı görünce şöyle buyurmuştu: ’Size emrediyorum, hepiniz kalkın onun gömleğini parçalayın, sağlam bir parça kalmasın’ Zira ipek giymeyi Peygamber Efendimiz ümmetinin erkeklerine yasak kılmıştı. (İbn Asakir)
6. Rasûlullah Efendimizin (s.a.v.) sevdiklerini severler, O’nun sevdiğini kendi sevdiklerine tercih ederlerdi:
Hz. Ebu Bekir Mekke’nin Fethi günü Müslüman olan babasını beyat için Peygamberimize götürdüğünde ağlamıştı. Allah Rasulü (s.a.v.) ağlama sebebini sorduğunda: ’Bu el babamın eli değil de amcan Ebû Talib’in eli olsaydı ve bu vesile ile Allah seni sevindirseydi daha çok memnun olurdum.’ Demişti. (İsabe, 4/116)
7. Rasûlullah Efendimizin (s.a.v.) eserleriyle teberrük ederlerdi:
Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.) abdest aldığı zaman Sahabesi abdest suyunu alır yüzlerine ve vücutlarına sürerek bereket umarlardı. (Beyhaki, El-Kenz 8/228)
8. Rasûlullah Efendimizi (s.a.v.) çok özlerler ve ona kavuşmayı isterler ve hep onu hatırlarlardı:
Öyle ki bir aynaya baksalar kendilerini değil Rasûlullah Efendimizi görürlerdi.
Bir gün Ensar’dan bir kimse Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’e gelerek bu özlemi şöyle dile getirmişti: "Yâ Rasûlallah, biz senin yanından ayrılıp çoluk-çocuğumuzun yanına varınca, seni özlüyoruz. Yanına dönünceye kadar hiçbir şey bize fayda vermiyor.’(Razi, Nisâ, 4/69 âyeti sebebi nüzulü)

Enes (r.a.) Peygamber Efendimizin vefatından sonra vefatına dek; ’Rüyamda Sevgili Peygamberi görmediğim hiçbir gece yoktur’ diyor ve ağlıyordu. (İbn-i Saat, 7/20)
Sahabenin bu örnek halleri sayfalara sığmayacak kadar çoktur. Bir peygamber hayatı bir kaç sayfa ile birkaç saat verilerek değil, bir ömür verilerek alışılmalıdır. Burada anlatılanlar ummandan bir damla misali örneklerdir. İnşallah böyle bir çalışmayı ileride sizlerle paylaşmayı da Rabbimizden niyaz ediyoruz.
Ve’s-Selâmü alâ men ittebea’l-Hüda

Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

Henüz hiç kimse yorum yazmadı.