Özlenen Rehber Dergisi

12.Sayı

Halvet (uzlet, Çile) ve Celvet

Yakup YÜKSEL Özlenen Rehber Dergisi 12. Sayı
.....................................Tasavvufî Ahlak...................................


Halvet, lügatte yalnız kalma, yalnızlık, tenha yer, hamamın sıcak bir bölgesi, tenhalık, tenhaya çekilme, sevgiliyle baş başa olma, inziva, tek başına yaşamak, topluma karışmamak, terk-i dünya, itikaf demektir. Ne bir meleğin ne de herhangi bir kimsenin bulunmadığı bir halde ve yerde Hakk ile mânen konuşmak, ruhen sohbet etmek (İbn Arabî, Ta‘rifat); mâsivadan ilgiyi kesip tamamen Allah’a yönelmek ve kendini ibadete vermektir (Kâşânî).

Tasavvuf ıstılahında halvet, tarikata intisap eden sâlikin muayyen bir zaman sonra mürşidinin emri ve gözetimi altında insanlardan uzaklaşarak, tekkelerin çilehâne veya halvethâne adı verilen tenha, karanlık özel bir bölümünde inziva hayatı yaşaması, az yemek, az uyumak suretiyle devamlı ibadet ile meşgul olup kendini Hakk’a vermesidir.(1)


Halvet ve uzlet, aralarında küçük farklar olmasına rağmen yakın anlamlı kelimelerdir. Ancak uzlet daha genel, halvet ise daha özel anlamlıdır. Uzlet, halka karışmamak, onlardan ayrı yaşamak, günaha girmemek, daha çok ve daha ihlâslı ibadet etmek için toplumdan ayrılıp ıssız ve kimsesiz yerlere çekilmek, tek başına halkın arasından süresiz çekilip münzevî bir hayat yaşamaktır.

Uzlette süresi ve sebebi belli olmayan bir yalnızlık ve halktan uzaklaşma vardır. Halvetteki yalnızlık ise sürelidir. Halvet, safvet ehlinin bir sıfatı, uzlet ise vuslat ehlinin alâmetidir. Halvet, Allah Teâlâ’ya yakınlık için yapılırken uzlet, insanlardan uzaklaşmadır. Fakat tefekkürü olmayan uzlet ile zikri ve tezkiyesi olmayan halvet insana fayda sağlamaz.


Mutasavvıfların uzletten maksatları ihtiyaçtan fazla toplumda kalmamak, boş sözlerle zaman geçirmeyerek, boş zamanlarda bir kenara çekilerek ibadet ve tefekkürle zamanı değerlendirmektir. Fakat bazı dervişler ömür boyu toplumun dışında kalmışlar, çilehâne ve mağaralarda yaşamışlardır.(2)

Uzletin âdâbını Abdulkerim KUŞEYRÎ, Risâle’sinde şöyle beyan etmektedir: “Evvela şeytan vesvese ve desîse ile azdırmasın diye tevhîd akidesini sapasağlam muhafaza edecek ilimleri tahsil etmek, sonra işi muhkem bir esas üzerine bina etmek için farzları eda etmeye yarayan şer’î bilgileri öğrenmektir. Hakikatte uzlet, kötü huylardan ayrılmaktır. Uzletin tesiri vatandan ayrılmada değil, kötü vasıfları değiştirmede aranmalıdır. Bunun içindir ki, ‘ârif kimdir?’ sorusuna kâin ve bâin (birlikte ve ayrı) olan kimsedir. Yani zâhiren halk ile beraber bulunduğu halde mânen onlardan ayrı olan kimsedir” diye cevap verilmiştir.


Şerden ve şerlilerden uzak durmak için yapılan uzlet farz; fuzûlîlerden uzak kalmak için yapılan uzlet ise fazilet olarak görülmüştür.(3)


İnsan uzlete devam ederken, kendisini halkın şerrinden koruduğuna değil, bilakis insanların, onun şerrinden kurtulduğuna inanmalıdır. Zira halkın şerrinden korunmak gayesiyle hareket eden mürîd, insanlardan üstün bir meziyete sahip olduğu inancına kapılır ki, bu da içinde bulunduğu hale uygun düşmez.


Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır: “Bütün insanların maîşetlerini sağladıkları kaynakların en hayırlıları şunlardır: Bir adam ki, Allah yolunda cihâd için atının dizginini tutmuş, düşman tarafından korku ve dehşet verici bir sesin geldiğini işitince atının sırtına atlayarak ölmek ve öldürmek, ya şehîd ya gazi olmak için düşmanın bulunduğunu zannettiği yöne koşmuştur; veya bir adam ki şu tepelerden birinin üzerinde, dağ başında veyahut şu vadilerden bir vadinin içinde sürüsü ile yaşarken namaz kılmış, zekat vermiş, Rabbine kavuşuncaya kadar Allah’ına ibadet etmiştir. İnsanlar içinde hayır üzere bulunan kimse işte bu zâttır.” (Yani en iyi hayat tarzı cihad ve uzlettir.)(4)


Rivayete göre bir dervişe: “Sen derviş misin?” diye sorulduğunda: “Hayır değilim. Belki bir köpeğin bekçisiyim. Nefsim bir köpektir. Ben, insanların selameti için onu aralarından çıkardım.” cevabını vermiştir. Ebû Bekr Verrâk ise kendisinden nasihat isteyen birine:

“Dünya ve ahiretin iyiliğini halvet ve az yemekte, şerrini ise çok yemek ve halka karışmakta buldum.” demiştir.(5) Zünnûn-i Mısrî de halvetin insanları ihlâsa teşvik eden bir usûl olduğunu ifade ederken; Sehl b. Abdullah Tüsterî ise halvetin sahih olması için helal yemenin ve Hakk’ın hukukuna riayetin şart olduğunu söylüyor.(6)


Sühreverdî, eserinde halvetten maksadın neler olması gerektiğini şöyle anlatıyor:

“...Bazı kimseler kendilerinde garip ve acayip haller meydana gelsin diye halvete girmişlerdir. Bu hareket doğru değildir. Çünkü halvet ve vahdet îmanın güçlenmesi ve nefsin kontrolü için bir vasıtadır.

İnsanlardan kalben uzaklaşma egzersizi sayılan halvete giren bir kimsenin, Allah’ı zikirden başka düşüncelerden, O’nun rızası dışındaki bütün arzulardan kopması gerekir, aksi halde yapılan halvet kişiye fuzulî sıkıntıdan başka bir şey sağlamaz.”


Sühreverdî, şu hususlara da temas ederek konuyu tamamlamaktadır:


“...Yine bazı kimseler, şartlarına riayet etmeksizin halvete girip, muayyen zikirlere devam ederek nefislerini kontrol altına alıp kendilerini haricî meşgalelerden uzak bulundururlar. Rahiplerin, Brahmanların ve filozofların yaptıkları bu tür bir halvettir. Bu davranışın bir iç temizliği meydana getireceği muhakkaktır. Ancak şer’î hükümleri tatbike ve Peygamber (s.a.v.)’in sünnetine sarılmak niyetiyle yapılan halvet, kalbi nurlandırır. Nitekim bazı kimseler: ‘Allah senden doğruluk ve adalet beklerken, sen O’ndan keramet bekliyorsun.’ demişlerdir.”


Çile kelimesi ise, Farsça “çihil” (kırk) kelimesinden alınmış, Arapça “erbaîn” karşılığı olan ve “halvet” anlamına kullanılan tasavvufî bir terimdir. Müridin fıtratındaki sivri noktaları törpülemek için yapılan fiilî sabır gayretidir.

Sâliklerin tenha ve ıssız bir yere çekilip kırk gün kırk gece çetin bir perhiz ve nefis mücâhedesi döneminden geçmeleri, bu süre içinde gıda, uyku ve dünya kelâmını asgariye indirerek hem beden, hem de düşünce ile âzamî derecede ibadet etmeleridir. Böylelikle dervişler ölmeden önce ölümü tatmaya çalışırlar. Halvet ve çile, riyâzât ve mücâhede ile iç içe olduğundan, çilesini halvethâneler yerine seyahatler yaparak tamamlayan ve ömrünü çile ile geçiren mutasavvıflar da eksik değildir.(7)

İnsanda kötü huy ve mezmûm sıfatların kaynağı sayılan nefsin, tezkiye ve terbiye edilmesi hususunda başvurulan riyâzât ve mücâhede yollarından biri de “çile” ve “erbaîn” denilen halvet usulüdür. Halvetin süresi tarikatlara göre üç gün, kırk gün ya da bin bir gündür. En yaygın süre kırk gün olarak bilinmektedir. İlahî aşk basamağı olan halvete giren mürîd halvet sırasında gönlünü Allah sevgisiyle doldurmak için az yiyecek, az uyuyacak, az konuşacak ve dâima Mevlâ’sını düşünecektir.(8)

Halvet ve çilenin kırk gün olmasının, mutasavvıflara göre Kur’an ve sünnetten bir takım mesnetleri vardır. Nitekim Hucvirî Keşfu’l-Mahcûb adlı eserinde bu kırk günlük sürenin Musa (a.s.) ile ilgili şu âyete dayandığını söyler: “Musa ile otuz gece (bana ibadet etmesi için) sözleştik ve bu otuz geceye on gece daha kattı.”(9) Sühreverdî ise bu âyetten başka şu hadisi de çileye delil sayar: “Kırk gün Allah için ihlasla amel edenin kalbinden diline hikmet pınarları akar.”(10)

Mutasavvıflar, Kur’ân-ı Kerîm’de halvete delil olarak şu âyeti gösterirler: “Rabbinin adını an (ibadetlerinde O’ndan başka her şeyden kesilerek), yalnız O’na yönel.”(11) Yani Rabbinin adını an, O’nu gece gündüz hatırla. Kendini her şeyden çekerek Rabbine yönel. İhlâs ile O’nun emirlerine Rasûl’ünün sünnetine uy. İçinde bulunduğun dünya, gönlünü asla meşgul etmesin, demektir.(12)

Çile ve halvet ile itikaf arasında da bir benzerlik söz konusudur. Mutasavvıflardan bazıları da çile ve halvet ile; Peygamberimiz (s.a.v.)’in, peygamberlikten önceki günlerde Hira-Nur dağındaki hayatıyla bir ilgi kurmaktadırlar.(13) Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in Hira Mağarası’ndan sonra nübüvvetle başlayan ve halkın içinde geçen yirmi üç yıllık yaşamı ise, tasavvuf ıstılahları içerisinde “celvet” kavramına delil olmuştur.

Halvet ve celvetin birer tasavvufî kavram olarak kullanılması İbn Arabî’den sonradır. Ondan önceki kaynaklarda “halvet” kavramına rastlanırsa da “celvet” kavramına pek rastlanmaz.(14)

Celvet, lügatte bir kimsenin vatanından ve âilesinden uzak düşmesi, kılıç ve ayna gibi şeylerin paslarının silinmesi, parlatılması, bir şeyin ortaya çıkması, zâhir, görünür olmasıdır. Tasavvuf ıstılahında ise “halktan uzaklaşıp tenhada Hakk ile baş başa kalmak” demek olan halvetin anlam olarak karşıtıdır. Yani kulun ilahî vasıflar, güzel huy ve ahlâklarla bezenerek halvetten çıkıp halkın arasına karışması demektir.

Ebû Ali şöyle demiştir: “Halkın giydiği elbiseyi giy ve yediğinden ye. Fakat sırrın ve bâtının ile onlardan ayrıl.”(15)

Bir başka ifadeye göre celvet, kalpten bulanıklıkların giderilmesi, gönül aynasının parlatılması ve nûr-i ilâhînin kalbi aydınlatmasıdır. Bu hale ermek için sâlikin önce bir halvet hayatı yaşaması, riyâzâtla nefsinin kötü huy ve ahlâklarını ahlâk-ı hamidiyye ile değiştirmesi, kalbini nefsinin tesirinden kurtarması gerekmektedir. Sâlik, iyi huy ve ahlâklarla bezenince de artık onun halkın arasına karışması câizdir, hatta yerine göre vaciptir.(16)

Ebû Yakub Sûsî, “Tek başına yaşamaya (halvete), güçlü olanlardan başkasının tâkati yetmez. Bizim gibiler için halkla beraber bulunmak daha iyi ve faydalıdır. Çünkü halk birbirinden iyi şeyler görerek ona göre amel eder.” demiştir.(17)

Bu anlamıyla hemen bütün peygamberlerin, büyük velilerin hayatında halvet ve celveti görmek mümkündür. Ancak meşrep açısından bazılarında halvet, bazılarında celvet hali galiptir. Bu meşrep farklılığı sebebiyledir ki bu iki kavram iki büyük tarikatın adı olmuştur. Halvetiyye ve Celvetiyye.

Halvetin gayesi:

Kalpten mâsivâyı çıkarmak, gönlü ağyardan temizlemek, Hakk’ın sayısız nimetlerini düşünüp kendinden geçmek, nefis terbiyesini gerçekleştirerek kalbin mâsivâ ile olan ilgisini koparmak için beş duyuya perde çekip vesvese yollarını tıkamaktır (Tefekkür, tezekkür ve şükür).

Sevgilisine tutulan âşıkın tenhalara kaçması ve onun düşüncesiyle yeme, içme ve uykudan kesilmesi gibi, Hak yolcusunun yalnızlığı seçmesidir. Hakk’ın sayısız nimetlerini düşünerek gönül halvethânesine Mevlâ’yı koyup, kesrette vahdeti müşahede etmektir.(18)

Yahya b. Muaz şöyle demiştir: “Halvetteki ünsiyetin ile halvette Hakk ile olan ünsiyetin arasındaki farka dikkat et. Eğer halvetten çıktığın zaman ünsiyet ve huzurun zâil olursa bil ki, Hakk ile değil halvet ile ünsiyet halindesin. Şayet halvette Hakk ile ünsiyet halinde bulunuyorsan, o zaman çöl olsun, sahra olsun, neresi olursa olsun sana her yer müsavi (bir) olur.”

Ebû Osman Mağribî der ki: “Halveti sohbete tercih eden bir kimsenin, Rabbinin zikri müstesna bütün zikirleri (Allah’tan başka bir şeyi hatırına getirmeyi);

Rabbinin rızasını isteme hariç bütün irade ve arzuları terk etmesi, nefsin istediği sebeplerden hiç birini istememesi ve onun arzularına sırt çevirmesi lazımdır. Bu sıfata haiz olmayanın halveti onu fitneye ve belaya sürükler.”

Ebu Ali anlatıyor: “Bir adam bana geldi ve “seni ziyaret için çok uzak bir yerden geliyorum” dedi. Ona dedim ki: Benden öğrenmek istediğin tasavvuf ilmi uzun mesafeler kat etmek ve yolculuğun sıkıntılarına katlanmakla elde edilmez. Bir adım bile olsa nefsinden ayrıl ki maksadın hasıl olsun.”

Bâyezîd-i Bistâmî’nin şunları söylediği hikaye edilir: “Azîz ve Celîl olan Rabbimi rüyamda gördüm ve “Seni nasıl bulurum?” diye sordum. “Nefsini bırak öyle gel” buyurdu.(19)

Halvetin şartları:

1. Devamlı abdestli olmak.

2. Devamlı oruç tutmak ve akşam namazından önce iftar etmek.

3. Yemeği az yemek ve midenin 1/3’ünü boş bırakmak.

4. Allah Teâlâ’nın zikri dışında zaruret olmadıkça devamlı sükût etmek.

5. Devamlı zikir ve murakabe halinde bulunmak.

6. İstimdâd (yardım) ve îtikad ile kendi mürşidine kalbi rabt etmek.

Halvetin yapılışı:


Cuma cemaatinden mahrum kalmamak için halvet yerinin cami müştemilatından olması tercih edilir. Halvetten önce boy abdesti alınır, temiz elbiseler giyilir ve güzel kokular sürünülür. Halvete genellikle Şâban ayının yirminci günü ikindi namazından önce girmek âdettir.

“Muavvizeteyn” (Felak-Nâs) okunur ve mürşidin ruhaniyetinden yardım talep edilir. Besmele, hamdele ve salvele ile halvete girilir. Mürid, sağ ayağını kapıdan içeri atarken “Ey Allah’ım, rahmetinin kapılarını aç!” diye dua eder. Kalbi mâsivâdan temizleyip Allah’a yönelme niyeti ile nafile namaz kılar.

Daha sonra da kendisine mürşidi tarafından verilen direktifler doğrultusunda zikir ve murakabe ile meşgul olur. Halvet esnasında devamlı oruç tutar, az yemek, az uyumak ve az konuşmayı ihtiyar eder. Bol bol Kur’ân-ı Kerîm okur ve salât-ü selam getirir. Halvetin müspet neticelenmesi için bütün şartlarına şevk ve özenle riayet eder. Ramazan ayı içinde bilhassa son on günün tek gecelerini daha çok ihya etmeye çalışır. Şevval ayının ilk günü akşam namazından sonra iki rekat şükür namazı kılarak halvetten çıkar.(20)


Halvetin faydaları:

1. Dilin afetlerinden uzaklaştırır. Zira kişi halvette bulunduğu müddetçe Allah-ü Teâlâ ile beraberdir, yanında konuşacak kimse yoktur.

2. Kalp, riya ve gösteriş gibi hastalıklardan korunmuş olur.

3. Dünya sevgisinden yüz çevirme (zühd) ve kanaat meydana gelir.

4. Kötü kimselerle ülfet imkanı ortadan kalkar.

5. İbadet ve zikrin çokluğu ile takva yolu aydınlanmış olur.

6. Halvet esnasında beliren ibadet zevki, kişinin güzel sıfat ve ahlâklarla süslenmesine vesile olur.

7. Kalp huzura kavuşur. Zira dünyaya karşı duyulan aşırı rağbetin zayıflattığı ruh, bu tesirden uzaklaşmış olur.

8. Nefsi kin ve düşmanlık duygularından korur.

9. Halvet sırasında devam eden tefekkür, kulu Allah’a yaklaştırır.


Tasavvufî kaynaklarda halvet ve çileye ilk devirlerden itibaren yer verilmiş, Gazâlî ve benzeri mutasavvıflar, uzlet ve halvetin fayda ve zararları konusunu büyük bir titizlikle tespite çalışmışlardır. Gazâlî, halvet ve uzlet sayesinde kişinin, dile ait âfetlerden uzaklaşacağını, kalbin riya ve süm’a gibi manevî hastalıklardan korunacağını, zühd ve kanaat alışkanlığı kazanacağını, kişinin kötü kimselerle ülfet etmekten kurtulacağını, ibadet ve zikre ayrılan zamanın artması neticesinde insanın belli bir itmînâna ereceğini, kin ve düşmanlık duygularının son bulacağını ve Allah’a yakınlık kazanılabileceğini ifade etmektedir.


Halvetiyye’de halvet:

Halvetiyye, Şeyh Ebû Abdullah Sirâcüddîn tarafından kurulmuş olan on iki büyük tarikattan birinin adıdır. Ebû Abdullah, amcası Şeyh Ali Muhammed b. Nuri el-Halvetî’ye intisâb ederek ondan halifelik almış ve vefatından sonra da yerine geçmiştir.

Zamanının büyük bir kısmını halvetle geçirdiği ve halvette kalmayı çok sevdiği için kendisine ayrıca “halvetî” denilmiştir. Kendisi bir gün sahrâda dolaşırken içi boş ve çok büyük bir çınar ağacı görmüş ve burada halvete niyet ederek kırk erbaîni (40x40) birbiri ardında tamamlamıştır. Kurduğu tarikatının adına da bu sebeple Halvetiyye denilmiştir.


Halvetîlikte halvet, tarikatın olmazsa olmaz şartlarından biridir. Abdullah Bosnevî, “Semerâtü’l-Fuâd” isimli kitabında halvet kelimesini şöyle açıklar: “Halvetiyye kelimesinin “Hı”’sı, sivâdan (ğayrı) kalbi temizleyip, kalbin kuvvet bulmasına; “Lâm”’ı, zikir lezzetine; “Vâv”’ı, zâhir ve bâtını korumakla ahde vefaya; “Te”si, temkine; “Ye”’si zorluklardan sonra kolaylığa; “He”’si ise müşahedeye delalet eder.”(21)


Halvetîlikte vuslatın gayretle meydana gelebileceğine ve çilesiz hâl olmayacağı gibi, meşakkatsiz de yakınlığın kazanılamayacağına inanılır. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in “Allah Teâlâ ile kul arasında nur ve zulmetten meydana gelmiş yetmiş bin perdenin bulunduğunu” söylediği hadîs-i şerîfi esas alınır. Bu perdelerin ancak yedi letâif-i insâniyye ve yedi esmâ ile açılabileceği düşünülür. Mutasavvıflar bu perdelerin kula ait olduğunu, çünkü Allah Teâlâ’yı hiçbir şeyin perdelemeyeceğini belirtirler.


Mevleviyye’de halvet:

Mevleviyye tarîkatında halvet bin bir gündür. Çileye giren bir Mevlevî, bu süre içinde tekkede bulunmaya ve orayı izinsiz terk etmemeye mecburdur. İzin almadan dışarı çıkan dervişin çilesi kırılmış demektir ki, yeniden çileye girip tamamlaması lazımdır. Çile kırgını derviş semâhaneye giremez. Çile kırmak çok büyük bir suç sayılır. Çile kıranın manevî bir silleye uğrayacağı ve felah bulamayacağı kabul edilir.(22)


İşte bu belirli günlerde dergahta hizmette bulunan kişiye “çilekeş”, çilesini tamamlamış dervişe de “çile çıkarmış” denir.


Çile esnasında dervişlerin hayatları fazlaca meşakkatli geçtiğinden Mevlevî çilekeşleri, akşam oluncaya kadar çeşitli hizmetlerde vazife alırlar, yatsı namazını cemaatle kıldıktan sonra, fecir vaktine kadar olan sürede de istirahat ederler, meydân-ı şerîf denilen yerde yatarlar, bir posteki üzerinde kıvrılarak ve üstlerine hırkalarını örtmek suretiyle uyurlar.(23)


Nakşibendiyye’de halvet:

Nakşibendiyye tarikatında on bir temel prensip vardır. Bu prensiplerden biri de “Halvet der encümen”’dir. Halvet der encümen, halk içinde halktan ayrı olmak, zâhirde halk ile bâtında Hakk ile olmak, bedenin halk ile kalbin Hakk ile olması, sâlikin maddî varlığı halk ile meşgul olurken, gönlünün Hakk ile huzur bulmasıdır. Behâüddin Nakşibend, tarikatın bu temel üzerine oturduğunu söylemektedir.(24)


Halvet der encümen kelimesinin anlamından da anlaşılacağı üzere Nakşibendiyye’de halvete fazlaca rağbet yoktur. Bahaüddin Nakşibend’in: “Halvette şöhret, şöhrette rağbet, rağbette de âfet vardır.” sözü, ayrıca “Hayır cemiyettedir, cemiyet sohbettedir.” demesi buna delil olarak gösterilmiştir. Bu tarikat sohbet tarikatıdır. Gerçek mümin halka karışan, zorluklar karşısında sabır gösteren, gücü nispetinde muhtaçların elinden tutan kısaca Hakk için halka hizmet eden kimsedir. (25)


Bir âyet-i kerîmede: “Öyle adamlar vardır ki, onları ne bir ticaret, ne de bir alış veriş Allah’ı anmaktan, dosdoğru namaz kılmaktan, zekatı vermekten alıkoymaz. Onlar, kalplerin ve gözlerin dehşetle döneceği günden korkarlar.”(26) buyrulmuştur.


Ebû Sâid Harraz bu konuda şunları söyler: “Kamil insan, halk ile düşüp kalkan, onlarla yakından ilgilenen, onların arasına karışan, fakat hiçbir zaman Hakk’dan gafil olmayan kimsedir.” (27)


Görüldüğü üzere hemen hemen bütün tarikatlarda halvet, uzlet, çile ve celvet kavramlarına rastlanmaktadır. Bu kavramlar tanım olarak birbirinden ayrı gibi gözükseler de aslında yüklendikleri anlam bakımından birdirler. Çünkü yapılmaya çalışılanların tümü Allah’ın rızasının nerede ve hangi amelde gizlendiği belli olmadığı vech ile, her amelde Allah’ın rızasını gözetmek ve ibadetlere ihlasla sarılmak içindir.


Fakat, özellikle Halvetiyye ve Mevleviyye dışında kalan tarikatlarda halvet ve uzlete fazla önem verilmemiş; daha çok halk içinde Hakk ile beraber olma, Hakk için halka hizmet ve irşad anlayışı hakim olmuştur. Örneğin Gavsu’l-Âzam Abdulkadir Geylânî Hazretleri’nin şu ifadesi halkın ne kadar sohbet ve irşada ihtiyacı olduğunu göstermesi bakımından önemlidir: “Allah beni alıp sizin içinize attı.”(28)


Hakikaten yirmi birinci yüzyılda insanın ayak basmadığı ve insan olmayan bir yer bulmak; orada kimseden habersiz uzlet hayatı yaşamak pek mümkün gözükmemektedir. Bununla birlikte çok özel durumlar hariç büyük tarikatların çoğunda halvet ve çile yerine celvet ön plana çıkartılmış, özellikle ramazanın son on gününde -toplumu da bir anlamda mükellefiyetten kurtaran- itikaf ibadeti tavsiye edilmiştir. Çoğu mutasavvıflar gibi Abdullah Faruki el-Müceddidî Hocaefendi’nin tavsiyeleri de her zaman bu yönde olmuş ve bizzat kendisi bir çok defa bu ibadeti edâ etmişlerdir.


Cenâb-ı Hakk, her zaman zâtını hatırlayan ve halkın içinde riya ve gösterişten uzak, Hz. Ali (r.a.)’ın: “Allah, susması fikir, konuşması zikir, bakması ibret, hareketi ibadet olan kullarına rahmet etsin”(29) ifadelerinde anlamını bulan; ama ibadetlerini ihlâsla Hakk için yapmaya çalışan kullarından razı olsun. Amin....

Kaynakça:
1) ULUDAĞ Süleyman, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Halvet maddesi ; ERAYDIN Selçuk, Tasavvuf ve Tarikatlar, s.139 ; YILMAZ Hasan Kamil, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, s.206 ; Kelabâzî, Ta’arruf trc. ULUDAĞ S., s.286. 2) Gazâlî, İhyâ, c.II, s.221. 3) ULUDAĞ S., a.g.e., uzlet maddesi 4) Müslim, İmâret 33 ; İbn Mâce, Fiten 13 ; İbn Hanbel, c.II, s.443. 5) Kuşeyrî, Risale trc. ULUDAĞ Süleyman, s.240 ; ERAYDIN Selçuk, a.g.e., s.140 ; YILMAZ H. K., a.g.e., s.206. 6) Kuşeyrî a.g.e., s.241. 7) ULUDAĞ S., a.g.e., Çile maddesi ; YILMAZ H.K., a.g.e., s.206-208. 8) ERAYDIN S., a.g.e., s.140 ; YILMAZ H.K., a.g.e., s.207. 9) El-Âraf 7/142. 10) Keşfu’l-Hafâ, c.II, s.224 (2361). 11) El-Müzzemmil 73/8. 12) Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, c.7, s.5430. 13) ERAYDIN S., a.g.e., s.139 ; YILMAZ H.K., a.g.e., s.207. 14) YILMAZ H.K., a.g.e., s.209. 15) Kuşeyrî, a.g.e s.240. 16) Kelâbazî, Taarruf trc., ULUDAĞ S., s.286 ; YILMAZ H.K., a.g.e., s.210. 17) Kuşeyrî, a.g.e., s.242. 18) ERAYDIN S., a.g.e., s.139 ; YILMAZ H.K., a.g.e., s.206-207 ; YETİK Erhan, İsmail-i Ankaravî, s.188. 19) Kuşeyrî, a.g.e., s.241. 20) İmdâdullah, Ziyau’-l Kulûb Trc., Mehmet Esat Dede, s.79. 21) ERAYDIN S.K., a.g.e., s.390. 22) GÖLPINARLI Abdulbaki, Mevlânâ’dan sonra Mesnevilik, s.395. 23) ERAYDIN S., a.g.e., s.378.24) Safiyyüddin Ali, Reşâhat, s.28. 25) ERAYDIN S., a.g.e., s.367. 26) En-Nûr 24/37. 27) Behçetü’s-Seniyye, s.53. 28) A. K. Geylâni (k.s.), İlâhî Armağan’dan 29) YILMAZ H. K., a.g.e., s.100.
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

Henüz hiç kimse yorum yazmadı.