Bismillahirrahmanirrahim
’Hiç şüphesiz Allah (c.c.), mü’minlerden -karşılığında onlara mutlaka cenneti vermek üzere- canlarını ve mallarını satın almıştır. Onlar, Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler. (Bu) Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’an’da, O’nun üzerine gerçek bir vaattir. Allah’tan daha çok ahdine vefa gösterecek kimdir? Şu halde yaptığınız alışverişten dolayı sevinip müjdeleşiniz. İşte büyük kurtuluş ve mutluluk budur.?(1)
Rivayet olunduğuna göre; Rasûl-i Ekrem’e Akabe gecesi, Mekke’de Ensar’dan yetmiş kişi biat ettikleri zaman, yani İkinci Akabe Biatı’nda, Abdullah bin Revaha (r.a.): ’Rabbin ve kendin için bize işlediğini şart koş? demişti. Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) de: ’Rabbim için ona ibadet etmenizi ve hiçbir şeyi ona ortak koşmamanızı, kendim için de beni, kendinizi ve mallarınızı nasıl koruyup savunuyorsanız, öyle koruyup savunmanızı şart koşarım? buyurdu. Onlar da: ’Bunu yaptığımız takdirde bizim için ne var?? dediler. Efendimiz (s.a.v.): ’Cennet? buyurdu. Bunun üzerine: ’Bu alış-veriş kârlıdır. Bu sözleşmeyi ne bozarız ne de bozulmasını kabul ederiz.? dediler.(2) Sonra bu âyet nazil oldu.
Fakat bu âyetin hükmü ve kapsamı sadece bu biata katılanlarla sınırlı kalmayıp, bütün mü’minlere şamildir. Nitekim Hz. Hasan (r.a.) demiştir ki: ’İşitiniz! Vallahi Allah Tealâ’nın her mü’mine sattığı öyle kârlı bir biat ve öyle ağır basan bir kefedir ki, yeryüzünde bu biata katılmayan hiçbir mü’min yoktur??
Bu âyette, Allah ile kulları arasındaki ilişkinin doğasını belirleyen İslâm inancı, bunu bir ’mukavele (alış-veriş)? olarak tanımlamaktadır. Bu keyfiyet, inancın yalnızca metafizik bir kavram olmayıp, aslında hayatlarını ve mallarını Allah’a satmak karşılığında, ölüm sonrası hayatta da Allah’ın kendisine cenneti vereceği vaadini kabul etmek suretiyle kul tarafından yapılan bir mukaveledir.(3) Yani bir kişi Allah’ın istediği kulluk bilincine sahip olur ve inancının gereklerini özümser ve yaşantısına tam olarak aktarırsa, bunun karşılığında kendisine cennet verilir. Varlıklar âleminde kendi varlığımız gibi somut olan, içinde sonsuz nimetlerin bulunduğu bir cennet?
Dikkat etmemiz gereken bir husus vardır ki, sahip olduğumuz canımızı, Rabbimizin bize birer ihsanı olan mallarımızı Allah’a satmamız gerçek anlamda söz konusu olamaz, olamaz. Çünkü hakikatte kulun hayatının da, sahip olduğu her şeyin de gerçek maliki zaten Allah Teâlâ’dır. Şu halde dünyevî anlamda bir alım-satım mümkün değildir. İnsan için sahibi olunmayan şeylerin satılması muhal olduğu kadar, kâinattaki her şeyin yaratıcısı ve mutlak sahibi olan, hiçbir şeye ihtiyacı olmayan Rabbimizin de satın alacağı bir şeylerin olması imkânsızıdır. Yukarıda sözü edilen mukavele ise gerçekte, Cenâb-ı Hakk’ın insana kullanma yetkisi verdiği irade ve seçme hürriyetiyle alâkalıdır.
Allah insana can ve mal vermiş ve onlarda muvakkat bir tasarruf ve faydalanmaya da izin vermiştir. Böylece kullar kendi şahıslarında ve mallarında geçici bir mülkiyet hakkı ile ve yine muvakkat bir tasarruf ve faydalanmaya maliktirler. Fakat kullar bunları sadece kendi rıza ve ihtiyarları doğrultusunda sarf edecek olurlarsa, Allah’ın ihsanı olan nimetleri, kendileri gibi fani olan maksatlar uğruna tüketmiş olacaklar ve bu harcamadan hiçbir kâr ve menfaat elde edemeyeceklerdir. Hâlbuki Allah’ın ihsanı olan can ve malı, kendi mülkleri görerek nefislerinin arzuları doğrultusunda harcamak yerine, Allah’ın emri ve rızası doğrultusunda harcamış olsalar, Allah can ve mallarını heder etmeyecek, karşılığında cenneti ihsan ederek, harcananlardan daha hayırlı ve kalıcı olanları ihsan edecektir.(4)
Rabbimizin bizlere bahşetmiş olduğu nimetlerin çokluğu hepimizce aşikârdır. Kendi bedenimiz, sahip olduğumuz azalar, doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden, güzeli çirkinden ayırt edebilmemizi sağlayan aklımız, rızk olarak sunulan envai çeşit tat ve özellikte ürünler, sıcağı ve soğuğu değişik dozlarıyla yaşayabildiğimiz mevsimler, onlarla yanında huzur ve mutluluğun değişik boyutlarını tattığımız çocuklarımız ve eşimiz, anne babamız, akrabalarımız? Ve sonunda ebedî huzur ve mutluluk yeri olan cennet.
Peki, bu mukavelenin geçerli olabilmesi için neler yapmalıyız? Allah Teâlâ’nın yaratıp ihsan ettiği canımızı ve malımızı, kendi heva ve heveslerimiz doğrultusunda değil de, O’nun isteği doğrultusunda kullanmak. Haksız yere cana kıymamak, yalan söylememek, hırsızlık yapmamak, helal yoldan rızk kazanmak, kısaca dinimizin bize koyduğu sınırlar içinde yaşamak. Böyle değil de nefisperest olduğumuz takdirde, dolaylı olarak Cenâb-ı Hakk’ın bunlar üzerindeki mutlak malik oluşunu kabul etmeyip, kendi başımıza bunların sahibi olduğumuz düşüncesine sahip olduğumuz ortaya çıkar ki bu da en hafif ifadeyle nankörlüktür. Bu durum ’kâfir? olarak nitelendirilmemize bile sebep olabilir. Mevdudî bu konuda şöyle diyor: ’Allah indinde bu mukavelenin şartları şunlardır: ’Eğer siz gönüllü olarak (ve herhangi bir baskı altında kalmadan) hayatınızın, sahip olduklarınızın ve bu dünyadaki her şeyin bana ait olduğunu ve kendinizi de sadece onların emanetçisi olduğunuzu kabul etmeye razı olursanız, ben de bunun karşılığında size ebedî olan ahiret hayatında cennetle vereceğim.? Allah ile böyle bir pazarlık yapan kimse mü’mindir. Dolayısıyla iman, bu alış-verişin aslında başka bir adıdır. Öte yandan bu pazarlığı reddeden veya yaptıktan sonra sanki böyle bir taahhüde girmemiş gibi davranan insanın tavrını takınan kişi ise ’kâfir?dir. Çünkü teknik olarak ’küfür? kelimesi, böyle bir pazarlığı reddedişe uygulanan bir terimdir.
Bu alış-veriş Hakk’ın biz aciz kullarına bir lütfudur. Belirttiğimiz gibi ’kulun malı da canı da, onlara karşılık olarak verilen cennet de, hepsi Allah’ın mülküdür. Aslında Allah Teâlâ Kendi mülkünü yine kendi mülküyle değiştirecektir. Şöyle ki; sanki zengin bir velinin kendi velayeti altındaki fakir bir çocuğa sermaye vererek onu ticarete teşvik etmek için dükkân açtırması ve başka müşteri aramayıp satacağı malı yalnızca kendisine satmak üzere şart koşup, her alış-verişte de kat kat kâr vermesi şeklinde temsilî bir ifade kullanılmıştır.?(5)
Allah’ın bu alış-verişte vereceği cennet ’Tevrat’ta da, Kur’an’da da kendi üzerine aldığı bir ahittir. Allah’tan daha çok ahdine riayet edecek kim vardır? O halde yaptığınız alış-veriş ahdinden dolayı size müjdeler olsun. Ve işte o büyük kurtuluş budur.?
Bu sözü edilen mü’minler tevbe edenler; küçük olsun büyük olsun her günahtan, hatadan ötürü ihlâsla, tevazuyla tevbe edenlerdir. Bu hâl, mü’minin en başta gelen özelliğidir. Ola ki, Allah’a verdiği sözü unutarak, canı ve malı üzerinde sahibiyetlik iddia eder tarzda hatalar işleyebilir; ama önemli olan hemen bu gafletinin farkına varıp, Rabbine rücû’ etmesidir. İbadet edenler; bütün ibadet ve davranışlarında ihlâstan ayrılmayan, Allah’tan başkasından korkmayan, O’ndan başkasına umut beslemeyen, ’Rabbimiz ancak Sana kulluk eder ve yalnız Senden yardım dileriz.? âyetinin sırrınca yalnızca O’ndan yardım dileyenlerdir.(6) Hâmidler; gerek sevinçli, gerekse sıkıntılı zamanlarında, hangi durumda olurlarsa olsunlar sürekli hamd edenler. Seyyahlar; Elmalılı Hamdi Yazır’a göre kelime anlamı ’gezginler, seyahat edenler? demek olan seyyahlar, oruçlu olanlardır. Çünkü Peygamber (s.a.v.) Efendimiz ’Ümmetimin seyahati oruçtur? buyurmuştur. Orucun iki bakımdan seyahate benzerliği vardır. Birincisi, seyahat eden kimse gerek yeyip içmek, gerek dinlenmek ve gerekse nefsinin diğer istekleri hususunda tutumlu davranmak ve bazı sıkıntılara katlanmak zorunda kalır. Oruç tutmanın da insanın nefsanî arzularını kontrol altında tutmasında ne kadar önemli olduğu herkesçe malumdur. Oruç tutmakla seyahat etmenin benzer kazanımlarından ikincisi de, seyahat edenin daha önce görmediği, bilmediği bir takım yerlerle ve olaylarla karşılaştığı gibi, oruçlu kimsenin de kendi iç dünyasında gizli kalmış bir takım özelliklerini keşfetmesi, mülk ve melekût âleminin bir takım sırlarına vakıf olmasıdır. Dinî ve meşru niyet ve gerekçelerle yapılan seyahat bedenî bir riyazet, oruç ise hem bedenî hem de ruhî bir riyazettir. Dinî ve meşru seyahatle kastedilen, hicret, cihat, ilim tahsili ve helâl rızk elde etmek için vb. yapılan seyahatlerdir.
Rükû edenler, secde edenler, iyiliği emredip kötülükten sakındıranlar ve Allah’ın sınırlarını koruyanlar; yani şeriatın kurallarını, inceliklerini bilenler ve bunlara riayet edenler, velhasıl o müjdeye layık olanlar, bütün bu hasletleri kendisinde toplayan kimselerdir. Ve böyle olan mü’minlere müjde ver.
Ey Rabbimiz! Bizlere dinimizin bütün kurallarını inceliklerine de vakıf olarak kavramayı ve âyetlerinde bildirdiğin kâmil mü’min olmanın vasıflarını nefsimizde yaşamayı bahşet?(Amin)
Kaynakça:
1. et-Tevbe, 9/111-112.
2. Suyuti, ed-Darrü’l-Mensûr, IV, s. 294.
3. Mevdudî, Tefhimü’l-Kur’an, II, s. 274.
4. Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, IV, s. 309.
5. Elmalılı Hamdi Yazır, a.g.e., s. 409.
6. Hicazî, Furkan Tefsiri, II, s. 543.
Kur'an'da Mü'minlerin Vasıfları
Özlenen Rehber Dergisi 32. Sayı
Henüz hiç kimse yorum yazmadı.