Özlenen Rehber Dergisi

170.Sayı

Ehl-i Sünnet ve Şîa’nın EHL-İ BEYTE KARŞI SEVGİLERİ

Murat GELEGEN Özlenen Rehber Dergisi 170. Sayı
Peygamberimiz (s.a.s.)’den sonra Müslümanlar arasında en çok ilgi gören ve en çok kullanılan tabirlerden birisi Ehl-i Beyt olmuştur. Genel olarak Efendimiz (s.a.s.)’in yakın akrabalarını ifade etmek için kullanılan bu tabir, Müslümanlar arasında çokça kullanılmasından öte, ifrat ve tefrit bakımından da en çok yanlışın görüldüğü bir konudur. Öyle ki bazı gruplar Ehl-i Beyt’e muhabbet ve bağlılık adına birçok sahabeyehakaret ve ağır sözlere varacak derecede düşmanlığa kapılırken kimileri de değişik siyasi ve şahsi çıkarlar uğruna o pak nesle hakaret ve zulüm yapacak kadar ileri gitmişlerdir.
Her meselede olduğu gibi meselede de en doğru ve orta yolun Kur’an ve sünnetin gösterdiği istikametten ayrılmayan ’Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’ anlayışının tuttuğu yol olduğunu görmekteyiz. Diğer yandan Ehl-i beyti kendilerine temel örnek aldıklarını iddia edip ifrat ve tefrite kaçan grupların başında ise Şîa olarak adlandırılan mezhep gelmektedir. O halde hem Ehl-i Sünnetin hem de Şîa’nın Ehl-i beyte karşı tutumlarını örnekler ile açıklayalım.
a- Ehl-i Sünnetin Ehl-i Beyte Karşı Sevgileri
Aynı zamanda Ehl-i Sünnetin büyüklerinden olan Ömer b. Abdülaziz, halife seçilir seçilmez, hutbelerde Hz. Ali’yi tahkir ifade eden sözleri derhal kaldırmıştır.
Biraz daha açıklayacak olursakbirçok Emevi idarecileri kendilerine siyasi rakip olarak gördükleri Hz. Ali’nin soyunu, halkın nazarında gözden düşürmek, onların Peygamberimiz (s.a.s.)’e olan yakınlıklarını unutturmak için Hz. Ali’ye ’Ebu Turab’, Ehl-i beyt’in mensup olduğu Haşimoğullarına da kötü bir mana kastedilerek ’Turabiler’ demişlerdir.(Tirmizî, Menâkıb, 21)Ömer b. Abdülaziz, halife olur olmaz öncelikle Müslümanların büyük bir ekseriyetini çok üzen bu affedilmez büyük hataya el atarak, Hz. Ali ve Ehl-i beyt’e hutbelerde hakaret ifade eden sözlerin okunmasını hemen yasaklamıştır. Bunun yerine hutbelerde hala okuduğumuz Nahl suresinin:’Muhakkak ki Allah, adaleti, iyiliği, akrabaya yardım etmeyi emreder, çirkin işleri, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor’ mealindeki 90. ayetin okunmasını emretmiştir. O günden günümüze kadar bu güzel adet, her dönemde Müslümanlarca hep rağbet görmüş ve Cuma hutbelerinde bu ayet-i kerime okunmakla beraberHulefa-i Raşidin’e de dua edilmektedir.
Yine Ömer b. Abdülaziz’in Ehl-i beyt’e olan saygı ve sevgisinin güzel örneklerinden bir diğeri de şudur: Hz. Hüseyin’in torunu Abdullah b. Hasan günün birinde bir ihtiyacı için halife Ömer b. Abdülaziz’in yanına uğrar. Ömer b. Abdülaziz’e Ehl-i beyt’e mensup olan birinin kapısına kadar gelip ihtiyaç arz etmesi çok ağır gelmiş ve bir bakıma mahcup etmiş olacak ki, Abdullah’a şöyle demiştir: ’Eğer bir ihtiyacın olursa haber gönder veya bir mektupla bana bildir hemen yerine getireyim. Çünkü ben seni kapımda görmekten dolayı Allah’tan hayâ ederim.’ (Heytemî, Ahmed b. Hacer el-Mekki, es-Savaiku’l-Muhrikafi’r-Reddi ala Ehli’l-Bidaive’z-Zenaika, İstanbul, 1986, s. 180.)
Yine bir defasında Ömer b. Abdülaziz hilafetinden evvel Medine’de vali iken Hz. Ali’nin kızı Fatıma huzuruna çıkınca, ona iltifat ve ikramda bulunarak:’Yeryüzünde bana sizden daha sevgili bir şey yoktur. Şüphesiz sizler bana Ehl-i beyt’imden daha sevgilisiniz.’demiştir.(Heytemî, a.g.e., s.180.)
Selef-i salihinden ve Emevi halifelerinden olan Ömer b. Abdülaziz’in, Ehl-i beyt’e büyük bir muhabbet ve saygı göstererek onların haklarını korumasıyla, kendinden önceki Emevi halifeleri döneminde Ehl-i beyt’e karşı zaman zaman görülen menfi tutumlarının izleri tamamıyla ortadan kalkmıştır.
Ehl-i sünetâlimlerinin büyüklerinden, ilim ve irfanın membaı olan fıkhi mezheplerimizin(Hanefi, Maliki, Şafii ve Hanbeli)imamları da Ehl-i beyt’e azami derecede saygı ve sevgi göstermiş, onların haklarını var güçleriyle gereği gibi korumuşlardır. Bunlardan birkaç örneği şöyle inceleyebiliriz;
- İmâm-ı AzâmEbûHanîfe, Ehl-i beyt’ten olanlara çok hürmet ederdi. Nitekim Ehl-i beyt’ten olup ta çeşitli baskı ve zulümler sebebiyle gizlenenleri araştırır, tespit eder ve onlara çeşitli ikramlarda bulunurdu. İmam-ı Azam bununla da kalmayıp talebe ve arkadaşlarını da her fırsatta Ehl-i beyt’e sevgi ve saygı duymaya teşvik etmiştir.
- İmâm-ı Azâm’ın Ehl-i beyt’e karşı samimi muhabbetinin ve kalbî yakınlığının diğer bir tezahürü olarak, Emeviler’in Ehl-i beyt’e karşı tutumu sertleşince,EbûHanîfe, Emeviler’i bu tutumlarından dolayı açıkça her bulduğu fırsatta tenkit etmiştir. Bunla beraber Zeyd b. Ali’nin hicrî 121’de Emevi halifesi Hişam b. Abdülmelik’e karşı başlattığı ayaklanmayı hem maddi olarak hem de bu konuda verdiği fetvalarla manen desteklediği meşhurdur.(Yavuz Yusuf Şevki, ’EbûHanîfe’ md., DİA, c.X, s.133.)
- Abbasi halifesi Ebu Cafer el-Mansur zamanında Medine valisi olan Cafer b. Süleyman tarafından verilen bir emirle İmâm Malik kırbaçla dövülür. Öyle şiddetli dövülmüştür ki halk onu baygın bir şekilde eve götürür. Ayıldığı zaman kendisini ziyarete gelenlere söylediği ilk sözü: ’Şahit olun ki, beni dövmek için emir veren kimseye hakkımı helal ettim.’ olmuştur. Yanında bulunanlar, imamın bu sözünü hayretle karşılarlar. Sebebini sorduklarında İmâm Malik kendisini dövenler arasında belki Ehl-i beytten birilerinin olabileceğini ima ederek: ’Ben şundan korkuyorum ki, öldükten sonra Rasûlullah (s.a.s.)’a kavuşunca O’nun neslinden gelen biri benden dolayı cehenneme atılır, işte bundan hayâ ettiğimden dolayı hakkımı helal ediyorum.’ diye cevap verir. Bu tutumuyla İmâm Malik, kendisinin dövülmesini emreden valinin Ehl-i beyt’ten olduğunu dikkate alarak, ona hakkını helal ettiğini açıkça ifade etmiştir. ’Allah’a yemin ederim ki, bana vurulan her bir sopa, daha vücudumdan kalkmadan ben onu Rasûlullah (s.a.v.)’a yakınlığından dolayı helal ettim.’ dediği de rivayet edilmiştir.(Heytemî, a.g.e., s.180.)
Bu hadise Ehl-i beyt’in faziletini çok iyi bilen Ehl-i sünnet âlimlerinin onlara duydukları engin sevgi ve saygının bir tezahürü olarak Ehl-i beyt mensuplarından eza ve haksızlığa maruz kalsalar bile onlara karşı herhangi bir buğz ve düşmanlık içerisine girmediklerinin göstergesidir.
- İmâm Şafiî’nin de, Ehl-i beyt’e muhabbetti çok ileridir. Onlarla ilgili söylediği bir sözde şöyle der: ’Ey Ehl-i beyt-i Rasûlillah! Sizi sevmek, Allah’ın indirdiği Kur’an’da farz kılınmıştır. Namazlarında size dua etmeyenlerin namazlarının kabul olmaması, kıymetinizi ve yüksek derecenizi anlamaya yeter.’
İmâm Şafiî’nin atıfta bulunduğu ayet Şura suresinin 23. Ayetidir.İlgili ayette Allah Teâlâ: ’Ey Rasûlüm! Deki: Ben tebliğimden dolayı sizden akrabalık sevgisinden başka bir ücret istemiyorum.’(Şûrâ, 42/23) buyurarak Peygamber (s.a.s.)’in Ehl-i beyt’ini sevmeyi emretmiştir.
İmâm Şafii’ye göre Ehl-i beyt için Kur’an-ı Kerim’de sevilmelerinin, bir de namazda onlara dua edilmesinin emredilmesi onlara şeref olarak yeter. Ehl-i beyt’in Ehl-i sünnet nazarında fazilet ve kıymetlerini ispat için bunlardan daha kuvvetli delil düşünülemez der.
- Yine İmâm Şafii’nin Ehl-i beyt’e olan bağlılığından dolayı, kendisinin Hariciler tarafından Rafizilikle suçlanması üzerine şöyle demiştir:’Eğer Ehl-i beyt’i sevmek râfizilik ise, bütün insan ve cinler şahit olsun ki, ben râfiziyim.’(Heytemî, a.g.e., s.133,Hikmet BEKTAŞ, Kur’an ve sünnette ehl-i beyt kavramı Tezi, Trabzon, 2006, s. 69.)
- Hanbeli mezhebinin kurucusu olan İmâm Ahmed b. Hanbel’in, Rasûlullah (s.a.s.)’ın mensup olduğu Kureyş kabilesinden genç veya ihtiyar herhangi biri kendisine geldiğinde, onları hemen önüne geçirip kendisinin de arkadan yürüdüğü rivayet edilmiştir.(Hikmet BEKTAŞ, Kur’an ve sünnette ehl-i beyt kavramı, 69.)
Bütün bu misallerde açıkça görülmektedir ki, başta Ehl-i sünnetin dört hak mezhebinin imamları olmak üzere, Ehl-i sünnet âlimlerinin ve önderlerinin hepsi Ehl-i beyt’e gereken hürmet ve iltifatı göstermişlerdir.
b-Şîa’nın Ehl-i Beyte Karşı Sevgisi
Şii ve bilhassa isna aşere (on iki)âlimlere göre Ehl-i beyt kapsamına ilk olarak Peygamber (s.a.v.), Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin girer. Ayrıca imam olarak kabul edilen diğer sekiz kişi de Ehl-i beyt’edâhildir. Şia âlimleri dokuz imamın Ehl-i beyt’ten sayılmasını,on ikinci imam olan ve zuhuru beklenen Mehdi Muntazar’ın hadislerde sabit olduğunu, MehdiMuntazar ile Hz. Hüseyin arasında yer alan sekiz imamın Ehl-i beyt kapsamına girdiği hususunda ’sekaleyn’ hadis başta olmak üzere başka rivayetlerin de işaret ettiğini öne sürerler.(Hikmet BEKTAŞ, Kur’an ve sünnette ehl-i beyt kavramı, 71.)
Ehl-i beyt’in vasıfları konusunda Şîiâlimler, İslamın temel nasları ve genel prensipleri ile bağdaşmayan izahlar sergilemişlerdir. Onlara göre Ahzap suresi 33. ayette geçen ’tathir’ kelimesi, Ehl-i beyt mensuplarının günah işlemekten korunmuş yani masum olduklarını göstermektedir. Ayetteki ’innema’ edatının tahsis ifade ettiğini, dolayısıyla Ehl-i beyt’in diğer müminlerden farklı olduğunu, onların her türlü kötülükten sürekli olarak korunduğunu ileri sürülmektedirler. Netice itibariyle Şîa’ya göre bu ayetin delaletiyle Ehl-i beyt, inanç ve amelde her türlü hata ve kusurdan korunmuş, yani ’masum’durlar. Ayrıca Şîiâlimlerinin bir diğer iddiası da şöyledir: Hz. Ali ve onun soyundan gelen on bir imam, Hz. Âdem’den itibaren gelen bütün Peygamberlere verilen ilme sahiptirler; onlar, insanların öğrendiği bütün gerçek bilgilerin kaynağıdır.(Mustafa Öz, ’Ehl-i beyt’ md., DİA, c.X, s.499.)
Ehl-i sünnet âlimleri ise her konuda olduğu gibi bu konuda da ifrat ve tefritten uzak, makul bir yaklaşım sergilemektedir.Ehl-i sünnet âlimlerine göre Ehl-i Beyt’in Peygamber (s.a.s.)’in neslinden gelmeleri elbette ki büyük bir şereftir. Ancak onların bu büyük şerefe sahip olmaları, kendilerinin hata ve günah işlemekten korunduğu, yani masum oldukları anlamına hiçbir zaman gelmemektedir. Çünkü ’ismet’ sıfatı sadece Peygamberlere mahsustur. Ehl-i beyt’intathirinden bahseden söz konusu ayet, onları masum olduklarını değil, ilahi emirlere uydukları takdirde günahlardan temizleneceklerini belirtmektedir. Kur’an-ı Kerim’de sadece Ehl-i beyt için değil diğer müminler hakkında da tathir ifadesi kullanılmaktadır. (Mustafa Öz, ’Ehl-i beyt’ md., DİA, c.X, s.500)
Şia imamiyye fırkasının meşhur âlimlerinden Şeyh Saduk adıyla tanınan Şii âlimin’Risaletü’l-İ’tikati’l-İmamiyye’ adını taşıyan meşhur bir risalesinde Şia’nın Ehl-i beyt ile alakalı bazı görüşleri şöyle dile getirilmiştir;
- ’Yüce Allah, bütün yaratılmışları Peygamber (s.a.s.) ve onun ev halkı (Ehl-i beyt) için yaratmıştır. Eğer onlar olmasaydı, yüce Allah ne göğü, ne yeryüzünü, ne cenneti, ne cehennemi, ne Âdem’i, ne Havva’yı, ne melekleri ne de yarattığı şeylerden bir tekini yaratırdı. Bizim inancımıza göre Allah’ın Nebisi Muhammed’den sonra yarattıkları üzerindeki delilleri on iki imamdır. Onların ilki müminlerin emiri Ali b. EbiTalib’dir. Sonra Hasan, sonra Hüseyin, sonra Ali bin el-Huseyin, sonra Muhammed bin Ali, sonra Ca’fer bin Muhammed, sonra Musa bin Ca’fer, sonra Ali bin Musa er-Rıza, sonra Muhammed bin Ali, sonra Ali bin Muhammed, sonra el-Hasan bin Ali, sonra el-Hüccet, Allah’ın emrini ayakta tutan (el-Kaim bi-Emrillah), zamanın sahibi, Rahmanın yeryüzündeki halifesi, yeryüzünde var, fakat gözlerden gizli (gaib) olan Muhammed bin el-Hasan’dır.’
Risalesinden devam ederek: ’Bizim onlar hakkındaki inancımız şudur: Onlar Allah’ın kendilerine itaat etmeyi emrettiği Ulul’l-Emr olan kişilerdir. Onlar insanlar üzerinde şahittirler, Allah’ın kapılarıdır; O’na giden yoldur, O’na işaret eden delillerdir. O’nun ilminin hazinesi, vahyinin açıklayıcıları ve tevhidinin rükünleridir. Onlar hata ve yanlıştan korunmuşlar (masum)’dır. Onlar Allah’ın kendilerinden kirleri giderdiği ve tertemiz yaptığı kimselerdir. Onların delilleri ve mucizeleri vardır. Onlar bu ümmet için Nuh’un gemisine benzetilebilir. Ona binen kurtulur ve bağışlanma kapısına ulaşır.Onlar Allah’ın kerim kullarıdır. Onları sevmek iman, onlardan nefret etmek küfürdür. Onların buyruğu Allah’ın emri, yasakları da Allah’ın nehyidir. Onlara itaat Allah’a itaat, onlara itaatsizlik Allah’a karşı gelme, onların dostları Allah’ın dostları, düşmanları da Allah’ın düşmanlarıdır.(Şeyh Saduk, Ebu Ca’fer Muhammed b. Ali İbn Bâbeveyh el-Kummi, Risaletu’l-İ’tikati’l-İlmiye, trc. Ethem Ruhi Fığlalı, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, Ankara, 1978, s.108-110.)
Ayrıca adı geçen eserde ismet sıfatı hakkında da kısaca şu açıklamalarda bulunulmuştur: ’Allahın rahmeti üzerine olsun Şeyh Ebu Ca’fer dedi ki: Bizim nebiler, Rasuller, imamlar ve melekler hakkındaki inancımız şudur: onlar masumdur, her türlü lekeden temizlenmişleridir. İster küçük ister büyük olsun hiç günah işlemezler. Kendilerine emrettiği hususlarda Allah’a karşı gelmezler ve emredileni işlerler. Onların halleri ile ilgili bir husus ta günahsızlıklarını (ismet olmalarını) inkâr eden bir kimse, onları tanımamaktadır. Onları tanımayan bir kimse ise, kâfirdir.’( Şeyh Saduk, a.g.e., s.113.)
Şîa’nın Ehl-i beyt hakkındaki inançları çerçevesindeki ilginç iddialarını Hz. Ali ile ilgili yorumlarında da görmek mümkündür.
Öncelikle belirtelim ki Hz. Ali, Sünni ve Şii kaynaklarda ittifaklarda belirtildiği gibi ilim, takva, ihlâs, samimiyet, fedakârlık, şefkat, kahramanlık gibi üstün ahlaki ve insani vasıflar bakımından müstesna bir mevkiye sahiptir. Kur’an ve sünneti en iyi bilenlerden biridir. Ashab-ı Kiram arasında Kur’an, hadis ve özellikle bilgileriyle tartışılmaz bir otoritedir.
Ancak Şiiler Hz. Ali’nin genel olarak İslam kamuoyunda benimsenmiş bu özellikleri ile yetinmeyip özellikle imamet konusunda Kur’an-ı Kerim ve sünnetin mantığıyla çoğu zaman uyuşmayan pek çok asılsız menkıbeler ve hatta uydurma hadisler ileri sürerler. Onlara göre Hz. Ali, bizzat Peygamber (s.a.s.) tarafından Allah’ın emri ile kendisinden sonra ümmetin başına imam ve halife olarak tayin edilmiş, Peygamber (s.a.s.)’de nübüvveti esnasında çeşitli vesileler ve delillerle bu konuyu ümmetine bildirmiştir. Ancak Şiilerin bu telakkilerini İslam’ın genel prensipleriyle bağdaştırmak mümkün olmadığı gibi bunlar tarihi gerekçelere de ters düşmektedir.Nitekim Hz. Ali’nin faziletleri hakkında aşırı Şii gruplar tarafından uydurulan hadislerin önemli bir kısmı İslami ölçülerle bağdaşmayacak mahiyettedir. Mesela öldükten sonra onun dünyaya tekrar döneceğine veya öldürülmeyip hala yaşadığına, onda ilahi bir özellik bulunduğuna, bulutta gizlendiğine, gök gürültüsünün onun sesi, şimşeğin de onun kamçısı olduğuna ve Peygamber (s.a.s.)’den sonra onun peygamber olarak gönderileceğine dair rivayetler bu türden rivayetlerdir. Hz. Ali’ye bağlılıkta İslamiyetle bağdaştırılamayacak tarzda aşırı davranan fırkalar içinde onun Peygamber (s.a.s.)’e denk veya ondan üstün olduğuna inananlar bulunduğu gibi, onu Peygamber (s.a.s.)’i nebi olarak gönderen ilah kabul edenler de vardır.(Hikmet BEKTAŞ, Kur’an ve sünnette ehl-i beyt kavramı, 77.)
Şiilerde Hz. Ali’yi batıl davaları adına istismar eden fırkalar, fazileti konusunda sahih haberlerle yetinmemişler, daha onun sağlığında diğer halifelerden üstünlüğüne dair kendisini bile rencide eden hadisler uydurmuşlardır. Nitekim Şiîâlimlerden İbn Ebi’l-Hadid, fezail ile ilgili uydurma hadislerin ilk defa Şiiler tarafından ortaya konduğunu ve Ali b. Ebu Tâlib hakkında pek çok hadis uydurulduğunu söylemektedir. Küfeliler tarafından 300.000’den fazla hadis uydurulduğuna dair rivayetler mübalağalı olsa bile, bu konuda yine de bir fikir vermektedir.
Hz. Ali’nin faziletine dair sahih hadisler elbette vardır. Fakat aşırı Şii gruplar ise çok defa bu rivayetlerle yetinmeyerek onlara çeşitli ilaveler yapmışlar ve böylece ilk halifenin Ali b. Ebu Tâlib olması lazım geldiği hususundaki iddialarını güçlendirmek istemişleridir. Bu nevi rivayetlerin en meşhuru ’Ğadir-i Hum’ hadisidir. Ğadir-i Hum’a dair haberlerin en güvenilir ve doğru olanı Zeyd b. Erkam’ın rivayet ettiği hadistir. Buna göre Peygamber (s.a.s.) Mekke ile Medine arasında bulunan ’Hum’ suyu başında bir konuşma yapmış, Allah’a hamdü senadan ve ashabına bazı öğütlerde bulunduktan sonra onları, vefatını takiben, Allah’ın kitabına sarılmaya ve Ehl-i beyt’in kitabına sarılmaya ve Ehl-i beyt’ine sahip çıkmaya teşvik etmişlerdir.
İbn Mace’nin es-Sünen’indeki Bera b. Azib’den rivayet edilen bir hadise göre Peygamber (s.a.s.) hacdan dönerken yolda bir yerde konaklamış, namaz kılacağını ilan ettikten sonra Hz. Ali’nin elini tutmuş:’Ben müminlere kendi canlarından daha yakın değil miyim?’ diye sormuştur. Yanındakilerden:’evet’ cevabını aldıktan sonra da: ’Ben kimin dostu isem bu da onun dostudur. Allah’ım! Onu sevenleri sen de sev, ona düşman olanlara sen de düşman ol’ demiştir.
Şiî kaynaklarda ise bu olaya çok farklı bir şekilde yer verilmektedir. Onlara göre; Peygamber (s.a.s.) hac vazifesini yerinegetirip Medine’ye dönerken, Ali’yi kendisinden sonra halife olarak ilan etmesini emreden ayet nazil olmuştur.Fakat Peygamber (s.a.s.) bu tebliğiashab arasında kargaşanın çıkmayacağı uygun bir zamanda yapmak düşüncesi ile biraz geciktirmeyi düşünmüştür.Bunun üzerine ise sahabiler dağılıp gitmedentebliğ etmesi gerektiğine dair ikinci bir ayet nazil olmuştur. Allah Teala’Ey Rasulüm! Rabbinden sana indirileni tebliğ et, eğer bunu yapmazsan O’nun elçiliğini ifa etmemiş olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır.’ ayetini bu maksatla inzal etmiştir. Hz. Ali’nin halife tayin edildiğini tebliğ etmekten dolayı kendisine herhangi bir zarar gelmeyeceğini anlayan Peygamber (s.a.s.) Ğadir’iHum’da konaklama emri vermiştir. Yüksekçe bir yere çıkıp Hz. Ali’yi sağına almış, yakında Rabbine kavuşacağını belirttikten sonra Allah’ın kitabı ve Ehl-i beyt’ine sarıldıkları takdirde doğru yoldan sapmayacaklarını söylemiş, daha sonra Hz. Ali’nin pazılarından tutarak: ’Ben kimin dostu isem, bu Ali de onun dostudur, Allahım onu dost bilene dost, düşman bilene düşman ol. Ona yardım edene yardım et, onu yardımsız bırakanı da perişan et’ şeklinde anlatmaktadırlar. Olayın aslı ile uzaktan yakından alakası olmayan bu hadiseyi saptırarak dalâlete düşmektedirler.
Sahih olduğu halde istismar edilen hadislerden bir diğeri de şudur: Peygamber (s.a.s.) Tebük seferine giderken Hz. Ali’yi Medine’de yerine vekil olarak bırakır.Fakat onun kadınlar ve çocuklarla kalıp savaşa katılmamaktan dolayı üzgün olduğunu ettiğini görünce:’Harun’un Musa’ya yakınlığı ne ise senin de bana yakınlığın öyledir, yalnız benden sonra Peygamber gelmeyecektir.’ buyurmuştur.(Hikmet BEKTAŞ, Kur’an ve sünnette ehl-i beyt kavramı, 78.)
Şii âlimler bu hadisi de kendilerine göre değiştirip eklemeler yaparak yine ifrat ve tefrite kaçmışlardır. Buna benzer uydurdukları yüzlerce hadisten bahsedilmektedir.
Hâlbuki Hz. Ali’nin Peygamber (s.a.s.)’e ilk inananlardan biri olması, onun evinde ve himayesi altında büyüyüp yetişmesi, en sıkıntılı günlerinde yanı başında bulunması, ayrıca hem amcazadesi hem de damadı olması gibi sebeplerle Rasûl-ü Ekrem’in Hz. Ali’yi gönülden sevmesi ve ona iltifatlarda bulunması gayet tabii bir durumdur.Şîa ise bunu anlayamayarak dalâlete düşmüş ve ardından gelenleri de günaha sürüklemiştir.
Bütün bunlar Hz. Ali’nin faziletli bir sahabe olduğunu göstermekle birlikte İslam dini için büyük hizmetler ifa eden, Peygamber (s.a.s.)’in çeşitli iltifatlarına mazhar olan Hz. Ebu Bekir, Ömer ve Osman gibi daha nice sahabelerin üstünlüklerine gölge düşürmez.
Bütün bu bilgiler incelendiğinde Ehl-i Sünnetin, her ayet ve hadisi olduğu gibi aldıktan sonra sağa sola çekmeden, tahrip edip bozmadan olduğu gibi alıp, Peygamberimiz(s.a.s)’in hiçbir sahabesini ayırt etmeden hepsine sevgi ve minnet gösterdikleri açıkça görülmektedir.
Şîa’nınise birçok sahabeyi tekfir edip, yok sayıp, sadece savundukları Ehl-i beytsevgisinin asılsız ve kuru bir iddiadan ibaret olduğu zorlanmadan anlaşılmaktadır. Bu temelsiz iddia ile sevap değil, bilakis günden güne günaha batmaktadırlar.
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

Henüz hiç kimse yorum yazmadı.