Özlenen Rehber Dergisi

117.Sayı

Abdullah Farûkî El-müceddidî'de (k.s.) Ehl-i Beyt Sevgisinin Tesiri ve Tezahürler

Muzaffer YALÇIN Hocaefendi Özlenen Rehber Dergisi 117. Sayı
Bismillahirrahmanirrahim
Elhamdülillahi Rabbi’l-âlemin. Ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ Rasûlinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve eshâbihî ve ezvâcihi ve evlâdihi ve etbâıhî ve ehl-i beytihî ve ümmehâtihî ve ebîhi bi adedi külli şey’in fi’d-dünyâ ve’l-âhirati ve kezâlik ve’l-hamdü lillâhi Rabbi’l-âlemîn.
İçinde bulunduğumuz kamerî ayın Muharrem ayı olması, yakın bir tarihte idrak ettiğimiz Aşûre günü, Kerbela hadisesi ve Hz. Hüseyin efendimizin şehadeti sebebiyle; Ehl-i Beyt sevgisinin müminin hayatında iman bakımından tesiri konusunu, vefatının 13. seneyi devriyesini yaşamakta olduğumuz "Abdullah Farûkî el-Müceddidî hazretlerinde Ehl-i Beyt sevgisinin tesiri ve tezahürleri" başlığı altında anlatmaya çalışacağım.
Abdullah Farukî el-Müceddidî (k.s.) baba cihetiyle Hz. Ömer (r.a.), anne cihetiyle de Hz. Fatıma (r.anhâ) annemizin soyundan gelen, asrımızda yaşamış nadide bir Hak dostudur. O, dinin hangi cihetinden bakılırsa bakılsın örnekliği tam bir peygamber varisidir. O büyük gönül münşiini farklı kılan en kemal hususiyetlerden biri de hiç şüphesiz, ’ins ve cinnin meb’ûsu’ diye dualarında tesmiye ettiği Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in temiz Ehl-i Beyt’ine istikamet üzere duyduğu sevgi ve bağlılıktır. Abdullah Farukî el-Müceddidî (k.s.) hazretlerinin mübarek gönlünde bir kor ateş gibi sakladığı Ehl-i Beyt sevgisi, had-ü kenarı bulunmayan bir umman misalidir. Ehil gönüllere o ummandan bir rahmet kapısı açılması ümidiyle bu zor konuyu dergimize taşıdık; ancak ehline malum olduğu üzere asıl olan; ’aşkı, âşığın sadrından yudumlamaktır; sohbet-i cânan, ancak can avına atılan bir kıvılcım okudur’...
Hz. Abdullah Farukî el-Müceddidî (k.s.)’da Ehl-i Beyt Sevgisinin Kökleri

Abdullah Farukî el-Müceddidî (k.s.) hazretlerinde Ehl-i Beyt sevgisi, Ali (r.a.)’dan rivayet edilen: ’Evlatlarınızı (şu) üç haslet üzere terbiye ediniz: Peygamberinizin sevgisi ve O’nun ehl-i beytinin sevgisi üzere ve Kur’ân tilaveti üzere. Muhakkak hamele-i Kur’ân , Peygamberleri ve Asfıyalarıyla beraber, başka hiçbir gölgenin bulunmadığı günde Allah’ın gölgesindedirler.’ hadis-i şerifinin bereketiyle başlar. Şöyle ki; Abdullah Farukî el-Müceddidî (k.s.) hazretlerinin muhterem pederleri Muhammed Hamdi Efendi ve annesi Ehl-i Beyt aşığı idiler. Rahmetli Efendi hazretleri, sohbetlerinde zaman zaman muhterem pederlerinin Ehl-i Beyt’e olan sevgisini yad eder, o tarihlerde toplumun İslamî kimliğinin muhafazasında da önemli görevler üstlenen Hz. Ali (k.v.) efendimizin cenk kitaplarını özellikle kış gecelerinde sürekli okuyup okuttuğunu haber verirdi. Muhammed Hamdi Efendi, neredeyse bu kitapları ezbere bilmektedir ve bir köşeye çekilir, gözlerini kapatır, oğlu Abdullah Farukî hazretlerine kitabı okumasını söyler ve derin derin dinlerdi. Abdullah Farukî hazretleri çocukluğun da verdiği bir hâl ile ne zaman bir paragrafı atlayacak olsa, Muhammed Hamdi Efendi hemen bilir ve ’oğlum atladın, o kısmı bir kez daha oku’ diye uyarır, çocuklarına her vesile ile Ehl-i Beyt sevgisi aşılardı.
Abdullah Farûkî el-Müceddidî hazretleri, çocukluğundan itibaren Ehl-i Beyt sevgisiyle büyümüştür ve bu mübarek nesilden gelen Seyyid ve Şeriflere çok büyük hürmet göstermiştir. Buna bir misal olarak kendi anlattıkları bir hadise şöyle cereyan etmiştir: Abdullah Farukî hazretleri henüz tasavvuf neşvesiyle tanışmadan Malatya’da Seyyidlerden bir zata cüretkâr birisi içinde küfürler olan yergide bulunur. Rahmetli Efendimiz üç kez şiddetle uyarır, sözünü geri almasını söyler, adam bu ahlakında devam edince; heybeti ve gücüyle eşine az rastlanır bir insan olan Hz. Musâ meşrebli Abdullah Farûkî hazretleri celâllenir, "Ömerîlik damarı" kabarır ve bir tokat vurur. Bu tek tokadın tesiriyle o cüretkârı hastaneye kaldırırlar, adam üç gün uyanamaz.
Ehl-i Beyt Sevgisinin Hakikat Ufuklarında Açan Güneşi
Sevgi, umumi bir ifade ile, insanoğlunun en çok sarf ettiği ancak hakikatine dair neredeyse hiç bir şey bilmediği ilâhi bir in’âmdır. İnsan kendisine bahşedilen bu istidadını, eşyaya, kadına, paraya, kısacası kendisini Hak’tan alıkoyacak ne varsa onlara tahsis ederek köreltmekte, heba etmekte, rahmet kapılarını kendi eliyle kendi yüzüne kapamaktadır. Tasavvuf, küfür ve günah batağına batmış olan insanın sevgilerini mürşid-i kâmil vasıtasıyla Cenâb-ı Hakk’ın razı olduğu istikamete kavuşturan âlemin en kıymetli nimetlerindendir. Bu istikamet, hem sevgileri yerli yerine koymayı, hem de hakikatine ermeyi temin eder. İşte Abdullah Farukî (k.s.) hazretleri de Ehl-i Beyt sevgisini asıl kaynağından tasavvufla tanışması akabinde içecektir. Kendi ifadelerinde olduğu üzere, İmam Ali (k.v.) efendimizin sevgisine o kadar yanar ki, daha iki hafta gibi kısa bir zaman geçmeden Hz. Ali (k.v.) efendimiz mea’l-vücut rabıtasında tecelli eder, "oğlum beni bu kadar çok mu seviyorsun!?" diye iltifat eder. Ehl-i Beyt’in babası İmam Ali efendimizde hem fenâfi’ş-şeyh makamına kavuşur, hem de tasavvufta ender insanlara nasip olan veysîliğe seçilir. Artık İlmin Kapısı’ndan manen terbiye görür ve yetiştirilir.
Elbette Hz. Ali (k.v.)’de fenâfi’ş-şeyh olması, ona Ehl-i Beyt’in diğer güzide sultanlarının da sevgi ve yakınlık kapılarını açmıştır. Niceleri bu cennet seyyidlerini bir kez olsun rüyalarında görebilmeyi arzulayıp onun feryadını dillendirirken Abdullah Farukî hazretleri onlarla bir ömür yaşamıştır.
Ehl-i Beyt Sevgisiyle Bir Ömür Yanmak
Hak uğruna olmayan sevgiler daha dünyada iken zail olur, ahirette ise onları pişmanlıklar izler. Hak için olan sevgiler böyle değildir; lakin her mümin, içinde ilâhi sevgileri aynı kuvvette bulup yaşayamaz. Kimisi dinlediği bir sohbetin tesiriyle bir gönül coşkusuna kavuşur, o coşku bitince sevgi de biter. Zira bu sevgi umumidir, tek taraflıdır. Bir de aşkın, imanına sermaye olduğu kimseler vardır. İlâhi aşk onlarda benlik bırakmamış, sevgilinin boyasına boyanmışlardır. Sevgileri mâkes bulmuş, bir ömür aşkla yanmışlardır. Buna en güzel bir örnek de Abdullah Farukî (k.s.) hazretleridir. O sevdiği Ehl-i Beyt’i hiç unutmamış, evlatlarına da onların sevgisini taşımıştır. Ehl-i Beyt’in sevgisinin tezahürleri o kadar açıktır ki kendisinde, onları andığı zaman daha bir kaç dakika önce annesini kaybetmiş bir yavrunun ıstırabı gibi o denli bir yakınlık hâli içinde olur, gözlerinde yaş nisan seli olurdu. Onun Fatımatü’z-Zehrâ annemize sevgisinden dolayı "Uy anam!" deyip gözyaşları dökmesi, o içten halinin belirgin bir tezahürüdür.
O Ehl-i Beyt’e o denli yakın bir ruh halindeydi ki, onlardan bahsederken sanki kendisi de onlarla beraber yaşamış, ya da onlar şu an kendisiyle yaşıyorlar zannetmemek mümkün değildi. Çünkü o, Ehl-i Beyt sevgisinin, mü’minin aslî hasletlerinden olması gerektiğine inanıyor ve tertip ettiği zikir meclislerine mutlaka Ehl-i Beyt efendilerimizin ruhaniyetlerini de davet ediyordu.
Ehl-i Beyt’in sevgisinin Rahmetli Efendimizdeki bazı tezahürlerine şunları örnek verebiliriz:
Abdullah Farukî el-Müceddidî (k.s.) hazretleri, Ehl-i Beyt sevgisini yolunun esaslarından birisi olarak evlatlarına vasiyet etmiştir.
Sohbetlerinde mutlaka Ehl-i Beyt’e yer ayırmış, onların ahlâkını kendine ahlak edinmiştir.
Ehl-i Beyt’i ve sevgilerini, Sünnet-i Rasûlullah istikametinde tüm müminlere tanıtabilmek için "Ehl-i Beyt ve On İki İmamlar" isimli hacimli bir eser kaleme almıştır. Başyazarlığını yürüttüğü ’Özlenen Fark’ adlı aylık dergide bu hususta onlarca makale ve hikem yayınlamıştır.
Ehl-i Beyt yolunda olduğunu söyleyen ilim ve fikir insanlarıyla defalarca görüşme ve toplantılar tertip etmiştir.
Türkiye’de Hz. Ali, Hz. Fatıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (r.anhüm) ve tüm Ehl-i Beyt’i kapsayan ilk ilâhi/kaside çalışmalarını yaptırmış "Rasûl Kızı Fatıma" adlı albümle Ehl-i Beyt sevgisi halkımıza tanıtılmıştır.
Kendisinden, çocukları için isim soran talebelerine Ehl-i Beyt’in isimlerini koymalarını tavsiye etmiştir.
Sohbetlerinde Ehl-i Beyt ile ilgili hadisleri çokça okur, en çok da şu hadis-i şerifleri zikrederdi:
’Allah’ı, nimetleriyle sizi beslediği için sevin. Beni de Allah sevgisi için sevin. Ehl-i beytimi de benim sevgim için sevin.’
Ali b. Ebî Tâlib (r.a.)’dan rivayet edildiğine göre; Rasûlullah (s.a.v.), Hasan ve Hüseyin’in elinden tuttu ve şöyle buyurdu: ’Kim beni sever ve bu ikisini, onların babalarını ve annelerini de severse, kıyamet günü benim derecemde benimle birliktedir.’
’Canım yed(-i kudret)inde elinde olan (Allah’a) yemin olsun ki, bize (yani) Ehl-i Beyt’e buğzeden bir kimseyi Allah mutlaka cehennem (ateşin)e sokar.’
Yine sohbetlerinde sık sık, büyük Fakîh İmam Şafiî (rh.a.)’in Ehl-i Beyt sevgisi hakkındaki şu sözlerini de hatırlatırdı:
’Peygamber evladı benim vesilemdir. Onlar benim için Allah’a vesiledir. Onlar yüzü hürmetine kıymet gününde sahifemin sağ tarafımdan verilmesini umarım. Ey Rasûlullah’ın Ehl-i Beyti! Sizi sevmek, Allah’ın inzal buyurduğu Kur’an’da bize farz kılınmıştır. Size şu büyük şeref yeter ki; size salâvat getirmeyen kimse namaz kılamaz. Eğer Al-i Muhammed’i sevmek, rafizîlikse ins-ü cin şahid olsun ki, ben rafıziyim!’
’Ey Rasûlulllah’ın Ehl-i Beyti! Sizi sevmek bize farzdır. Allah indirdiği Kur’an’da böyle emretmiştir. Size salât okumadan namaz kılanın namazının kabul olmaması, sizin için en büyük bir övünç kaynağıdır ve bu size kâfidir.’
Birçok veliye kendilerine has bir salât-ü selam nasip olmuştur. Rahmetli Efendimize da Cenâb-ı Hak çok güzel bir salât-ü selam nasip etmiştir. Yazımızın başında da zikrettiğimiz bu salâvatın en dikkat çekici tarafı ise Peygamber Efendimiz (s.a.v.) başta olmak üzere Efendimiz (s.a.v.) tüm Ehl-i Beytini, Âl-i Beytini câmi olmasıdır. Bu özelliği ile salâvat-ı Farukîye müstesna bir ayrıcalığa sahiptir.
Otobüsle çıktığı hac yolculuklarında Ashâb-ı Kehf’e, Bağdat’ta Ehl-i Beyt evlâdı Hz. Pîr Abdülkâdir Geylânî (k.s.)’ya ve Kerbelâ’da Hz. Hüseyin (r.a.)’in kabrine de uğrardı. Medine-yi Münevvere’ye gelince Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’i ziyaretten sonra mutlaka Cennetü’l-Baki’de Hz. Fatıma, Hz. Zeyneb, Hz. Ümmü Gülsüm, Hz. Rukiyye, Hz. Safiyye ve Ezvâc-ı Tahirât annelerimizi, Hz. Hasan, Hz. Zeyne’l-Âbidîn, tüm Ehl-i Beyt’i ve mutlaka Hz. Hamza efendimizi ziyaret ederdi. Mekke’ye gelince de hiç gecikmeden Hatîcetü’l-Kübrâ annemizi ziyarete giderdi.
Abdullah Farukî el-Müceddidî (k.s.) hazretleri Ehl-i Beyt’e olan sevgisinin bir tezahürü olarak iki defa da Mısır’a gitmiştir. Ziyaret sonrası Özlenen Fark dergisine verdiği bir röportajında şöyle anlatmıştır:
Hususî Haller...
’Mısır’da Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz’in zürriyetinden çok kıymetli zatlar yaşamış ve orada metfunlar. İmam Hüseyin (r.a.)’in baş-ı şerîfleri, merkezî bir yerdeki bir caminin haziresinde metfun bulunuyor. Buraya akın akın ziyaretçiler geliyor. Cuma günleri tasavvuf erbabı geliyor, herkes kendi alemini (bayrak) çekiyor ve zikir yapıyorlar.
İmam Hüseyin (r.a)’in baş-ı şerîfini Ümmü Gulâm adlı bir kadın Irak’tan kaçırmış ve Mısır’a getirmiş. İmam Hüseyin Efendimiz’in oğlu Zeyne’l-Âbidîn Hazretleri de orada metfun. Onu her gün ziyaret ettim. Zaten İmam Hüseyin (r.a.)’ı ziyaretimde bana; ’Evlâdım, git, Zeyne’l-Âbidîn’imi ziyaret et.’ denildi.
İmam Hüseyin (r.a.)’in kızları; Zeyneb, Sükeyne, Ümmü Gülsüm, Hz. Ali (k.v.)’nin kızı Rukiyye, Hz. Hasan (r.a)’ın kızı Fâtıma, Ümmü Gulâm ile birlikte aynı yerde bulunuyorlar. Bunlar Kahire’de...
Yine Câfer-i Sâdık Hazretleri’nin oğlu Ali Câferî, Zeyne’l-Âbidîn Hazretlerinin üç oğlu İskenderiye’deler. Onları da ziyaret ettik. Hz. Ebû Bekir (r.a.)’in kızı Esmâ (r.anhâ), Hz. Câfer-i Sâdık’ın kızı Âişe’yi de ziyaret ettik.
Hz. Hüseyin (r.a.) ve Hz. Zeyne’l-Âbidîn’den sonra en sık gittiğimiz yerlerin başında yine Peygamberimiz (s.a.v)’in torunlarından Seyyidetü’n-Nefîse hazretleri geliyordu. Zaten daha Türkiye’deyken çoğu ziyaret yerlerinin adreslerini bize o vermişti. Biz nereyi ziyaret edeceğiz diye ondan sorduk. Yıllardır orada kalanlara; ’Bak bu yerler var orada.’ dedim. Baktılar, evet dediler.
Seyyidetü’n-Nefîse bana kendini şöyle tanıttı: ’Mısır’a geldiğimizde beş yaşındaydım. Rasûlullah (s.a.v.) babama emretti; ’Mısır’a gidin.’ dedi. Kahire’ye geldik. Ama ben beş yaşındayken Rasûlullah’ın (s.a.v.) bütün hadislerini ezberlemiştim. Mısır’a geldiğimizde herkes bizi biliyor ve tanıyordu. ’Bu mudur hadisleri ezbere bilen?’ diyorlar, beni parmakla gösteriyorlardı. Çünkü çocuktum daha o zamanlar. Oraya yerleştik. Baktım, İmam Şâfiî Hazretleri orada ders veriyor. Ona yalvardım; ’Bana müsaade et de, derslerine katılayım.’ dedim. ’Küçüksün.’ dedi. Yalvardım, babamdan da müsaade aldım ve derslere katıldım. Şâfiî Hazretlerinin camiine gider, arkada edeple otururdum. İlk gittiğimde bana; ’Merhaba hoş geldin ey Seyyidetü’n-Nefîse... Yaşça benden küçük olan ama ilimce benden çok yüksek Seyyidetü’n-Nefîse kızım hoş geldin.’ dedi.
Beni (hakikatte) Allah yetiştirmiştir oğlum. Ben de senin gibi üveysîyim. Benim bâtınî terbiyemi Allah yapmıştır ama zâhirî terbiyemi İmâm Şâfiî yaptı.. O bazen, halledilmesi batınî kuvvet gerektiren zor noktaları yazıp bana gönderir, ben de cevabını altına yazar gönderirdim. Çok memnun olurdu. Hatta bir gün hasta oldu. ’Bana dua etsin’ diye talebelerini gönderdi. Allah her veliye bir keramet vermiştir oğlum; benim de, Cenâb-ı Hak, ellerimi açıp dua ettiğimde dualarımı geri çevirmezdi. Dua ettim, anında iyileşti. Beni çok sever ve hürmet ederdi...’
Bu ziyaretlerimizde her gün Yâsîn-i Şerîf okuyorduk... Birçok manevi hâller yaşadık ve bu zatların ruhaniyetlerinden istifade ettik elhamdülillah.’
* * *
İkinci Mısır ziyaretinden dönüşte, Rahmetli Efendimizin gözlerinde neredeyse beyazlık kalmamış, kıpkızıl olmuştu. Kendisi bu durumu şöyle anlatmıştır: Muharrem ayı Aşure günü yaklaşınca Fâtıma annemiz mana âleminde, Kerbelâ’da şehit olan başta Hüseyin efendimiz olmak üzere evlatları için o kadar kederlenmekte ki, üzüntüsünden, çok ağlamaktan gözyaşı yerine gözlerinden kan gelirmiş. Onlara sevgisi sebebiyle Mısır’da annemiz: "Oğlum senin gözlerin de böyle olacak" buyurmuş. Türkiye’ye dönüşünde bu hal tecelli etmişti. Yine Fâtıma annemizle başka bir mülakisinde: "Oğlum, evlatlarından her kimde Ehl-i Beyt sevgisi varsa onların gözleri de böyle olacak" müjdesini vermişti ki, buna tüm cemaati şahit olmuştu.
* * *
Abdullah Farukî el-Müceddidî (k.s.) hazretleri her sabah mutlaka hadis sohbeti yapar, okuduğu hadislerle amel etmeden geçmezdi. Bir gün hadis dersinde, Cennet ehli kadınların en üstünleri sayılırken Hz. Meryem ve Hz. Âsiye annelerimizin Hz. Fatıma ve Hz. Hatice annelerimizden önce sayıldığı bir hadis okunmuştu. Mübarek bir şey dememiş, ancak annelerimizin isimlerinin en üstte olmasını gönlünden arzulamış, ikinci gün ise İbn-i Abbâs (r.anhümâ)’dan rivayet edilen:
Rasûlullah (s.a.v.) yere dört çizgi çizdi. Sonra: ’Bu nedir biliyor musunuz?’ buyurdu. (Sahâbeler): ’Allah ve Rasûlü daha iyi bilir!’ dediler. Rasûlullah (s.a.v.): ’Cennet ehli kadınlarının en faziletlisi; Hüveylid’in kızı Hatice, Muhammed’in kızı Fâtımâ, İmran’ın kızı Meryem ve Firavun’un hanımı Müzâhim kızı Âsiye’dir.’ buyurdu. hadisini okuyunca şükür olarak bir kurban kesmiştir.
* * *
Abdullah Farukî el-Müceddidî (k.s.) hazretlerinin Ehl-i Beyt aşkına verilebilecek misaller ciltler dolduracak kadar çoktur. Ancak bu sevdayı idraklerimizin anlayabilmesi adına öyle bir hâli vardır ki... O (k.s.), daha gençliğinde İmam Hüseyin efendimizin Kerbelâ’da susuz bırakıldığını duyunca ömrünün sonuna kadar kana kana su içmemiştir. Mübareğin pek su içmediği kimi evlatlarının dikkatini çekse de meselenin hakikatine vefatından evvelki bir mülâkide vakıf olunabilmiş, bizzat bu sırrını Hz. Fatıma annemiz açmıştır. Gerçekten de Rahmetli Üstadımız içilmesi sünnet olması münasebetiyle zemzem hariç hiçbir vakit kana kana su içmemiştir. Rabbimiz sırrını ve kutsiyetini artırsın...
Kerbelâ Hadisesi ve Hz. Hüseyin (r.a.)’in Şahadetine Bakışı
Özlenen Fark dergisindeki bir makalesinde görüşlerini şöyle özetlemiştir:
"İslâm tarihi boyunca Aşure gününde meydana gelen en önemli hâdiselerden biri de ’Cennet gençlerinin efendilerinden biri’ olan Hz. Hüseyin (r.a.)’in şehit edilmesidir.
Gavsü’l-Âzam Seyyid Abdülkâdir Geylânî (k.s.) Hazretleri bu hadiseyi şöyle değerlendirmektedir: ’Hz. Hüseyin (r.a.)’in şehit edilmesi, Allah Teâlâ’nın, Rasûlullah (s.a.v.)’in torununun derecesini yükseltmek, kerametini kat kat artırmak, şehitlik sebebiyle şehitlerin önderi durumunda olanların derecesine ulaştırmak için, katında günlerin şerefli ve büyüğü olan Aşure gününde olmuştur.’
Hz. Hüseyin (r.a.), hicrî 10 Muharrem 61’de (1 Ekim 680) Kerbela’da şehit edilmiştir. Bu facianın İslâm dünyasında çok köklü etkileri olmuştur. Rasûlullah’ın sevgili torunu olan Hz. Hüseyin’e ve etrafındaki Ehl-i Beyt’e reva görülen bu zulüm, bütün Müslümanların yüreğini dağlamıştır. Aradan yüzyıllar geçtiği hâlde bu facianın acıları unutulmamıştır, unutulacak gibi de değildir.
Bütün bunlara rağmen, Aşure gününü yas günü olarak değerlendirmek ve bu günde Şiîlerin yaptığı gibi taşkınlıklar yapmak doğru değildir. Rasûlullah ve Ashâbı o günü nasıl değerlendirmişlerse bizim de öyle yapmamız gerekir. Onlar, bu günde oruç tutmuşlar, o gün çoluk çocuklarını sevindirmek, giydirmek gibi şeyler yapmışlardır.’
Yine Seyyid Abdülkâdir Geylânî (k.s.) de Aşure gününü yas günü kabul etmenin doğru olmadığını belirterek şunları söylemektedir: ’Hz. Hüseyin’in şehit edildiği gün, musibet günü olsa idi, Rasûlullah (s.a.v.)’in vefat ettiği gün olan Pazartesinin musibet ve matem günü olması daha uygun olurdu. Hatta Ebû Bekir (r.a.) de Pazartesi günü vefat etmiştir. Rasûlullah Efendimiz ve Hz. Ebû Bekir’in vefatı ise, onlardan başkasının vefatından daha yüksektir. Buna rağmen Pazartesi günü matem günü olmayınca, Aşure günü de matem ve musibet günü olamaz. Matem günü kabul edilmesi, sevinç ve şerefli gün olmasından uygun değildir.’
Ehl-i Sünnet uleması, genellikle bu görüştedirler. Bu, onların Hz. Hüseyin’e reva görülen zulmü tasdik etmeleri anlamına gelmez. Tam aksine, ifrattan ve tefritten sakınma prensibine uygun davranışın bir sonucudur. Zaten Ehl-i Sünnetin en önemli esaslarından biri de, ifrat ve tefritten uzaklıktır. Ehl-i Sünnetin dışındaki fırka ve ekoller, ya ifratta veya tefrittedirler. Bu ise, Kur’ân-ı Azîmüşşân’da beyan buyrulan ’Vasat Ümmet’ gerçeğine ters düşer.
Rabbimiz bizi, bu mübarek günü sünnete uygun olarak kutlamak ve değerlendirmekten ayırmasın. Rasûlullah’ın, Ashâbının ve Hz. Hüseyin (r.a.)’in şefaatlerine nail eylesin.
Ve’s-selâmu alâ men ittebea’l-Hüdâ.’
Ehl-i Beyt Sevgisi ve Ölçü...
Abdullah Farukî el-Müceddidî (k.s.) hazretleri, Aşure gününü elbette bir matem günü olarak değerlendirmezdi; ancak 1400 sene geçmiş lakin hiç küllenmemiş bu yara sebebiyle konuşmaya dermanı kalmıyordu. Öyle ki bu konunun bahsedilmesine tahammülü yoktu.
Muharrem ayı yaklaşınca, yüzünde sevinç eseri kalmaz, kederle dolar, gözyaşları dinmez, asla gülmezdi. Âdeta canı acırdı. Fuzûlî’nin "Hadîkatü’s-Süedâ"sını Muharrem ayı girince talebelerine okutmaya başlar, kendisi bir yandan gözyaşları içinde kitabı dinler bir yandan da Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ve Güzide Ehl-i Beyti için gece gündüz salât-ü selâm getirirdi. Ancak Aşure günü yaklaştıkça hüznü ve kederi artar, kitabın Hz. Hüseyin (r.a.) ve ehlinin şahadeti kısmına gelinince artık dayanamaz ve okutmayı bırakırdı. Bu denli bir sevgi takdir olunur ki özellikle yurdumuz insanının bilmediği bir sevda idi. Kendileri bu durumu "Şia Ehl-i Beyt’i sevdiğini söylüyor; ancak Ashab-ı Kiram’ı tefrik ederek bu bozuk itikatları sevgilerini batıl kılıyor!" "Ey sâlik! Bilesin ki Ehl-i Sünnet, Ehl-i Beyt’in kıymetini layığı veçhile bilemedi. Mü’minler çocuklarını, canlarını, mallarını sevdikleri kadar Ehl-i Beyt’i sevemediler." diyerek izah etmişlerdir.
Abdullah Farukî el-Müceddidî (k.s.) hazretleri, Ehl-i Beyt’i Rasûlullah (s.a.v.), Ezvâc-ı Tahirâtının ve Güzîde Ashâbının sevgisinden ayırmadan severdi. Şiilerin yaptığı gibi Sahabe efendilerimizden bazısına buğz ederek ya da daha da ileri gidip Peygamber Efendimizin sevgisinin üzerine çıkararak iddia edilen Ehl-i Beyt sevgisini boş bir iddia olarak kabul ederdi. Şiîler hakkında söylemiş olduğu: "Bir de itikatları sahih olsa, Ehl-i Beyt’e olan sevgileri sebebiyle cennette kimseye yer bırakmazlardı" sözleri meşhurdur.
Onun sevgisi kuru bir sevgi değildi. O, Ehl-i Beyt’in imanlarına talip idi. Bugün olduğu gibi Ehl-i Beyt çığırtkanlığı yapıp da içki sofralarında sazlarla, eğlencelerle Allah’a ve Rasûlullah’a isyan edenlerin iddialarıyla asla yan yana gelmeyecek bir sevgi idi. Kerbela faciasını, "ne yapalım işte Allah’ın kaderi böyleymiş" deyip, vurdumduymaz bir edayla geçiştirmeyi asla kabul etmezdi. Ona göre, yürek onların hüznüne ortak olmalı, adeta yanmalıydı.
Hikem-i Fârukiyye’de Ehl-i Beyt

’Ey sâlik! Hz. Rasûlullah’ın hane halkına Ehl-i Beyt denir. Ehl-i Beyt’in temeli Hz. Rasûlullah ve Hz. Haticetü’l-Kübrâ’dır. Ehl-i Âbâ ise Hz. Fâtıma, Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’dir. Ehl-i Beyt’e Rasûlullah’ın bütün akrabaları da dâhildir.’
’Ey sâlik! Bil ki; Ezvâc-ı Rasûlullah ve Evlâd-ı Rasûlullah ve Ehl-i Beyt’tir. Sahâbilerden de Selmân için ’minnâ’ buyurmuştur. Rasûlullah (s.a.v) buyurmuştur ki: ’Sünnetimi yayanlar halifelerimdir.’ ’Her muttakî ise benim Ehl-i Beytimdendir.’
’Ey ârif! Rasûlullah’ta iki nur tecelli etmiştir: Birisi nübüvvet nuru, diğeri ise velâyet nurudur. Nübüvvet nuru kendisi ile beraber son buldu. Velâyet nuru ise evlâtları olan on iki imamlarla devam ediyor.’
’Ey muhib! Bilesin ki; kıyamete kadar bu nur evlâtlarında tecelli edecektir. Onun içindir ki, bin dört yüz yıldır Hz. Rasûlullah’ın getirdiği İslâm dini devam edip canlılığını, tesirini sürdürüyor. Sebep, velâyetin devamındandır.’
"Ey sâlik! Bilesin ki Ehl-i Sünnet, Ehl-i Beyt’in kıymetini layığı veçhile bilemedi. Mü’minler çocuklarını, canlarını, mallarını sevdikleri kadar Ehl-i Beyt’i sevemediler. Cenâb-ı Hak ise cennetin dört köşesinin bir köşesini Hz. Fâtıma (r.anhâ), bir köşesini de Hz. Ali (k.v.), bir köşesini Hz. Hasan (r.a.) ve bir köşesini de Hz. Hüseyin (r.a.)’in nurları ile süslemiştir. Dualarında Ehl-i Beyt’i vesile yaparsan duaların kabul olur.’
’Ey mü’min! Bilesin ki cennetin seyyideleri Hz. Hatîcetü’l-kübrâ (r.anhâ) ile Hz. Fâtımatü’z-Zehrâ (r.anhâ)’dır. Eğer Ehl-i Beyt’le sevgi bağını kurduysan bilesin ki cennette kişi sevdiğiyle berâberdir.’
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

1 kişi yorum yazdı.