Özlenen Rehber Dergisi

107.Sayı

İdam Sehpasında Bir Âlim İskilipli Mehmed Âtıf Efendi

Tahir Türkmen Özlenen Rehber Dergisi 107. Sayı
Mehmed Atıf Efendi hicri 1292 senesinde Çorum’un İskilip ilçesine bağlı Tophane köyünde dünyaya gelmiştir. Babası Akkoyonlu aşiretinden ve İmamoğulları denilen aileden Mehmed Ali Ağa, annesi Mekke-i Mükerreme’den göç etmiş Ben-i Hattab aşiretinden, Arap Dede’nin torunlarından Nazlı Hanım’dır. Altı aylıkken öksüz kalan Mehmed Atıf, dedesi Hasan Kethüda Efendi’nin himayesinde yetişmiştir.

TAHSİL HAYATI
Büyükbabası Hasan Kethüda Efendi’nin himmetiyle evvela köy imamından başladığı tahsiline, 1891 yılından itibaren iki sene İskilip’te Müderris Hoca Abdullah Efendi nezaretinde devam etmiştir. 1893 Nisan’ında ailesinin karşı çıkmasına rağmen İstanbul’a geldi ve medrese tahsiline burada devam etti. Meşhur Çarşambalı Hoca’nın rahle-i tedrisine oturdu. Medresede daha çok ’İskilipli Mehmed’ olarak anılırdı. 1902’de medrese eğitimini iyi derece ile bitirdi ve aynı yıl açılan Ruus imtihanına (bir nevi mesleki kariyer sınavı) girerek İstanbul müderrisliğini kazandı. Atıf Efendi ertesi sene 1903 yılında Fatih Camii’nde ders vermeye başladı. Bu arada İstanbul Darü’l-Fünûnu (Üniversite) İlahiyat Fakültesine girdi ve 1905’te buradan mezun olarak Kabataş Lisesi Arapça Muallimliğine (öğretmenliğine) atandı.
Mehmed Atıf Efendi Cumhuriyet döneminde olduğu gibi, Meşrutiyet öncesi ve sonrasında da çeşitli hased ve düşmanlık besleyenlerin yanlış tevil ve bakış açıları yüzünden meyve veren ağaç misali taşlanıp durdu. Ama o bunlara tevekkülle sabretti, fazilet yemişleri vermeyi sürdürdü.
Meşihat-ı İslâmiye dairesinde (İslâmî işlerin ilmî mes’eleleri ile uğraşan devlet dairesi) bulunan dersiamların (Asistan) mağduriyetini giderme konusunda yaptığı çalışmalar üzerine devrin Şeyhü’l-İslam’ı tarafından Bodrum’a sürüldü. Üzerinde yoğunlaşan baskılar yüzünden Kırım’lı İbrahim Tali Efendinin pasaportu ile gizlice Kırım’a geçti. Kırım’dan Varşova’ya kadar gitti. Meşrutiyet’in ilanından bir hafta evvel İstanbul’a geri döndü.
1910’da Medreseler Genel Müfettişliği’ne getirilen Mehmed Atıf Efendi bu yıllarda Sebilü’r-Reşad, Beyanü’l-Hak, Mahfel gibi dergilerde yazıları yayınladı. Fazileti ve ilmi İstanbul’un her tarafına yayıldı, hatta yurtdışına kadar taştı. Kosova, Plevne, Üsküp gibi yerlerden heyetlerin memleketlerinde yerleşmesi için yaptıkları ricaları, hatta Kırım Evkaf Nazırlığı (Vakıflar Bakanlığı) tekliflerini dahi nazikçe geri çevirdi. O günlerde bir vesile ile görüştükleri Japon Büyükelçisi Baron Uşida, Atıf Hocaya şöyle demiştir: ’Sizin gibi birkaç hoca daha olsaydı, İslamiyet bütün Doğuyu, bu arada Japonya’yı da fethederdi.’
Meşrutiyetin ilanı ile Çorum’dan mebus (milletvekili) adayı oldu. 31 Mart olayında bir hafta tutuklu kaldı. Suçsuz olduğu ortaya çıkınca serbest bırakıldı. İttihatçıların entrikaları ile, 31 Mart olayındaki Harekat Ordusu kumandanı Mahmud Şevket Paşa’nın öldürülmesi olayında katkısı olduğu gerekçesi ile Sinop’a sürüldü. Çorum, Boğazlıyan ve Sungurlu’da yaklaşık 1,5 yıl sürgün hayatı yaşadı. Daha sonra hükümet Mehmed Atıf Efendi’nin suçsuzluğunu anladı ve sürgüne son verildi.
1919 yılında Darü’l-Hilafet-i Âliye (Yüce Hilafet merkezi) Medresesi İbtida-i Dahil Umum Müdürlüğü ve Medresetü’l-Kudat’ta (Hakimler okulu) Hikmet-i Teşriiyye (kanun yapma hikmetleri) dersi müderrisliğine getirildi. Bu yıllardan itibaren Atıf Hoca’nın şöhreti iyice arttı.
Mehmed Atıf Efendi içine kapalı, toplumdan uzak, kitapları arasında ördüğü kozasında yaşayan bir insan değildi. Eserlerine baktığımızda da her birinin bir toplumsal yarayı tedaviye, bir hayır hizmetine matuf hazırlandığını görürüz. Mesela, geliri donanma cemiyetine bağışlanmak üzere kaleme aldığı ’Nazar-ı Şeriatta Kuvve-i Berriye ve Bahriyenin Ehemmiyeti ve Vücubu’ (Şeriata göre Deniz ve Kara kuvvetlerinin önemi ve gerekliliği) adlı eser o sıralar çok takdir toplamıştı.
19 Ocak 1919’da Mustafa Sabri Efendi, Bediüzzaman Molla Said Efendi, Ermenekli Saffet Efendi gibi arkadaşları ile beraber Müderrisler Cemiyetini kurdu ve ikinci başkanlığına getirildi. Bu cemiyet müderrislerin haklarını korumak ve aralarında dayanışmayı sağlamak üzere kurulmuştu. Daha sonra cemiyet aldığı bir karar gereği ismini Teâli-i İslam (İslâm’ı yüceltme) değiştirdi ve halka açıldı. Mustafa Sabri Efendi’nin Şeyhü’l-İslam olması üzerine cemiyetin başkanlığına getirildi.
MÜCADELE...
Atıf Efendi, Cumhuriyetin ilk yıllarındaki yazılarında, Frenkleşme (batılılaşma) illetine hastalığına tutulmuş Cenab Şahabeddin, Ömer Rıza Doğrul, Süleyman Nazif gibi zatlarla çeşitli mevzularda kalem münakaşalarına girişti. Yazılarını ve eserlerini incelediğimizde onun Şark (doğu) ve Garb’da (batıda) yazılan eserlere vukufu (haberdar) rahatlıkla anlaşılmaktadır.
O, Ehl-i Sünnet ve’l-cemaat düşüncesinin yılmaz bir müdafaacısı ve kalesi idi. Ona göre güzel bir fikir kimden gelirse gelsin alınır ve sahip çıkılırdı.
Özelikle modernist düşüncelerin Osmanlı ülkesinin saçaklarını sardığı bir zamanda engin bilgisiyle bunlara karşı dimdik durdu. Şimdilerde memlekette cirit atan bir grup modernist, oryantalist (doğu bilimci) mütercimi, ilmilik yaparak meşhur olmak isteyen zavallılar o zaman da vardı. Ama karşılarında Atıf Hoca ve emsali çetin ceviz ulemayı bulmuşlardı.
1923 yılında yayınladığı ’Tesettür-ü Şer’i’ (Dini Örtünme) ve 1924’de neşrettiği ’Din-i İslam’da Men-i Müskirat’ (İslâm’da İçki Yasağı) adlı eserleri ile ’Atıf Efendi Kütüphanesi Neşriyatından’ adıyla yeni bir serinin telifine başladı. Bu seriyi 10 sene içerisinde 50 kitaba ulaştırma azmindeydi. Üçüncü eser ’Frenk Mukallitliği (Batı Taklitçiliği) ve Şapka’dır. Dikkat edilirse, üç eser de devrin idaresini rahatsız edecek cinstendir ve Mehmed Atıf Efendi’nin seriye devam etmesine meydan verilmemiştir.
FRENK MUKALLİDLİĞİ VE ŞAPKA
Atıf hoca 1924 yılında Frenk mukallitliği ve Şapka kitabını neşretti. Yani şapkaya dair kanunun kabulünden bir buçuk sene evvel. Tabii, diğer kitapları gibi neşretmeden önce onu da Maarif Vekaletine (Milli Eğitim Teşkilatı) gönderdi, izin hatta takdir aldı.
Bu risale körü körüne Avrupa taklitçiliğini eleştiren bir eserdi. Atıf Efendi 32 sayfalık bu eserinde; Avrupa’nın ilim ve fennini almanın caiz, hatta lüzumlu bulunup, ama bizde yapılanın ise daha çok şuursuz bir batı taklitçiliği olduğunu, kılık kıyafette onlara benzemenin aslında ruhtaki bir bozuluşa alâmet veya onun bedene aksetmesine sebebiyet vereceğini, bunun ise müstakil (bağımsız) bir şahsiyet inşa eden İslam düşüncesine zıt düştüğünü, Rasûl-i Ekrem’in Ebu Davud gibi sünen kitaplarında geçen ’Bir kavme benzemeye çalışan onlardandır.’ hadis-i nebevisi ışığında izah etmeye çalışıyor ve şu hükmü veriyordu:
’Bir Müslüman şiar (simge) ve alâmet-i küfür addolunan (sayılan) bir şeyi zaruretsiz giymek ve takınmak suretiyle gayr-i Müslimleri (müslüman olmayanları) taklit etmesi ve kendini onlara benzetmesi şer’an (dinen) memnûdur (yasaktır.)’
Hoca bu görüşünde yalnız da değildi. Atıf efendi kitabını neşrettikten sonra bu eser hakkında bir tenkit (eleştiri) kaleme alan Süleyman Nazif’e verdiği cevapta şöyle diyordu: ’Risalede şapkaya dair olan bahisleri Fetava-i Hindiyye, Kadıhan, Bezzaziye, Muhit-i Burhani gibi muteber fıkıh (hukuk) kitaplarından ahz ile (almakla) tercüme ettim. Meselenin ruhuna kendiliğinden bir şey ilave etmedim.’
Bunun üzerine bir yazı daha kaleme alan Süleyman Nazif asıl maksadını ve dine bakışını çok net ortaya koymaktadır. Süleyman Nazif adı geçen yazısında tehevvürle (düşünmeden hareket etmek) ve hakaretvari davranmış ve selef ulemasına (İslâm’ın ilk dönem âlimleri) ağır ithamlarda bulunmuştu. İşte bazı misaller: ’Fetva kitapları İslam’a ayak bağı olacak satırlarla dopdoludur.’ ’Ben bile bugün usulden hüküm çıkarmaya ilmim yeterli olsa bin iki yüz senelik mezhebimin imamı olan Ebu Hanife’yi aradan hürmetle çıkartarak Peygamberim ve Allah’ımla yalnız kalacağım.’ ’Hicretin bin senesinden beri fıkıh ve fukaha (hukuk âlimleri) bizde cehaleti çoğaltıp, istismar eden zararlı bir kuruluş ve bir sürü zararlı şahıslardır.’
Nazif bu yazısında Atıf Efendi için de ’dar düşünceli, cahil, Allah’ın haram etme yetkisini gasp eden’ gibi seviyesiz ithamlarda bulunmuştu.
ŞAPKA İNKİLAPI VE TEPKİLER

1 Kasım 1925’te kabul edilen Şapka kanunu Anadolu’da yer yer protestolara sebep olunca, hükümet demir yumruğunu kullanmaya karar verdi. Konya, Maraş, Giresun, Rize, Erzurum, Kayseri gibi şehirlerde halkın şapkaya direnmesi buralarda gezici İstiklal Mahkemelerinin dolaşmasına sebep oldu. Bu mahkemeler sadece Erzurum’da 30 kadar idam hükmü verdi.
Bu arada Şapka olaylarında etkili olduğu gerekçesi ile Frenk Mukallitliği ve Şapka kitabı toplatıldı ve müellifi (yazarı) hakkında inceleme başlatıldı. Hâlbuki müellif bu eseri Şapka kanunundan evvel neşretmişti (yayınlamıştı). Kanunların ise geçmişe yönelik işlememesi bütün hukuk sistemlerinde en temel bir esastı ve bu, bir güzel çiğnenecekti. Atıf Hocanın mazlumiyet, mağduriyet, mahkûmiyet dakikaları artık gün sayıyordu.
TEVKİFİ
Ve nihayet beklenen oldu. Mehmed Atıf Efendi 7 Aralık 1925’te tutuklandı. Ankara İstiklal mahkemesi tarafından Giresun’a gönderildi. Buradaki mahkemede suçsuz olduğu anlaşılıp beraatına karar verilmesine rağmen, İstanbul’a getirildiğinde salınmadı. Çünkü asıl mesele Atıf Hoca’nın suçlu olup olmaması meselesi değildi. Suç olmasa bile icat edilecekti. Necip Fazıl’ın da dediği gibi artık onu mahkûm edebilmek için ’Halis dindar olmak kabahati yüzünden asılacaksın’ demekten başka çare yoktu.
İstanbul’a getirildiği zaman bitkin ve zayıflamış bir haldeydi. İskilipli Atıf Hoca, Tahirü’l-Mevlevi ve Nuruosmaniye İmamı Osman Efendi başta olmak üzere sanıklar tekrar yargılanmak üzere trenle Ankara’ya götürüldüler.
İSTİKLAL MAHKEMELERİ

İstiklal mahkemeleri yargılamaları tarihe trajikomik bir not olarak düşmüşlerdir. Mesela sadece şu husus bile İstiklal mahkemelerinin yargılamasının ne kadar gülünç olduğuna yeter; Ankara İstiklal Mahkemesi azalarından sadece Rize Mebusu Ali Bey ile Savcı Necip Ali Bey hukuk öğrenimi görmüştü. Reis Kel Ali (Çetinkaya) ve diğer azalar Kılıç Ali ile Reşid Galip beyler asker kökenli idiler.
Zaten bunun çok da önemi yoktu. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu’nun ’Milli Mücadele Anıları’ adlı eserindeki İstiklal mahkemeleri hakkındaki şu ifadesi çok şeyi açıklıyor: "Mübalağasız denilebilir ki, bunlardan her biri kendi başına bir Büyük Millet Meclisi, kendi başına birer diktatördü.’
İstiklal mahkemeleri zabıtlarını incelediğimizde mahkemelerin hiç de Prof. Ergün Aybars’ın İstiklal Mahkemeleri adlı kitabında anlattığı gibi pembe bir çizgide olmadığı görünecektir. Misal olarak, mahkeme heyetinin sanıklara hitap tarzına birkaç numune verelim:
’...İnkâr filan edeyim deme! Temyizsiz (Yargıtaysız), istinafsız (üst mahkemesiz) bir mahkeme karşısında bulunuyorsun. Ufak bir yalan söylersen okkanın altına gidersin.’
’Hocam ruhun karanlık.’
’Anlaşılıyor ki, İstiklal mahkemesi kanunlarına biraz daha şiddet lazım. Senin gibi muzır (zararlı) adamlara bir iki sual sorduktan sonra hemen hükmü vermeli.’
Mehmed Akif’in damadı aslen Mısır’lı olan Ömer Rıza Doğrul’a hitaben: ’Ne olursan ol! Türk vatanında, Türk vatandaşları arasında yaşamaya hakkın yok. Sana daha açık söyleyeyim mi? Kendimizden başkasının bu toprakta oturmasını istemiyoruz.’
İşte mahkemeyi yürüten heyetin fikir seviyesi...
MAHKEME GÜNLERİ
Mehmed Atıf Efendi mahkemenin kendisi adına beraat vereceğinden ümitlidir. Zira berat vermemeyi gerektirecek bir suç bulunamamaktadır.
Mahkemeye dair bazı hatıralar da şöyle: O sıralar adi bir suçtan Ankara İstiklal mahkemesine verilen bir zat, bir mahkeme arasında şahit olduğu manzarayı şöyle anlatıyor: ’Atıf hocayı getirdiler. Kılıç Ali, Kel Ali ve Necip Ali ayağa kalktılar. Ellerinde şapkaları da var. Atıf Hocaya: ’Hocam, bunu giymekte bir beis yoktur deyiver’ dediler. Fakat Atıf hoca: ’Hayır’ dedi.
Bolu’lu Nizamettin Saraç bey anlatıyor: ’Zannedersem 1926 veya 27 seneleriydi. O sıralarda vazifem icabı Ankara’da bulunuyordum. Genç olmama rağmen İstiklal mahkemelerini takip için verilen vesikalardan birini elde etmiştim. Onunla imkân buldukça celseleri (duruşmaları) takip ediyordum. Bir tesadüf eseri olarak Atıf Hocanın muhakemesinde de bulundum. Muhakemeyi reis sıfatıyla Kel Ali adıyla maruf Ali Çetinkaya yürütüyordu. Büyük bir hışımla hocaya dönerek: ’Sen şapka aleyhinde bulunmuşsun!’ dedi.
Hoca sakin ve vakur (ağırbaşlı) bir tavırla: ’Evet efendim. Şapka kanunu çıkmadan iki sene önce, şapkanın bir Müslüman kisvesi (giysisi) olmadığına dair bir risale yazmıştım.’ dedi. Kel Ali: ’Şimdi ne yapıyorsun?’ diye sordu. Hoca: ’Kanunlara itaat ediyorum’ cevabını verdi. Bunun üzerine Kel Ali hiddetle bağırarak: ’Sen bilmiyor musun ki şapka da bezdir, fes de bezdir’ deyince hoca sükûnetle: ’Evet biliyorum, hey’et-i hâkimin (hâkim heyetinin) arkasındaki Türk bayrağı da bezdir, İngiliz bayrağı da. Lütfen o bezi kaldırınız da yerine bir İngiliz bayrağı asınız.’ karşılığını verdi. Kel Ali hiddetlenmişti. ’Ne diyorsun?’ diye bağırdı. Hoca: ’Şapka bir alâmettir, adet ile alâmet arasındaki farkı düşünerek o risaleyi yazmıştım.’ dedi. Bunun üzerine celse tatil olundu ve savunmasını yapmak için mahkeme bir gün sonrasına ertelendi.’
Ve nihayet 2 Şubat 1926 günü, mahkemede Müddei Umumi (savcı) Necip Ali Bey iddianamesini ve ceza taleplerini okudu. Tek idam isteği Babaeski Müftüsü Ali Rıza Efendi hakkındaydı. Mehmed Atıf Efendi 10 senelik sürgün (kürek) cezası istenen mazlumlar arasındaydı. Normalde mahkemelerdeki bir uygulama olarak, hâkimler savcının isteğinden fazla ceza vermezler, ya aynını ya da daha azını verirlerdi. Burada da durum öyle olacağını gösteriyordu. Ama bu hüküm ertesi gün ne hikmetse, Mehmed Atıf Efendi hakkında değiştirilecekti. Mahkeme son müdafaaları dinlemek ve hükmünü vermek üzere ertesi güne ertelendi.
ATIF HOCA’NIN RÜYASI
Türkiye’de birçok konuda olduğu gibi, İskilipli Mehmed Atıf Hoca’yı da ilk defa maşeri vicdanda seslendiren o enfes üslubuyla merhum Necip Fazıl oldu. Çoğumuz Atıf Hoca’yı onun ’Son Devrin Din Mazlumları’ adlı eserinden tanıdı. Kendisine bir kere daha Rahmet diliyoruz.
Necip Fazıl’ın naklettiği bir hadise, Atıf Efendi’nin mahkemeden bir gün evvel müdafaasını yazarken, birden dalıp rüyasında Rasûlullah’ı (s.a.s.) görmesi, Kâinatın Fahrinin (s.a.s.): ’Yanıma gelmek dururken ne diye müdafaa karalamakla meşgul oluyorsun?’ buyurması üzerine, yazdığı müdafaasını yırtması hadisesidir. Necip Fazıl bunu parlak ifadelerle kitabında anlatmış, çoğumuz da bunu gözyaşları içersinde okumuşuzdur. (Müdafaasını vermeyen tutuklunun Atıf Efendi olmadığını, aksine onun uzun dakikalar müdafaasını okuduğunu, Müftü Ali Rıza Efendi’nin müdafaasını vermeyip karara razı olduğunu savunanlar da vardır. (Geniş bilgi için Matbuat Âlemindeki Hayatım Ve İstiklal Mahkemeleri’ Tahirü’l-Mevlevi, Nehir yayınları, İst. 1991 yayınları bakılabilir.)
MAHKEMENİN SON GÜNÜ
Muhakemeyi takip eden yazar Şevket Süreyya Aydemir mahkeme zulmüne olan tanıklığını şöyle anlatıyor: ’Hükümlüler arasında sarıklı bir müderris göze çarpıyordu. Müderrisin Başında fes ve sarık vardı. Cübbesi ve kıyafeti temizdi. Suçu, o sıralar yayınlanan şapka kanununa muhalefet etmekti. Fakat bu suç, bir takım ithamlarla da karışınca mahkemeden en ağır hükmü yemişti. Artık son saatlerini yaşıyordu. Hocanın yüzü sakindi. Metanetini muhafaza ediyordu. Yalnız dudakları kımıldıyor ve galiba bir dua okuyordu. Fakat eskiden kalpaklı ve şimdi hasır şapkalı zat, bu hükümle de kanmamış gibiydi. Bağırıyor, çağırıyordu. Acaba Hoca’yı bir tekmeyle merdivenlerden aşağıya yuvarlayacak mı diye bekledim. Fakat olmadı. Müderris, bu sözler üzerine kendisine değilmiş gibi bekledi. Sonra sağanak geçince yürüdü. Muhafızların arasında merdivenlerden indi. Önümüzden geçerken gene dudakları kımıldıyordu.’
ŞEHADETİ
4 Şubat 1926 Perşembe... Sabahın ilk saatleri... Eski meclis binası yakınlarındaki Karaoğlan çarşısı...
Metin bir şekilde, dilinde dualarla idam sehpasına gelen Atıf Efendi kelime-i şehadetle bu dünya defterinin kapısını kapıyor ve ’yevme tüble’s serair’ (bütün sırların açığa çıkacağı gün) olarak Kur’an’da bildirilen dar-ı ahiretin özel bir bekleme salonu olan şehadet kapısını çalıyordu. Allah Rahmet eylesin. (Amin) ..
VE ONUN ARDINDAN...

Ali Tahmilci Bey, Hocaefendi ile aynı cezaevinde yatan amcası Hasan Tahmilci Bey’in anlattıklarını şöyle naklediyor:
’Mahkemeler bitmiş, kararlar verilmiş, her şey belli olmuştur. Hücrelerine çekilen hükümlüler, infaz anını bekliyorlar. Sırası gelenlerin kimisi kapıyı şaşırır, bacakları titrer, yürümekte güçlük çekermiş. Derken, sıra merhuma gelmiş. ’İskilipli Mehmed Atıf’ diye bağırmış bir görevli. Hoca metin ve mütevekkil... Ağır adımlarla, vakar içinde, dualar mırıldanarak yürümüş sehpaya.’
Nuri Saraç Bey, Atıf Efendinin mübarek naşını idamının ertesi günü görenlerdendir: ’Garip bir tesadüf ki, Hocanın muhakemesinin bittiği günün ertesi günü onu asılmış vaziyette eski Meclis’in avlusunda, iri yarı gövdeleriyle ve normal ebattan daha uzun bir darağacında sallandığına şahit oldum. Tesadüfen oradan geçiyordum. Hoca pırıl pırıl parlayan sakallı ve nurani yüzüyle, sanki hiçbir şey yokmuş gibi sallanıyordu.’
Onu idam sehpasında görenlerden biri de, yakın arkadaşı Tahirü’l-Mevlevi’dir. Mahkemeden beraat alan Tahir Bey o gün Ankara’da kaldığı otelde geceyi üzüntü ile geçirir ve sabah namazı sonrası dışarı çıktığında eski Meclis binasının önüne gelince ciğer parçalayan manzaraya o da şahit olur. Gerisini kendi kaleminden takip edelim:
’Birdenbire gözüme ilişen bir manzara, beni olduğum yere mıhladı. Evet, eski Meclis önündeki meydanın ortasına iki tane sehpa dikilmiş, onların arasına da beyazlar giydirilmiş iki vücut çekilmişti. Yüzleri diğer tarafa müteveccih olan (yönelmiş) bu cesetlerden birinin Atıf Efendi olduğu, boyunun uzunluğundan ve hala görünen metin vaziyetinden anlaşılıyor, o refi (yüksek) vaziyetiyle merhum hayatındaki halinden yüksek görünüyordu. Bilâ ihtiyar (elinde olmadan) gözlerimden yaşlar akarken dudaklarımdan da meşhur bir mersiyenin matlaı (taziye konulu kaside beyti) olan:
’Uluvvün fi’l hayati ve fi’l memat
Le-hakkun ente ikdü’l mucizat’

(Sen hayatta da, ölümünde de yücesin.
Gerçekten sen mucizelerden birisin) beyti döküldü.’

ESERLERİ

1- Mir’âtü’l-İslam
2- İslam Yolu
3- İslam Çığırı
4- Din-i İslam’da Men-i Müskirât
5- Nazar-ı Şeriatte Kuvve-i Berriye ve Bahriyye
6- Tesettür-ü Şer’î
7- Muâyenetü’t-Talebe
8- Medeniyyet-i Şer’iyye
9- Frenk Mukallitliği ve Şapka

KAYNAKLAR

1- Son Devrin Osmanlı Uleması, Cilt 3, Sadık Albayrak, Milli Gazete Yayınları, İst.1980
2- İslam Ansiklopedisi, Cilt 22, İFAV Yayınları
3- İnkılâp Kurbanları, Hüseyin Yılmaz, Timaş Yayınları, İst.1991
4- Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi, Cilt. 2, İsmail Kara, Risale Yayınları, İst. 1986
5- Sahabeden Günümüze Allah Dostları, Cilt 10, Şule yayınları.
6- Son Devrin Din Mazlumları, Necip Fazıl Kısakürek, Büyük Doğu Yayınları, İst. 2000
7- Ankara İstiklal Mahkemesi Zabıtları (1926), Hazırlayan: Ahmed Nedim, İşaret Yayınları, İst. 1993
8- Matbuat Âlemindeki Hayatım ve İstiklal Mahkemeleri, Tahirü’l-Mevlevi, Nehir Yayınları, İst.1991
9- İskilipli Atıf Hoca Niçin İdam edildi? Âlem Yayıncılık
10- Yakın Tarih Ansiklopedisi, Cilt 5, Akit Gazetesi Neşriyatı
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

1 kişi yorum yazdı.