Özlenen Rehber Dergisi

114.Sayı

Kur'an-ı Okuyalım, Nasıl Okuyalım?

Eyüp ÖZBERK Özlenen Rehber Dergisi 114. Sayı
İçinde yaşadığımız zaman dilimi çoklarınca; ’bilgi çağı’ olarak isimlendiriliyor. Buna sebep olarak da; her çeşit bilgiye ulaşmanın kolay ve hızlı oluşu, bu husustaki sebep ve vasıtaların çokluğu, basitliği ve bilginin yaygınlığı gösteriliyor.
Bu noktada bazı soruları sormak gerekiyor!
Bilgi nedir?
Bilgiden maksat nedir?
Bilginin kaynağı nedir?
Bilgiye ulaşma vasıtaları nelerdir?
Acaba gerçekten de insanlar, her çeşit bilgiye kolayca ulaşabiliyor mu?
Bugün bir tuşa dokunma rahatlığında kolayca ulaştığımız bilgiler gerçek ve doğru bilgiler mi?

Elbette ki bu soruların cevabı, sahip olunan inanç ve düşünce yapısına göre farklılaşacaktır. Dinini, aslına uygun bir şekilde yaşamaya çalışan bir müslümanla, ’göreceğim gün varsa bugündür’ deyip hayatın dünya hayatıyla sınırlı olduğu düşünen dünyaperest bir insanın, Yahudi, Hıristiyan ya da ateistin vereceği cevap elbette ki farklı olacaktır.
Bilgi nedir?

Âlimler bilgiyi, ’Eşyanın hakikatini idrak etmek’ olarak tarif etmişlerdir.
’Mü’min/gerçek insan’ açısından, faydası, maksadı ve neticesi itibariyle bakacak olursak bilgi; insana kendini/acziyetini tanıtan, kulluğunu bildiren; Rabbine yaklaştıran; Yaratan’a karşı edebini, sevgi ve iştiyakını ziyadeleştiren; netice olarak dünya ve ahiret saadetine vesile olan ilimdir.
Bu tariften hareketle diyebiliriz ki; kişiye hakikati bildirmeyen, ifade edilen maksada kavuşturmayan bir bilgi her ne türden olursa olsun, cehaletin ta kendisidir.
Bilginin kaynağı
Hakiki Muallim; Hz. Allah (c.c.)
Bu vasıflara sahip olan ve ifade edilen maksada kavuşturan yegâne bilgi; Cenâb-ı Hakk’ın Peygamberlerine ve onlar vasıtasıyla diğer insanlara öğrettiği vahye dayalı bilgidir. Şu halde bilginin asıl ve tek kaynağı Cenâb-ı Hak’tır.
Diğer bir açıdan; insanoğlunun bildiği, geliştirdiği, öğrendiği ve öğrettiği her türden ilmin kaynağı Allah (c.c.)’dur. Çünkü zatı, şubeleri, kısımları, araç ve sebepleri itibariyle her şey hep O’nun mahlûkudur.
Bir düşünülürse insanoğlu, anne karnından dünyaya hiçbir şey bilmez halde gelir. Bilgileri elde etmesi için birer vasıta olan kulak, göz, akıl vd. organları ona bahşeden, Allah (c.c.)’dur. (Bkz., en-Nahl, 16/78)
İlk insan Adem (a.s.)’a bütün isimleri öğreten (Bkz., el-Bakara, 2-31), netice itibarıyla insan cinsine bilginin kapısını aralayan O’dur.
Toprak, bir damla su ve kan pıhtısı gibi çeşitli evrelerden geçirmek suretiyle yarattığı insana gerekli olan bilgileri lütuf ve ihsanıyla öğreten O’dur. (Bkz., el-Alak, 96/1-5; er-Rahmân, 55/1-4)
Bildiği, kavradığı şeyleri, gönlünde meydana gelen duygu ve anlayışlarını, başkalarına açık ve güzel bir şekilde ifade etmek, maksadı anlatmak ve anlamak demek olan beyan/ifade etme melekesini insana bahşeden de yine O’dur. (Bkz., er-Rahmân, 55/4) Ki, ilmin elde edilmesi ve Kur’ân talimi nimeti de ancak bununla meydana gelir. Peygamberlerin nübüvvete nail olmaları, Allah tarafından tebliğ yapabilmeleri, kitaplar getirmeleri, ümmetlerin onlardan istifade edebilmeleri de hep bu beyan kabiliyeti sayesinde olmuştur.
Allah (c.c.)’nun bazı kullarına talimi

’Muhakkak ki (Yakup), kendisine (vahiy ile) öğrettiğimizden dolayı bir ilim sahibi idi. Ancak insanların çoğu bilmezler.’ (Yûsuf, 12/68) âyetinde ifade buyrulduğu gibi muhtelif birçok âyette Cenâb-ı Hakk’ın, seçkin kulları olan Peygamberlere ve salihlere katından farklı ilimler lütfettiği ifade edilmektedir. Bunlardan;
’Biz ona tarafımızdan bir rahmet vermiş, kendisine nezdimizden (has) bir ilim öğretmiştik.’ (el-Kehf, 18/65) âyetinde Hızır (a.s.)’a gayb ilmini, hadiselerin hakikatini;
’Ey Rabbim! Mülkten bana (nasibimi) verdin ve bana (rüyada görülen) olayların yorumunu da öğrettin.’ (Yûsuf, 12/101) âyetinde Yusuf (a.s.)’a rüya tabiri ilmini;
’Ve sizin için, sizi savaşlarınızın şiddetinden korusun diye giyilecek zırh sanatını O’na (yani Davud’a) öğrettik.’ (el-Enbiyâ, 21/80) âyetinde Davud (a.s.)’a halkalı zırh yapma sanatını;
’Süleyman Davud’a varis oldu ve dedi ki: ’Ey insanlar! Bize kuşların dili öğretildi.’ (en-Neml, 27/16) âyetinde Süleyman (a.s.)’a kuşların vs. hayvanatın dilini;
’(Allah) ona yazmayı, hikmeti, Tevrât ve İncil’i öğretecek.’ (Âl-i İmrân, 3/48) âyetinde İsa (a.s.)’a Tevrat ve İncil’in ilmini;
’…Allah sana Kitab’ı ve Hikmet’i indirdi ve (evvelce) bilmediklerini sana öğretti. Allah’ın senin üzerindeki lütfü çok büyüktür.’ (en-Nisâ, 4/113) âyetinde Muhammed (s.a.v.)’e şeriatı, tevhidi, Kur’ân ve Hikmet ilmini öğrettiği açıkça ifade edilmektedir.
İlim, Allah’ın kullarına bir rahmetidir
Kullarına bilmediklerini öğretmesi, onları cehalet karanlığından ilâhî bilginin nuruna çıkarması Allah (c.c.)’nun lütuf ve kereminin kemal surette tecellisidir.
Rahmân sûresinde ’Rahmân, Kur’ân’ı öğretti’ (er-Rahmân, 55/1-2) buyrularak vahiy taliminin Cenâb-ı Hakk’ın Rahmân ismine, rahmet sıfatına isnat edilmesi bunun açık bir delilidir.
Yine âyetlerde Cenâb-ı Hakk’ın insana yoktan yaratılışından sonra verdiği ne büyük nimetin ilim nimeti olduğu ifade edilmektedir. (Bkz., el-Alak, 96/1-5; er-Rahmân, 55/1-4) Ancak bu suretle insan, meleklerin saygı ve teşrif secdesine nail olmuş, yeryüzünde Allah’ın halifesi olma makamını elde etmiştir. (Bkz., el-Bakara, 2/30-34) Tüm bu nimetler, insanın kendi kazancı, çalışıp çabalamasıyla değil, Allah’ın lütuf ve keremiyle olmuştur. Meleklerin kemâl-i acziyet ve edep içerisinde: ’Seni tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bizim hiç bir bilgimiz yok. Çünkü (her şeyi) hakkıyla bilen, hüküm ve hikmet sahibi olan şüphesiz ki sensin.’ (el-Bakara, 2/32) sözleri, ilmin ancak Allah’tan olduğunu açıkça ifade etmektedir.
Şu halde kul, sahip olduğu ilmin kendisinden olduğu zannına kapılıp da aldanmamalı, büyüklük taslayarak şeytanın oyuncağı olmamalıdır. Sahip olduğu ilmi kendinden bilen, Cenâb-ı Hakk’ı (haşa) göz ardı ederek bunu sınırlı aklına ve basit duru organlarına bağlayan, Kur’an ve Sünnet’i küçük gören bir kimse cehaletin en koyusuna düşmüş Ebû Cehl’in (cehaletin babası) yoldaşıdır.
Ateist akılların, bir takım varsayımlardan yola çıkarak, ilk insandan bu yana âdemoğlunun geçirdiği devreleri, vahiyden uzak, Peygamberlerden tecrit edilmiş bir şekilde bilgiden, medeniyetten arî olarak değerlendirmeleri, taş devri, tunç devri vb. merhalelere ayırmaları ise vehim ve yalandan ibaret bir safsatadır. Elbette ki, tarih boyunca vahşet ve cehalette ileri giden insan ve toplumlar var olmuştur. Ancak Hz. Âdem’le başlayan ilim ve hikmet abidesi bir silsilenin etrafında kümelenenler, Peygamberlerden kalan ilim ve hikmet mirasını zayi etmeyenler, kendi zamanlarında medeniyetin en zirvesini yaşamışlardır.
Allah’ın ilmine nispetle mahlukatın ilmi
Hulasa hakiki muallim, mürebbi Hz. Allah (c.c.)’dur. O’nun ilmi her şeyi kuşatmıştır. O’nun her şeyi kuşatan sınırsız ilmi, âyet-i kerimede şöyle ifade edilmektedir:
’Ve gaybın anahtarları O’nun (Cenâb-ı Hakk’ın) yanındadır. Kendinden başkası onları bilmez. Karada ve denizde ne varsa bilir. Hiçbir yaprak düşmez ki onu bilmesin. Yerin karanlıklarında da hiçbir tane, hiçbir yaş, hiçbir kuru şey yoktur ki apaçık bir kitapta (Allah’ın bilgisi dâhilinde, Levh-i Mahfuz’da) olmasın.’ (el-En’âm, 6/59)
Mahlûkatın sahip olduğu ilimler, O’nun ilim sıfatının birer tecellisidir.
Mahlûkatın bilgisi, Allah’ın ilmine nispetle yok denecek kadar azdır. Zira bir âyet-i kerimede: ’Size pek az ilim verilmiştir.’ (el-İsrâ, 17/85) buyrulmaktadır.
Diğer bir âyette ise: ’Eğer yer (yüzün)deki (her bir) ağaç kalemler olsa, deniz de, arkasından yedi deniz daha kendisinden yardım ederek (mürekkep) olsa yine Allahın kelimeleri tükenmez. Şüphesiz ki Allah yegâne galiptir, tam bir hüküm ve hikmet sahibidir.’ (Lukmân, 31/27; ayrıca bkz., el-Kehf, 18/109) buyruluyor. Bu âyette sanki: ’Eğer Allah’ın ilmi, âyet ve hükümleri kelimelerle yazılacak olsa, bu işte yeryüzündeki her bir ağaç bir kalem, denizler de mürekkep olsa ve arkasından birçok deniz daha bu işe katılsa kelime ve hükümler yazılıp bitmeden ağaçlar ve mürekkep tükenirdi. Ne kadar geniş ve büyük görünürse görünsün, ağaçlar, denizler ve diğer mahlûkat sınırlıdır. Ama Allah’ın ilmi sonsuzdur, sınırsızdır. Hiçbir şey onu ihata edemez. Zira sınırlı olan, sınırsız olana yetmez, onu kavrayamaz.’ denmiş, Cenâb-ı Hakk’ın ilminin yüceliği ve buna karşı kulun acziyeti ifade edilmiştir.
Allah’ın, kendisine hususi bir ilim verdiği Hızır (a.s.) bunu çok güzel bir teşbihle ifade etmiştir. Peygamberimiz (s.a.v.)’in haber verdiği üzere; çıktıkları yolculukta Hızır (a.s.) ile Musa (a.s.) gemiye biner. Bu arada bir serçe, geminin kenarına konar ve gagasıyla denizden bir iki yudum su alır. Hızır (a.s.) o kuşu göstererek: ’Yâ Musa! Benim ilmimle senin ilmin, Allah’ın ilminden bu serçenin denizden aldığı bir yudum kadar bile elde etmiş sayılmaz.’ (Buhârî, İlm, 44) der ve Allah’ın ilmi karşısında mahlûkatın ilminin hiçliğini dile getirir.
Yeryüzündeki en kıymetli ilim; marifetullah

Yeryüzündeki en değerli ve üstün bilgi marifetullah/Cenâb-ı Hakk’ı bilmek, tevhit ilmidir.
Hayatın gayesi Yaratan’a kul olmaktır. Bu ise O’nu tanımak ve bilmekle mümkündür. Şu halde insanı bu maksada taşıyan ilim, bilgilerin en üstünü ve yücesi olmalıdır.
Bu üstün ilme, ancak bir Peygamber ya da onun varisleri olan hakiki âlimler vasıtasıyla ulaşılabilir.
Allah Teâlâ, ’Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ sualiyle insanlara ezelde vahdaniyet ve rububiyyetini tasdik ettirmiş, (Bkz., el-A’râf, 7/172) onları İslâm’ı kabul edecek fıtrat ve kabiliyette yaratmıştır. (Bkz., er-Rûm, 30/30)
Çeşitli sebeplerle bu ahdi unutan, fıtratı bozulup hak yolu bulamayan kullarını ise Peygamberleri vasıtasıyla uyarmış, ikrarlarını hatırlatmıştır. Tevhit ilmi, her ne zaman insanlar tarafından bozuldu, tahrife uğradıysa Cenâb-ı Hak, yeni bir peygamber, yeni bir kitap göndermek suretiyle bu ilmi yeryüzünde ihya etmiş, muhafaza ve ikame etmiştir. Kıyamete kadar da Peygamber (s.a.v.)’in halifeleri (Bkz., Hindî, Kenzu’l-Ummâl, İlim, Bab:3, c.10, s.229, h.no:29209) ve varisleri (Bkz., Ebû Dâvûd, İlm, 1) tarafından bu vazife idame ettirilecektir.
İslâm’ın okumaya verdiği önem

İslâm, okumaya, öğrenmeye ve öğretmeye büyük ehemmiyet göstermiş ve mü’minleri bu yönde teşvik etmiştir. Peygamberimiz (s.a.v.)’e risalet vazifesinin verildiği o ilk anda inen âyetin ’oku’ (Bkz., el-Alak, 96/1) emriyle başlaması bunun en güzel ifadesidir.
Bu gerçek, Müslümanların bugün her vesileyle duyduğu, bildiği ve etrafına övünerek salıkladığı hakikatlerden birisi olmakla birlikte ne yazık ki önemli bir hakikatin gözden kaçırıldığını düşünüyoruz.
Acaba Allah Teâlâ’nın, okunmasını emrettiği şey nedir?
Okunması gereken şeyi nasıl ve ne şekilde okumalıyız ki Cenâb-ı Hakk’ın emri yerine gelmiş olsun?
İslâm’ın okumaya, eğitim ve öğretime verdiği ehemmiyeti dile getirme sadedinde bu âyeti sık sık ifade edenler, acaba ’oku’ emriyle neyin kastedildiğini de biliyor ve söylüyorlar mı?
Yazımızın devamında kısa da olsa bu sorulara cevap aramaya çalışacağız.
Muallim Peygamber (s.a.v.)

Her Peygamber, gerek fert gerek toplum bazında topyekûn insanlığı eğitmek, Hakk’ı bilmeme cehaletinden marifetullaha, küfür karanlıklarından iman nuruna çıkarmak ve kâmil bir kul olarak yetiştirmek için birer terbiyeci konumunda gönderilmiştir.
Peygamberlerin üstün vasıflarının adeta kendisinde toplandığı Son Peygamber, Efendimiz (s.a.v.)’in vazifesi de budur. Bunu bir hadis-i şeriflerinde: ’Muhakkak ki Allah beni, zorlaştırıcı ve şaşırtıcı olarak göndermedi. Fakat beni, muallim (öğretici), kolaylaştırıcı olarak gönderdi.’ (Müslim, Talâk, 4) buyurarak ifade etmişlerdir.
Okunması gereken kitap; Kur’an!

Bir muallim olarak genel anlamda her Peygamberin, özelde ise Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.) Efendimizin yüklendiği misyona, insanları davet ettiği şeye baktığımızda, Cenâb-ı Hakk’ın ’oku’ emrinden kastedilen şeyin ne olduğu ortaya çıkacaktır.
Cenâb-ı Hak, ümmeti içerisinde Efendimiz (s.a.v.)’in misyonunu bir âyet-i kerimede şöyle ifade ediyor:
’Nitekim içinizde, kendinizden bir peygamber gönderdik ki (o), size âyetlerimizi okuyor, sizi (şirkten, maddî ve manevî kötülüklerden kurtarıp) temizliyor, size Kitâb’ı (yani Kur’ân’ı) ve hikmeti öğretiyor, bilmediğiniz şeyleri size öğretiyor.’ (el-Bakara, 2/151)
Bu âyet-i kerimede üç görevden bahsedilmektedir:
1- Kur’ân’ı Talim
Evet, Efendimiz (s.a.v.)’in kavmine okuduğu şey Allah’ın âyetleri idi. Bunlar, Allah’ın vahdaniyetine delalet eden, O’nu anlatan ve kullarına bildiren deliller idi ki, bunları temelde Kur’ân âyetleri ve ancak bu âyetlerin beyanıyla manasını bulan, anlaşılabilen kevnî âyetler, mucizeler olarak anlayabiliriz.
Bir Peygamberin ümmetine, Allah’ın âyetlerini okuması en büyük nimetlerden biridir. Zira onlar okununca, kulluğun nasıl yapılacağı bilinir, ibadetler eda edilir, zahir ve batın her türlü ilme kapı açılır, güzel ahlâk öğrenilir. Hulasa, dünyevî uhrevî türlü türlü hayra anahtar olur.
Allah’ın Kitab’ında yer alan bilgiler yakîn ifade eden kesin bilgilerdir. Onda hiçbir şek ve şüpheye yer yoktur. (Bkz., el-Bakara, 2/2; Yûnus, 10/94) Bu nedenle Kur’ân’a dayalı olan bilgiler, hakikattir.
2- Hikmet/Sünnet’i Talim

Müfessirler, âyette geçen ’Hikmet’ için;
- dini bilmek, onu anlamak ve ona uymak
- hak ile batılın arasını ayıran hüküm
- müteşabih ayetlerin ilmi
- âyetlerdeki hükümlerin hikmetleri
gibi farklı manalar vermişlerdir.
İmam Şâfiî (rh.a.) ise: onu, ’Rasûlullah (s.a.v.)’in sünneti’ şeklinde tarif etmiştir. Bu, hikmet için verilecek en isabetli açıklamadır. Zira bu âyette önce Kur’ân okumak, sonra onu öğretmek zikredilmiş, daha sonra ise "hikmet" kelimesi bunlara atfedilerek Kur’an dışında başka bir şey murat edilmiştir ki, o da hiç şüphesiz Sünnet-i Seniyye’dir.
Sünnet-i Seniyye, Kur’ân-ı Kerim’in bir açıklayıcısı, tefsiri adeta tamamlayıcısı konumundadır. Kur’ân-ı Kerim’in doğru ve Allah’ın muradına uygun anlaşılabilmesi için Sünnet’e ihtiyaç vardır. Cenâb-ı Hak, Rasûlü’ne Kur’ân’ı vahyettiği gibi onun mana ve tefsirini de vahyediyordu. Efendimiz (s.a.v.), hiçbir şekilde hevanın karışmadığı, (Bkz., en-Necm, 53/3) birer hikmet incisi, vahiy mahsulü olan hadisleriyle Yüce Rabbîn kelamını tefsir etmiştir.
Peygamber Efendimizin insanlara tebliğ ettiği Kitap (Kur’an), Allah indinden nazil olduğu gibi onun tefsiri olan Hikmet de bizzat O (c.c.)’nun talimiyle var olmuştur. Bu husus şu âyet-i kerimede açıkça ifade edilmektedir:
’…Allah sana Kitab’ı ve Hikmet’i indirdi ve (evvelce) bilmediklerini sana öğretti. Allah’ın senin üzerindeki lütfü çok büyüktür.’ (en-Nisâ, 4/113)
Hassân’dan rivayet edildiğine göre şöyle demiştir: ’Cibril, Nebi (s.a.v.)’e Kur’ân’ı indirdiği gibi Sünnet’i de indirirdi’ (Dârimî, Mukaddime, 49)
Bu yönüyle Peygamberimiz (s.a.v.)’den rivayet edildiği kesin olan haberler de yakîn ifade eden bilgiler olup birer hakikattir.
3- Tezkiye ve Terbiye

Efendimiz (s.a.v.)’in üstlendiği diğer bir vazife de ’tezkiye etmek, temizlemek, arındırmak’tır. Bu ise, kendisine öğretilen Kitap’la, Hikmet’le ve: ’Beni Rabbim terbiye etti, terbiyemi güzel eyledi.’ (Suyûtî, Câmiu’l-Ehâdîs, c.1, s.133, h.no:780, Sem’ânî, Edebu’l-İmlâ’sında İbn-i Mes’ûd (r.a)’dan rivayet etmiştir.) buyurarak işaret ettiği ilâhî ahlak ve terbiyeyle gerçekleşmiştir. Adeta Allah (c.c.) onu, o da ümmetini terbiye ve tezkiye etmiştir.
Rasûl-i Ekrem (s.a.v.), Kur’an ve Sünnet ile, insanlığa, kendisinden habersiz bulundukları, ancak bir Peygamber vasıtasıyla bilinebilen; tevhit, şeriat ve hikmet gibi yüksek hakikatleri öğretmiş, onları fetretle habersiz kaldıkları ilâhî ilimlerle yüceltmiştir. İşte bu, Cenâb-ı Hakk’ın insanlığa bahşettiği büyük bir nimettir. Nitekim insanlık, Efendimiz (s.a.v.) gelmeden önce cehaletin en koyusunu yaşıyor, dalalet gayyalarında bocalayıp duruyordu. (Bkz., Âl-i İmrân, 3/164; el-Cumu’a, 62/2) Efendimiz (s.a.v.), geceden gündüz, ölülerden hayat ortaya çıkarır gibi onları küfür ve şirkin çirkin hallerinden, ahlaklarından, karanlıklarından imanın nuruna, salih amel ve güzel ahlakın berraklığına çıkarmıştır. (Bkz., et-Talâk, 68/11-12) Onları ıslah etmiş, kıyamete kadar insanlığa örnek olacak nezahete kavuşturmuştur.
Efendimiz (s.a.v.)’in bu üç vazifesi kıyamete kadar gelecek insanlar üzerinde ilk andaki kuvvetiyle tezahür edecektir. (Bkz., el-Cumu’a, 62/3-4; es-Sebe, 34/28)
İlimlerin kaynağı Kur’an

Buraya kadar zikrettiğimiz hususların neticesinde İslâm’ın ’oku’ emrinin ve okumaya vermiş olduğu teşvik ve ehemmiyetin öncelikli olarak Kur’ân ve onun açıklayıcısı konumunda olan Sünnet/Hadis-i Şeriflerle alakalı olduğu ortaya çıkmaktadır. Sair ilimler ise Allah ve Rasûlü’nün verdiği ehemmiyet nispeti ve sırasına göre ele alınmalıdır.
Hangi ilim olura olsun, her şeyin kendisinden neşet ettiği merkez olan tek hakikatten bağımsız ve uzak değerlendirilmesi bir mü’min için mümkün değildir. Bu sebepledir ki İslâm’ın yeryüzünde hâkim güç olduğu devirlerde, bir çocuğa her şeyden önce Kur’an, Hadis ve bu ikisinden neşet eden tefsir, fıkıh, akait vb. İslâmî ilimler öğretilir, daha sonra kabiliyet ve isteğine göre diğer ilim dallarına yönlendirilirdi. Abdullah b. Mes’ûd (r.a.)’den rivayet edilen: ’Her kim ilim isterse Kur’an okusun. Zira onda, öncekilerin ve sonrakilerin ilmi vardır.’ (İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, Fedâilu’l-Kur’ân, 16, c.6, s.127, h.no:30009) sözü ümmet bilincinde öyle yer etmişti ki Kur’an bilmeyen bir mühendis, tabip ya da eczacı düşünülmezdi. Tevhit merkezli bu eğitim-öğretim neticesindedir ki, Müslüman ilim adamları her türlü ilim dalında yaşadıkları zamana tevhit mührünü vurmuşlardır. Merkezden uzaklaşılan son bir iki asırda ise her türlü gayrete rağmen ilimden ve fenden de uzaklaşılmış, Müslümanlardan beklenen terakki bir türlü gerçekleşmemiştir.
Kur’an okumaya teşvik:
Birçok hadis-i şerifiyle Efendimiz (s.a.v.), Kur’an okumayı, onu öğrenip ve öğretmeyi teşvik etmektedir. Bir hadislerinde ’En hayırlınız; Kur’ân’ı öğrenen ve öğretendir.’ (Buhârî, Fedâilu’l-Kur’ân, 21) buyurarak onu öğreten ve öğrenenlerin, insanların en hayırlıları olduğunu ifade etmiştir.
Sözlerin en hayırlısı, ilimlerin en şereflisi hiç şüphesiz Kur’ân’dır. Bu nedenle onunla iştigal eden kimseler de insanların en hayırlıları durumundadırlar. Bu kimseler öğrenmekle kendileri kemale ermekte, öğretmekle de başkalarını kemalata erdirmekte, bu şekilde hayır yeryüzünde yayılmaktadır.
Diğer bir hadislerinde ise: ’Her kim Allah’ın Kitabı (Kur’â)n’dan bir harf okursa, bununla o kimse için bir iyilik vardır. Ve her iyiliğin (karşılığı en az) on misliyle (karşılık görür). ’Elif lâm mîm’ bir harftir demiyorum. Fakat ’elif’ bir harf, ’lâm’ bir harf, ’mîm’ de bir harftir.’ (Tirmizî, Sevâbu’l-Kur’ân, 16) buyurmuş, onu bilmeyenleri öğrenmeye, bilenleri ise okumaya teşvik etmiştir.
Yeni Müslüman olan beldelerin halklarına Kur’an öğreticisi, kadı, vali, muallim olarak hafız ve aynı zamanda âlim sahâbîleri göndermesi, Efendimiz (s.a.v.)’in Kur’ân talimine göstermiş olduğu ehemmiyetin bir işaretidir.
Kur’an’ı tilavet etmenin/okumanın manası nedir?

Okunması gereken ilmin ne olduğunu tespit ettikten sonra okumanın ne manaya geldiğini ve okumanın gayesini de ortaya koymak gerekmektedir.
Bir âyet-i kerimede şöyle buyrulmuştur:
’Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler onu tilâvet hakkını tam gözeterek okurlar. İşte ona iman edenler bunlardır. Her kim de onu inkâr ederse işte bunlar (maddî ve manevî) en büyük zarara uğrayanların ta kendileridir.’ (el-Bakara, 2/121)
Âyette geçen "tilavet" kelimesi şu iki manaya gelmektedir:
1- Kıraat. Bu okumaktan ibarettir.
2- Uymak, tabi olmak.
Bu âyette Kitab’ın yani Kur’ân’ın hakkıyla okunması gerektiği ifade edilmektedir. Onu hakkıyla okumak ise şu hallere sahip olmakla mümkündür:
1- Kur’ân’ı düşünüp, gereğiyle amel edip, helâl, haram ve diğer hususlarda O’nun hükümlerine sımsıkı sarılmak.
2- Gerek namazda ve gerek diğer zamanlarda Kur’ân’ı okurken kişiyi huşû’ ve hudû’ halinin sarması.
3- Kur’ân’ın muhkem ayetleriyle amel edip, müteşâbih ayetlerini tasdik etmek. Müteşabih âyetlerin tefsirinde bilgisizce fikir yürütmeyip manasını âlimlere ve Allah’a havale etmek.
4- Kur’ân’ı Allah’ın indirdiği şekilde okumak. Kelimelerini mahreçlerinden çıkarıp tahrif etmemek.
5- O’nu doğru olmayan şekillerde tefsir etmemek.
6- Rahmet âyetini okuyunca onun gereğini Allah’tan istemek. Azap âyetini okuyunca ondan Allah’a sığınmak.

Bu haller, Kur’ân’a gerçekten iman edenlerin halleridir. Bunlar, temelde Kur’ân’a saygı duymak ve bunların hem lâfızlarına hem de manalarına uymakta birleşmektedir. Kur’ân’ı hakiki okuyanlar, bu hallerin hepsini kendisinde cemeden kimselerdir. Şu halde Kur’ân okumayı manasını anlamadan, üzerinde tefekkür etmeden, hükümleriyle amel etmeden, sadece lafızlarını tekrar etmeye hasredip bununla sınırlandırmak O’na yapılacak en büyük zulümdür. Bu nedenle, Kur’ân’ı hiç okumayıp evinin bir köşesine asanla, onu devamlı okuyup manasını anlamayan, hükümleriyle amel etmeyen arasında bir fark yoktur. Zira onu okumadaki en büyük hikmet ve en yüce gaye, O’ndaki delil ve hükümleri öğrenmektir. Kur’an’da bulunan mana, hikmet ve sırlardan dolayı Cenâb-ı Hak Kur’an’ı "Hidayet" (Bkz., el-Bakara, 2/2) ve "Nûr" (Bkz., el-A’râf, 7/157) olarak vasıflandırmıştır. Bu vasıfların tecellisi ise, ancak manasını bilip gereğiyle amel etmekle mümkündür.
Kur’ân, anlaşılmak, âyetleri üzerinde durup inceden inceye düşünüp tefekkür etmek ve bunun neticesinde yaşanmak için gönderilmiştir. Bir âyette Rabbimiz şöyle buyuruyor:
’Onlar Kur’an’ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalplerin üzerinde kilitleri mi var?’ (Muhammed, 47/24)
Abdullah b. Amr (r.a.)’den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: ’Nice fıkıh yüklenen vardır ki fakih değildir. Her kim de, ilmi kendisine fayda vermezse cehaleti kendisine zarar verir. Seni (yasaklardan) alıkoyduğu müddetçe Kur’ân’ı oku. Eğer (Kur’ân), seni (yasaklardan alıkoymazsa) onu okumuş olmazsın.’ (Taberânî, Kebîr, c.13, s.622. h.no:14543)
Kur’ân’ı öğrenen ve öğreten kimselerin bu ümmetin en hayırlıları olması (Bkz., Buhârî, Fedâilu’l-Kur’ân, 21), onunla amel etmelerine bağlıdır. Zira öğrenme ve öğretme, ancak ahkâmınca amel etmek suretiyle gerçekleşir. Bu sebeple âlimler, Allah’a isyan eden bir kimsenin ne kadar çok Kur’an okursa okusun, cahil olduğunda ittifak etmişlerdir.
Şu husus da bu hadisi ve Kur’ân tilavetiyle ilgili diğer hadisleri anlamamızda bize yardımcı olacaktır. Öncelikli olarak bu hadisin muhatapları Sahâbi Efendilerimizdi. Onlar, Kur’ân’ı kurallarına göre okuyor, okuduklarını da en güzel bir şekilde anlıyorlardı. Zira Kur’an Arap lisanı üzere gelmişti. Ve onlar da Arap lisanını mükemmel derecede iyi biliyorlardı. Yine onlar anladıklarını derhal ihlâsla hayata geçiriyorlardı. Peygamberimiz (s.a.v.) zamanında Kur’ân-ı Kerim okuyan Sahâbeler, aynı zamanda o devirdeki insanların en fakîhi (fıkhî hükümleri iyi bilen) oldukları içindir ki namazda imamlık makamına hep Kur’ân’ı en iyi okuyanları geçirilmiştir. Ayrıca Sahâbe, Kur’ân’ı anlamak ve içindekilerle amel etmek amacıyla okur, öğrenirlerdi. Çünkü Rasûlullah (s.a.v.) onlara Kur’ân-ı Kerim’den on âyet-i kerime öğretirdi. Onlar bu âyet-i kerimelerin helalini, haramını, emir ve nehiylerini öğrenmedikçe bir başka on âyet-i kerimeye geçmezlerdi.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de bir hadislerinde: ’Her kim Kur’ân’ı okur ve ondaki (hüküm)lerle amel ederse, (o kimsenin) ana-babasına kıyamet günü bir taç giydirilir ki, o (tac)ın ışığı -şayet (güneş) aranızda olsa- dünya evlerindeki güneşin ışığından daha güzeldir. Şu halde (bizzat) bu (Kur’ân)’la amel eden hakkındaki zannınız nedir? (Artık onun derecesini siz takdir edin).’ (Ebû Dâvûd, Salât, 349) buyurmuştur. İfadeden anlaşıldığı üzere zikredilen dereceye nail olabilmek için Kur’ân’ı manasını bilmeden ve onunla amel etmeden mücerret okumak yeterli değildir. Buna ek olarak bir de O’nun içerisindeki hüküm, ahlâk ve edeplerin gereğini yerine getirmek, emirlerini kabul ve tatbik edip yasaklarından kaçınmak gerekmektedir.
***
Ramazan ayı, Kadir gecesinde inzal olması dolayısıyla adeta Kur’ân’la özdeşleşmiş mübarek bir aydır. Bu ayda, Kur’ân’ın nurundan, feyiz ve bereketinden istifade için camiler dolup taşıyor, mukabeleler okunuyor. Ayrıca yaz aylarında olunması hasebiyle yaz kurslarında milyonlarca genç Kur’an okuyor, öğreniyor.
Yukarıda ifade etmeye çalıştığımız üzere, bir kul olarak öncelikle okumamız gereken; Kur’ân’dır. O’nu okumanın maksadı ise; anlamak ve yaşamaktır. Anlaşılıp hayat nizamı kılınarak yaşanmadıkça Kur’ân’ın faydası, nuru, feyiz ve bereketi ortaya çıkmaz. Hem Müslümanlık iddia edip hem de Kur’ân’a tamamıyla zıt bir hayatın sahibi olmak bir mü’mine, hele hele onu okuyana, baştan sona ezbere bilene asla yakışmaz.
Şu halde gelin, Kur’ân’ı, hakikati üzere okumaya çalışalım!
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

Henüz hiç kimse yorum yazmadı.