Recâ:
Genellikle, bir önceki sayıda işlediğimiz Havf terimiyle birlikte kullanılan Recâ, ümit etmek, umutlu olmak demektir. Allah’ın fazlına, atâsına, ihsanına, keremine, rahmetine ve lütfuna bel bağlamak mânâsına gelen recâ, yeis (ümitsizlik) hâlinin zıttı olup havfullah ile birlikte bulunması arzu edilen bir duygudur. Allah’ın cömertliğine güvenmek, O’nun lütuf ile muamele ettiğini kalple gözetlemek, kalbin hoşlandığı bir şeyi beklemesinden rahatlık ve ferahlık duymaktır. Kişinin kalbindeki duygu ve düşünceler ya geçmişle, ya içinde bulunulan zamanla (hâl), ya da gelecekle ilgili olur. Bu duygu ve düşünceler geçmişle ilgili ise zikir ve tefekkür; hâl ile ilgili olursa vecd, zevk ve idrak; gelecekle ilgili olursa intizar, hoşa gitmeyen türden ise havf, hoşa giden türden ise recâ adını alır.
İnsanın Allah’ın azabına veya gazabına maruz kalabileceğini düşünmesi havfa, lütfuna ve nimetine nail olabileceğini düşünmesi recâya sebep olur. Yani sâlik ’beyne’l-havfi ve’r-recâ (korku ve ümit arasında)’ yaşar. Cehennemden korkar, cennete girmeyi ümit eder. Ümit kesme (yeis) hâli ise haramdır.(16) Kimi Allah’tan sevap almayı, kimi de ilâhî dîdar ve cemâli temâşa etmeyi ümit (recâ) eder.(17) Nitekim ’Allah’ın likâsını (O’na kavuşmayı), didarını isteyenlere de ki: Allah’ın tayin ettiği zaman gelecektir.’(18) buyrulmuştur. Hz. Âişe (r.anhâ), Rasûlullah (s.a.v.)’den şu hadisi rivayet etmiştir: ’Şüphe yok ki ilâhî rahmet kendisine çok yakın olduğu hâlde ye’se düşen ve ümitsizliğe kapılan kulların bu hâline Allah Teâlâ güler.’ Hz. Âişe der ki: ’Yâ Rasûlallah! Anam-babam sana feda olsun! Celâl ve izzet sahibi Rabbimiz güler mi?’ diye sordum. Buyurdular ki: ’Ruhumu güçlü elinde tutan Zât-ı Kibriyâ’ya yemin ederim ki, O güler.’ Bunun üzerine Hz. Âişe: ’O güldüğü zaman sayı ile değil, bol bol fazl ve ihsanda bulunur.’ dedim, diyor.(19)
Îmanın sıhhatinin şartlarından biri de, îmanın korku ve ümit arasında bulunmasıdır. Havf ve recâ, hâl, bilgi ve eylemden meydana gelir. Geleceğe ait bir şey insanın hatırına gelip kalbine yerleştiğinde bu şey hoşa giden bir şeyse ona recâ denir. Havf ve recâ, gecenin gündüzü takip ettiği gibi birbirini takip eder. Korkusuz ümit, ümitsiz de korku yoktur. Her ikisi de istikbale ait olmalarına rağmen dünyada ümit de korku da bir aradadır. Ümitsiz insan tembelleşir, tahammül gücü kalmaz. Mesela; bir hasta tedavi görürken pek çok sıkıntılar çekebilir. Şayet hastanın sağlığına kavuşma ümidi olmasa bu sıkıntılara katlanamaz.(20)
Sehl b. Abdullah Tüsterî’nin şu ifadesi îman ile havf ve recâ ilişkisini açıklama açısından oldukça dikkat çekicidir: ’Korku erkek, ümit ise dişidir. Yani bu ikisinin birleşmesinden îmanın hakikati doğar.’(21) Vasıtî de: ’Korku ve ümit, kul itaat hâlini bırakıp benlik sevdasına düşmesin diye nefsi bağlayan iki yulardır.’(22) demiştir.
Havf ve recâyı birbirinden ayırmak mümkün değildir. Biri varken diğeri de vardır. Biri yok iken diğerinin varlığı veya sıhhatli oluşundan söz edilemez. Ebû Ali Ruzbârî bunu şu güzel örnekle açıklamaktadır: ’Havf ve recâ kuşun iki kanadı gibidir. İkisi birbirine müsavi olursa kuş düzgün, uçuş mükemmel olur. Birisi eksik olursa kuş ve uçuş eksik olur. Her ikisi de bulunmazsa kuş ölüme terk edilmiş olur.’ Ebû Osman Mağribî de havf ve recâ arasındaki denge hakkında: ’Nefsini recâ ile meşgul eden tembelleşir, amelsiz kalır. Kendini havf ile meşgul eden ümitsizliğe düşer. Onun için insan bir kere recâ ile, bir kere de korku ile meşgul olmalıdır.’ demiştir.
İbn-i Hubeyk, recânın üç nevinin olduğunu söyler: ’Bir adam güzel bir amel işler ve bu amelin kabulünü Allah’tan ümit eder. Bir adam kötü bir amel yapar, sonra tevbe eder, affa nail olacağını ümit eder. Üçüncüsü yalancı adamdır, günaha devam eder ve: ’Ben affa nail olacağımdan ümit varım’ der.’(23)
Havf ve recânın ileri derecesine ve içinde bulunulan âna ait olanına kabz (sıkıntı hâli) ve bast (genişlik hâli) denir. Kabz ve bastın ileri derecesi de heybet ve ünstür.
Havf, sâlikin Kur’ân-ı Kerîm’deki ’Allah’tan gerçek mânâda ancak alimler korkar!’(24) âyetinin anlamını anlama sonucu elde ettiği bir duygudur. Recâ ise Hakk’ın fazl ve ihsanını görerek ve Kur’an diliyle saydığı nimetlerini duyup bilerek, Allah’ın sevap ve rahmetinden ümit var olmaktır. İnsanın gerçekten Allah Teâlâ’dan korkması veya ümit etmesi ancak nefis tezkiyesi ile mümkündür. Nitekim Amr b. Dimeşkî: ’Korkan (hâif), düşmanından korktuğundan çok nefsinden korkan kişidir.’ demiştir.(25) Günlük hayatımızda karşılaştığımız hadiselerden doğan havf ve recâ mutasavvıflar tarafından mâsivâ ile ilgili hâller cümlesinden kabul edilmiştir.
Recâ ve Temenni:
Recâ, gayret gösterdikten sonra beklemek iken temenni, herhangi bir cehd ve gayret olmaksızın bekleme hâlidir. Temenni, insanı atalete ve tembelliğe sürükler, gayret sarf etme azmini kırar. Recâ ise insanı Allah’a yakınlık konusunda gayrete sevk eder. Şah Şucâ Kirmânî, recânın alametinin güzel itaat olduğunu belirtmiştir.(26)
Hicri I. ve II. Asırda Havf ve Recâ:
Tasavvuf tarihi içerisinde hicrî I. ve II. asırda ortaya çıkan bir takım tasavvufî akımlar oluşmuştur ki bunlara ’zühd mektepleri’ denir. Bunların başlıcaları Medîne, Basra, Kûfe ve Horasan mektepleridir. Medîne mektebinde sünnet ve hadis, Kûfe mektebinde sûfîlik, Horasan mektebinde tevekkül anlayışı daha ağır basarken; Basra mektebinde korku, hüzün, sevgi ve ümit anlayışı ön plana çıkartılmıştır. Basra, İslâm tasavvufunda siyasetten uzak bir zühdî hayatın merkezi olmuştur. Burada yetişen Hasan Basrî, İslâm’da kitap ve sünnete dayalı ehl-i sünnet anlayışını ilk sistemleştiren zâhid-sûfî olarak anılır.
Bu dönem sûfîlerinin en önemli özelliği cehennem korkusu ve cennet ümidi ile göz yaşı dökmek, ibadet ve riyazetle Hakk’a bağlanmak, bütün dünya sevgilerinden el etek çekmekti. Ancak bu asırda Râbiatü’l-Adeviyye ve Mâ’ruf Kerhi gibi, sevgiyi ön plana çıkaran bir anlayış da yaygınlaşmaya başladı. Böylece Basra’daki tasavvuf mektebi Hasan Basrî ve Râbiatü’l-Adeviyye’nin önderliğinde iki türlü gelişme gösterdi. Korku ve hüzün ekolü, sevgiye dayalı zühd ekolü.
a) Korku ve Hüzün Ekolü:
Bu ekolün kurucusu sayılan Hasan Basrî, Hz. Peygamber Efendimizin hanımlarından Ümmü Seleme (r.anhâ)’nın himayesinde Medîne’de yetişti ve Basra’da yaşadı. Hadis, fıkıh, kelam ve tasavvuf sahasında üstad sayılan Hasan Basrî iyi bir hatipti. Tanıyanların daima gözü yaşlı ve yüzü kederli diye tarif ettikleri Hasan Basrî, dünya ikbaline değer vermeyen ve dünya sevgilerine sırt çeviren bir zâhiddi. Ancak onun bu derin ruh hayatı, hüzün, havf ve fakra ait söz ve tavırları, zâhidliği bir gaye ve nihai bir amaç hâline getirmek değil, aksine bir hayra erişmek ve bir şerden kurtulmak içindi. Hakkında yazılan hâl tercümeleri ve tabakât kitapları onun, cehennem sadece kendisi için yaratılmışçasına cehennemden korktuğunu kaydeder. Korku ve hüzün konusunda: ’Îman eden kişinin kaygı ile sabahlayıp akşamladığını’ söylerdi. Çünkü mümin iki korku arasındadır. Biri geçmiş bir suç, diğeri kalan ömür. İnsan işlediği suçun Allah tarafından nasıl karşılanacağını bilmediği gibi, ömrünün kalan kısmında nelerle karşılaşacağının da farkında değildir.
Hasan Basrî ile başlayan bu tasavvufî cereyanın temel özelliği, insanı îmana kavuşturan tefekkür, nefsi tezkiye ve kalbi tasfiye sûretiyle insanı Allah’ın rızasına kavuşturan korku ve hüzündür. Hüznün temelinde ise tefekkür vardır. Çünkü tefekkür, insanı hem iyiliğe hem de iyilik yapmaya çağırır. Şah Şuca’ Kirmânî şöyle der: ’Korkunun alameti sürekli hüzündür.’(27)
b) Sevgiye Dayalı Zühd Yolu:
Tasavvuf tarihindeki ilk temsilcisi Râbiatü’l-Adeviyye’dir. Râbiatü’l-Adeviyye, hemşerisi Hasan Basrî’den farklı bir tasavvuf anlayışının sahibi ve kurucusu olmuştur. Mürşidlik görevi olmayan bu hanım sûfînin geliştirdiği tasavvufî hayat, daha çok sevgi ağırlıklıdır. Allah’ı zâtından dolayı severek dünya sevgilerinden uzak durmak ve yalnız O’nun cemâlini temaşaya gönül vermektir. Ona göre sevgi iki türlüdür. İnsanı mâsivâ ile meşgul eden sevgi; Allah’ı zâtı için sevmek.
Râbiatü’l-Adeviyye, Allah sevgisine engel her türlü sevgiyi Hakk’a perde olarak görür. Sevgi ve aşk ise sevgiliden karşılık beklemeye manidir. Kulluk ancak Allah sevgisi ile yapılır. Bu konuda onun en meşhur sözlerinden biri şöyledir: ’Allah’ım, sana cehennemden korkarak ibadet ediyorsam beni cehennem ateşinde yak! Eğer sana cennet ümidiyle ibadet ediyorsam cenneti bana haram kıl! Benim sana olan sevgi ve ibadetim, senin sevilmeye ve kulluğa layık bir mâbud oluşundandır.’
Sevgiye dayalı zühd yolu, daha sonraki dönemlerde korku ve hüzne dayalı tasavvufî telakkîden daha fazla yaygınlaşmış, hatta tasavvuf, geneli itibariyle bir sevgi ve gönül mektebi hâlini almıştır.(28)
Sonuç olarak Hâtemü’l-Asamm’ın korku ve ümit arasında olma hali ile ilgili söyledikleriyle konumuzu bitirelim: ’Bulunduğun yerin sâlih ve elverişli olmasına aldanma, cennetten daha iyi bir yer var mı? Böyle iken Hz. Âdem (a.s.)’ın başına gelen orada gelmedi mi? İbadetin çokluğuna da sakın kanmayasın, en çok ibadet eden İblis (aleyhilla’ne) değil miydi? Böyle iken yapacağını yaptı. İlmin fazlasına da aldanmayasın, Benî İsrâil ulemasından Belğam b. Bagûrâ’nın İsm-i Âzam’ı iyi bilmesine rağmen başına gelenleri düşün! (bk. el-A’raf 176) Sâlih insanlarla görüşüyorum diye de aldanmayasın, Rasûlullah (s.a.v.)’den daha üstün bir kimse var mı? Onunla görüşmek Ebû Leheb ve Ebû Cehil gibi bazı akraba ve düşmanlarına ne fayda sağladı?’(29)
Kaynakça:
16. Yusuf 12/87 ; el-Hicr 15/55-56 ; er-Rûm 30/36-37 ; ez-Zümer 39/53.
17. ULUDAĞ Süleyman, Recâ maddesi.
18. El-Ankebût 29/5.
19. İbn-i Mâce, Mukaddime 15 ; Müsned, c.IV, s.11-12.
20. ERAYDN Selçuk, Tasavvuf ve Tarikatlar, s.186.
21. Kelâbâzî a.g.e., s.148.
22. Kuşeyrî, a.g.e., s.266.
23. Kuşeyrî, a.g.e., s.271.
24. El-Fâtır 35/28.
25. Kelâbâzî, a.g.e., s.147.
26. Kuşeyrî, a.g.e., s.271.
27. Kuşeyrî, a.g.e., s.265.
28. YILMAZ Hasan Kamil, Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, s.111-114.
29. Kuşeyrî, a.g.e., s.268.
Recâ
Özlenen Rehber Dergisi 20. Sayı
Henüz hiç kimse yorum yazmadı.