Özlenen Rehber Dergisi

111.Sayı

Bir Devrin Yükselen Son Sesi: Hüsn-ü Aşk - 1.bölüm

İsmail TORAMAN Özlenen Rehber Dergisi 111. Sayı
Gele bir devr ki bu Gâlib’i yâd eyleyeler
Fursat-ı sohbeti ahbâb ganîmet bilsün.
Divan Edebiyatının benzerine pek az rastlanan bu büyük eserine geçmeden önce eserin müellifi Şeyh Galib’in hayatına kısaca değinmek istiyorum.
ŞEYH GALİB’İN HAYATI

Edebiyatımızın nadide şairlerinden olan Şeyh Galib, 1757 yılında o dönem Osmanlı’nın olduğu gibi Edebiyatında başkenti İstanbul’da doğdu. Asıl adı Mehmed Esad olan Galib’in babası Reşid Efendi, annesi Emine Hatundur. Dedesinden ve babasından gördüğü tasavvuf terbiyesiyle yetişmiş, ömrünü onlar gibi Mevlevi tarikatının içerisinde geçirmiştir. İlköğrenimini babası Reşid Efendiden görmüştür.
İlk şiirlerinde Esad mahlasını kullanmasına rağmen daha sonra bu mahlasın başkaları tarafından kullanıldığını görüp bunun yerine Galib mahlasını tercih etmiştir. Şiir yazmadaki istidadı henüz yirmi dört yaşına girdiğinde bir divanla ortaya çıkmıştır. Bu büyük başarı akıllara: ’Yirmi dört yaşında bir divan sahibi olmak acaba kaç şaire nasip olmuştur?’ sorusunu getiriyor. Galib’in şiir yazmadaki kabiliyeti divanıyla kalmamış, aradan iki sene geçtikten sonra, yazımıza da konu olacak olan ve birçok edebiyat çevresi tarafından Divan Edebiyatının son büyük eseri olarak kabul gören Hüsn ü Aşk’ı altı ay gibi kısa bir süre içerisinde yazmıştır.
Şeyh Galib önce İstanbul’da Galata Mevlevihane’sinde, daha sonra Konya’da Mevlana dergâhında çileye girmiştir. Babasının isteğiyle İstanbul’a tekrar dönmüş ve Yenikapı Mevlevihane’sinde tekrar çileye girmiştir. Sekiz yıl boyunca dergâh şeyhliği yapmış, bu zaman zarfında Sultan III. Selim’in yakın çevresinde yer almış ve onun takdirini kazanmıştır.
Bu büyük şair 1799 yılında, kırk iki yaşında İstanbul’da vefat etmiştir ve mezarı Galata Mevlevihane’sinin avlusundadır.
Şeyh Galib edebiyatımızda Sebki Hindi (Hint Usulü) denilen akımın en önemli ve en başarılı temsilcisi olmuş, sembolizmden ziyadesiyle faydalanmış, ağdalı ve ağır bir dil kullanmıştır. Eserlerinde, özellikle Hüsn-ü Aşk’ta, alegorik bir anlatımı tercih edip anlattıklarının daha rahat kavranmasını sağlamıştır.
HÜSN Ü AŞK

Hüsn ü Aşk yazıldığı tarih itibariyle Devlet-i Âli’nin artık dağılmaya ve yavaş yavaş yıkılmaya yüz tuttuğu bir döneme tekabül etmektedir. Çöküntü sadece Devlet kademelerinde değil hemen her alanda kendini göstermeye başlamıştı. Diğer alanlarda olduğu gibi, asırlardır devam eden Divan Edebiyatı da bundan nasibini almıştı. Öyle ki bu dönemde Fuzuli, Bâki, Necati gibi şairlerin eserleri gibi eserler kaleme almak imkânsız bir hâl almıştı. Divan Edebiyatı Kanuni ile son parlak demlerini yaşamış, o dönemden sonra büyük şairler yetişse de onların gücüne erişememişlerdi.
İşte Şeyh Galib, böylesi bir dönemde ve henüz yirmi altısında, altı ay gibi kısa bir sürede Divan Edebiyatının son büyük eseri diye anılacak olan Hüsn ü Aşkı kaleme aldı. Hüsn ü Aşk gerek konusu, gerek dili ve gerekse yapısı itibariyle bu yakıştırmayı fazlasıyla hak etmektedir. Beşir Ayvazoğlu, Şeyh Galib’in hayatını anlattığı, ’Kuğunun Son Şarkısı’ adlı biyografik eserinde: ’Hüsn ü Aşk aslında sadece Galib’in eseri değil, yorgun bir medeniyetin son güzel şarkısıydı.’ diyerek bu yakıştırmayı daha da genişletmektedir.
Tanzimat Edebiyatı şairlerinden Ziya Paşa, Şeyh Galib’in cihana bu eseri yazmak için geldiğini şu veciz sözlerle anlatmaktadır:
’Gelmişdir o şâir-i yegâne
Gûyâ bu kitab içün cihâne’
Batılı birçok yazar ise, Hüsn ü Aşk ile Osmanlı Edebiyatının, Fars Edebiyatı seviyesine ulaştığını ve hatta Fars Edebiyatını geride bırakacak başarıyı yakaladığı görüşünde birleşir.
KONUSU

Mesnevi nazım şekli ile yazılan Hüsn-ü Aşk’ın konusu şu şekildedir: Bir Arap kabilesi olan Beni Muhabbet kabilesinde bir gün iki çocuk dünyaya gelir. Biri kız öteki erkek olan bu çocuklardan kız olana Hüsn, erkeğe ise Aşk ismi verilir. Hüsn ve Aşk birlikte büyür, aynı okulda okur, aynı hocadan ders alır ve sürekli birlikte zaman geçirirler. Bir müddet sonra da birbirlerine âşık olurlar. Aileleri bu iki çocuğun kaderlerinin birlikte yazıldığına kanaat getirseler de yaşları ilerleyince, kabilede sözü geçen Hayret isimli bir büyük bu iki aşığın birbirinden ayrılmasına karar verir. Aşk, ayrılık acısının verdiği ıstıraba daha fazla dayanamaz ve Hüsn’ü babasından ister. Beni Muhabbet kabilesinin ileri gelenleri Aşk’ın Hüsn’e kavuşabilmesi için pek çetin ve tehlikeli bir yolculuktan geçip kalp ülkesine ulaşmasını ve orada kimya denen madeni alıp getirmesini şart koşarlar. Hüsn’den ayrı kalmanın verdiği acıyla Aşk, bütün bu sıkıntıları göze alıp bu yolculuğa çıkmaya, kimyayı bulup Hüsn’e kavuşmaya karar verir. Ve neticede birçok zorluğun üstesinden gelen Aşk, Kalp ülkesine ulaşır, kimyayı da alıp sevdiğine kavuşur. Bu yolculuk esnasında Aşk’a, Sühan adında bir bilge kişi yardımcı olur, aşılması zor olan yolları geçmesinde ona kılavuzluk yapar.
İlk bakışta bir beşeri aşkı anlatıyor gibi görünse de aslında bu eser tasavvuf yoluna girmiş bir salikin yaşantısını anlatır. Tasavvuf yolunun zorluğu, bu yola giren bir müridin Allah’a ulaşabilmesi için ne yapması gerektiği ve ona yardımcı olan mürşidi temsillerle anlatılır. Alegorik bir şekilde yazılan Hüsn ü Aşk’ta her kahraman tasavvuf yolundaki bir kişiyi temsil eder. Hüsn, (güzellik) Allah’ı, Aşk, Hüsn’e, yani Allah’a ulaşmayı arzulayan saliki, Sühan ise Hüsn’e (Allah)’a ulaşmaya niyet etmiş olan Aşk’a (salik)’e yardımcı olan Mürşid-i Kamil’i temsil eder.
ESERDEN BÖLÜMLER
Galip Dede, kitabına, Osmanlı Edebiyatının hemen bütün eserlerinde olduğu gibi Yaratana hamd ile başlayıp Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’e na’t-ı şerif ile devam ediyor. İlk beyitlerde insanın yaratanına şükründeki acziyetini şu şekilde ifade ediyor:
’Her bir niamın senâsı lâzım
Bu bahsde şükr olur mülâzım’
’Bundan daha aczimiz hüveydâ
Afvetti yine Cenâb-ı Mevlâ’

İlk beyitte, Yaratanın verdiği her bir nimete insanın şükretmesi gerektiği anlatılırken; ikinci beyitte, bu şükrü bile yapmakta aciz olduğumuzu ancak Allah (c.c.)’ın yine de bu aciz kullarını affettiğini anlatıyor.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’e naat kısmında:
’Ervâh ki tuhfe-i Hudâdır
Hâk-i reh-i Şâh-ı Enbiyâdır’
’Allah’ın hediyesi olan ruhlar, Peygamberler Şahının yolunda topraktır’ diyerek Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’i övgüde bulunuyor.
’Galip Dede, Der Beyân-ı Sebeb-i Te’lif’ adlı bölümde bu mesneviyi yazma sebebini özetler. Bu kitabı başından geçen bir olay üzerine yazar. Olay kısaca şu şekildedir: Şeyh Galip, kendisinin de hazır bulunduğu bir şiir meclisinde, 1600lü yılların büyük Divan şairi Nabi’nin Hayrabat adlı mesnevisinin okunduğunu ve mecliste bulunan bazı kişilerin bu mesnevinin benzerinin bir daha hiç yazılamayacağını söylediklerini nakleder. Beyitle meclistekilerin konuşmalarını şu şekilde özetler:
’Bir gâyete erdi kim meâli
Tanzîrinin olmaz ihtimâli’
Yani konuşmaların manası öyle bir dereceye geldi ki sanki Hayrabata nazire yazmanın ihtimali yoktur. Bu iddialı sözler, genç yaştaki Galib’e ağır gelir, onlara bu eserin o kadar da parlak bir eser olmadığını ve daha iyisinin yazılabileceğini söyler. O, Hayrabat’ı pek beğenmemiş hatta onun Farisi şair Attar’ın bir eserinden kopya olduğunu iddia etmiştir. Meclistekiler ona: ’Madem kendine çok güveniyorsun o halde sen daha iyisini yaz’ derler. Galip altı ay da Hüsn-ü Aşk’ı yazar ve hemen herkesin görüşüne göre bu eser, Hayrabat’tan daha güzel bir eserdir.
Şeyh Galip, Nabi’nin hatalarına, eksiklerine rağmen yine de onu Affetme taraftarıdır ve onu da şöyle ifade eder:
’Afveyleyelim ki belki bilmez
Bir sürçen atın başı kesilmez’
Galip, eserine Hüsn ve Aşk’ın hikâyesiyle devam eder. Bu iki âşığın da mensubu olduğu kabileyi tanıtarak olaylara giriş yapar.
’Ammâ ne kabîle kıble-i derd
Bilcümle siyâh-baht ü rû-zerd’
Bu öyle bir kabile ki dert kıblesi, hepsi kara bahtlı ve sarı yüzlü
’Erzaakları belâ-yı nâgâh
Ateş yağar üstlerine her gâh’
Yiyecekleri ansızın inen belalardır, üzerlerine her an ateş yağar.
’Feryâd u şikence ye’s ü hasret
Esbâb-ı safâ dahi ne hâcet’
Feryat, işkence, yeis ve hasret varken başka eğlenceye ne lüzum var.
Bu beyitler dikkatle incelenecek olursa görülecektir ki sadece sıkıntı içindeki bir kabileyi değil, aynı zamanda bir tasavvuf yolunu, bir tarikatı anlatıyor. Kabiledekilerin çektikleri sıkıntılar üzerinden, tasavvuf yolunun sıkıntıları, zorlukları, nefsi terbiye metodları gizlice veriliyor. Eserde bu kabileyle ilgili beyitler dikkatle incelendiğinde, bu kabilenin hiç rahat yüzü görmediği, dertlerinin hiç bitmediği görülecektir. Öyleki şair, nerede belaya uğrayan bir kişi varsa bu kabilenin mensubudur iddasındadır. Bu görüşünü de şu şekilde beyitlendirir:
’Anlar ki kelâma cân verirler
Mecnûn o kabîledendi derler’
’Her kim ki belâya mürtekibdir
Elbet o ocağa müntesibdir’
İlk beyitte, söze can veren şâirler, Mecnun’un o kabileden olduğunu söyler; ikinci beyitte, belâya uğrayan kim varsa mutlaka bu ocağa mensuptur.
İlerleyen bölümlerde Hüsn ve Aşk’ın hicranları, Aşk’ın çetin yolları bir bir aşması ve Hüsn’e kavuşması derinlemesine incelenmektedir. İnşallah gelecek yazımızda bizde bu ayrılığı ve devamını derinlemesine ele alacağız.

KAYNAKLAR
AYVAZOĞLU Beşir, Kuğunun Son Şarkısı, Kapı Yayınları, İstanbul 2008.
KURNAZ Cemâl, Eski Türk Edebiyatı, Gazi Kitabevi Yayınları, Ankara
ŞEYH Galip, Hüsn ü Aşk, (Haz.: Orhan Okay, Hüseyin Ayan), Dergâh Yayınları, İstanbul 2010
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

Henüz hiç kimse yorum yazmadı.