Özlenen Rehber Dergisi

81.Sayı

Kur'an-ı Kerimi Okuma ve Anlama

İbrahim DEMİR Özlenen Rehber Dergisi 81. Sayı
Kur’ân-ı Kerimi okuma ve anlama hususunda, Ashab-ı Kiram’ın Kur’ân’ın tevatüründe yüklendikleri yüke, ayrıca İlâhî kelâmın bize gelişine kısaca değinmekte fayda hâsıl olacaktır. Peygamberimiz (s.a.v.) döneminde ilk toplama, Kur’ân’ın sapasağlam bir şekilde Peygamberin kalbinde sabit olan hıfz ve ezberi ile olmuştur. Bu ise Yüce Allah’ın şu vaadinin gerçekleşmesi demektir: ’Onu çabuk bellemek için onunla dilini kıpırdatma. Çünkü onu kalbinde toplamak ve onu okutmak bize düşer, O halde biz onu okuduğumuz vakit sen de onun okumasına uy! Sonra onu açıklamak da hiç şüphesiz bize aittir.’ (Kıyame sûresi, 75/5). Peygamberimiz (s.a.v.), Kur’ân-ı Kerim’i defalarca Cebrail (a.s.)’ın huzurunda okumuştur. Her ramazanda bir defa okuduğu gibi vefatından önceki ramazan ayında da iki defa okumuş; daha sonra da Cebrail’e okuduğu bu şekillere (arzlara) uygun olarak insanlara karşı da okumuş; Ashab-ı Kiram da ondan öğrendikleri şekliyle Kur’ân-ı Kerim’i yazmışlardır. Vahiy kâtipleri en az yirmi beş kişi kadar idi. Konu ile ilgili yapılan araştırmalar onların altmışa ka¬dar ulaştığını göstermektedir. Bunların en ünlü olanları dört Raşid Halife, Ubey b. Kab, Zeyd b. Sabit, Muaviye Ebî Süfyan kardeşi Yezid, Muğire b. Şube, Zubeyir b. Avvam, Halid b. Veliddir (r.anhüm). Diğer taraftan birçok sahabi Kur’ân-ı Kerime olan sevgileriyle ezber ve hafıza güçlerine dayanarak Kur’ân-ı Kerimi ez¬berlemişlerdi. O kadar ki mürtedlerle yapılan savaşlarda yetmiş kadar Kur’ân hafızı (kurra) şehit edilmişti. Ebu Ubeyd ’el-Kıraat’ adlı eserinde hafızların bazı¬larını saymaktadır; muhacir hafızlar arasında dört Râşid Halife, Talha b. Ubeydullah, Sad b. Ebî Vakkas, Abdullah b. Mesud, Huzeyfe b. Yeman, Ebu Hu-zeyfenin mevlası Salim b. Makil, Ebu Hureyre, Abdullah b. el-Saib, dört Abdul¬lah (İbn-i Ömer, İbn-i Abbas, İbn-i Amr, İbn-i Zubeyr) Hz. Âişe, Hz. Hafsa, Ümmü Seleme’yi de sayar. Ensardan ise, Ubâde b. Samit, Ebu Halime Muaz, Mucemmi b. Cariye, Fadale b. Ubeyd ve Mesleme b. Muhalled’i zikreder. Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Ubeyy b. Kab, Hz. Ebu’d-Derda, Hz. Muaz b. Cebel, Hz. Zeyd b. Sabit, Hz. Abdullah b. Mesud ve Hz. Ebu Musa el-Eşarî (r.anhum) hafızların en meşhurları idiler.
Hz. Ebu Bekir (r.a.), Zeyd (r.a.)’e şöyle dedi:
’Sen akıllı bir gençsin, herhangi bir kusur ile itham edilmiş değilsin. Rasûlullah’a (s.a.v) gelen vahyi yazıyordun. Şimdi Kur’ân-ı Kerim adına kimde ne varsa onu iyice tespit et ve biraraya getir.’
Zeyd (r.a.) emrolunduğu işi yaptı ve dedi ki:
’Ben de Kur’ân-ı Kerim kimde varsa tespit ettim ve onu kabukları alınmış hurma dallarından, ince be¬yaz taşlardan, onu ezberlemiş olanların hafızasından derleyip topladım. Tevbe sûresinin son bölümünü -yazılı olarak- Huzeyme el-Ensarî’nin yanında buldum. Bu şekilde ondan başka bir kimsenin yanında bulmadım. Bu kısım ’Andolsun ki içinizden size öyle bir Peygamber gelmiştir ki...’ (Tevbe Sûresi, 9/128) buyruğundan itibaren surenin sonuna kadar olan bölümü idi. Sahifeler, Yüce Allah’a ruhunu teslim edinceye kadar Hz. Ebu Bekir’in (r.a.) yanında mahfuz kaldı; daha sonra hayatı boyunca Hz. Ömer’in (r.a.) yanında kaldı, sonra Hz. Ömer’in kızı Hz. Hafsa’nın (r.anhâ) ya¬nında kaldı.’
Bundan açıkça şunu öğreniyoruz: Kur’ân-ı Kerim’in toplanma işi bir anda iki hususa dayanılarak gerçekleştirilmiştir: Bunlar kemik ve benzeri şeyler üzerine yazılması ve Ashâb-ı Kiram’ın Kur’ân-ı Kerim’i ezberlemeleri idi. Hz. Ebû Bekir dönemindeki toplama işi özel şekildeki sahifelerin bir araya getirilmesin¬den ibaret idi. Daha önce ise pek çok sahifede dağınık halde bulunuyordu. Hz. Zeyd kendisinin Kur’ân-ı Kerim’i ezberlemiş olmasıyla yetinmedi; aynı şekilde kendisinden başka Ashâb-ı Kiram’ın ezberlemelerine de dayandı. Bu ise kendisi vasıtasıyla tevatürün gerçekleştiği yani adeten yalan söylemek üzere anlaşma¬yacaklarından emin olunan büyük bir kitlenin birbirlerinden nakletmesiyle sağlanan bir bilgi kaynağı idi.
’Kur’ân-ı Kerim, Tevrat’ın Hz. Musa’ya, İncil’in Hz. İsâ’ya nazil olduğu gibi -hükümleri mükelleflere ağır gelmesin diye- bir defada nazil olmamıştır. Kur’ân-ı Kerim şerefli Peygamberimizin kalbine vahiy yoluyla Cebrail (a.s.) va¬sıtası ile şartların, olayların, durumların gereklerine uygun olarak veya olay ve münasebetlere cevap teşkil etmek üzere ya da soru ve açıklama isteklerine uy¬gun cevaplar vermek üzere kısım kısım nazil olmuştur. Kur’ân-ı Kerim’in kısım kısım indirilmesinin hikmetlerinden bir tanesi de; Müslüman cemaatin çalışma ve faaliyetlerini ilâhî vahye uygulamaktır. Çünkü Peygamber (s.a.v.)’in vahiy almaya devam etmesi hem onun sabretmesini hem de başkasını sabra davet etmesini kolaylaştırmıştır. Bu hususta ona yar¬dımcı olup çeşitli sıkıntılara, müşriklerden çekip gördüğü türlü eziyet ve zor¬luklara katlanmasını sağlamıştır. Aynı şekilde bu, İslâm’a girenlerin akideleri¬nin güçlenmesine yardımcı olmuştur. İnen vahiyler beraberinde bir problemin çözümünü getiriyordu. Bu ise Peygamber (s.a.v.)’in davetindeki doğruluğunu da¬ha bir pekiştiriyordu.’ (Tefsiru’l-Münir, Vehbe Zuhayli) Kur’ân’ın nüzulündeki bu ayrıntı da esbab-ı nüzule ve Rasûlullah (s.a.v.) ve Ashab-ı Kirâm’ın yaşantılarına dikkatle eğilmemizi gerektirmektedir. Zira sual ve sıkıntıları Allah’ın ayetleriyle muhatap kılınmış bir topluluktan söz etmekteyiz.
Bugün, dün de olduğu gibi, İlâhî kelâma ittiba hususunda bir takım sorunlarla boğuşanların, daha çok rey ile tefsiri esas alıp şahsi hezeyanlarını İlâhî murat olarak sunmalarının ne derece büyük tehlikelere kapı araladığı aşikârdır. Bu gün rey yahut hezeyan tercihi nedeniyle akıl almaz bir biçimde göz ardı edilen esbab-ı nüzul hususunda, Tefsîrü’l-Münir’de; ’Nüzul sebepleri hükmün amaçla¬rını açıklayan, teşrî sebeplerini beyan eden, bunun sır ve hedeflerini tanıtan Kur’ân-ı Kerim’in kapsamlı ve incelikli bir şekilde anlaşılmasına yardımcı olan bir takım kaidelerdir. Hatta üzerinde durulması ve dikkate alınması gereken özel bir sebep değil de genel lafız olsa dahi, durum böyledir…’ denir.
Kur’ân’ın öngördüğü şeriat her zaman diliminde çağdaştır, her vakı¬anın şeriatıdır, her türlü toplumsal hastalığın ve fertlerin sapma ve sapkınlık¬larının kesin tedavisidir. İçinde zikredilen kıssalar, ibret levhaları ya da bazı şahısların üzerinde cereyan eden hadislerin konu edildiği ayet-i kerimleri, geçmişte yaşanmış bitmiş bir hadise gibi görüp Rabbimizin o hitaplarındaki zaman ve mekânları kuşatan hakikatlerini anlamamak, idrak edememek de, âyetlerin esbâb-ı nüzûlünü görmezden gelerek sığ bir akılla arzusuna göre yorumlamaya kalkmak ne denli bir yanlışlıktır, hüsrandır.
Bir diğer husus da; özellikle medya vaizliği ve akademik sunumlar noktasında, düşülen en büyük tezat durumun sevgi ve itaat hususunda olduğu gözlemlenmektedir. Bunun yanı sıra Rasûlullah (s.a.v.)’e ve Ashâb-ı Güzîn’e yaklaşımları, Ehl-i Sünnet’in ortaya koyduğu insicamın aksine, İslâm tarihinde bu noktada siyasi yaklaşım ve yorumlarla sırat-ı müstakim çizgisinden ayrıldıkları icmâ ile sabit grup ve fırkaların anlayışına temayül edip muhabbet besleyenlerin, izi sıra gittikleri o fırkaların düştüğü tehlike ve hatalara düşmeleri normaldir.
Zira sapık grup ve fırkaların Kur’ân-ı Kerim’in bir takım âyetlerini usul ve nüzul ile bağdaşmayan yorumlarla ümmet ile araya duvarlar örerek ayrıldıkları gözlemlenmektedir. Yine ortaya koydukları sevgi ve itaat farklılıkları, zamanla Kur’ân-ı Kerim’in bir kısmını inkâr, görmezden gelme ve yok sayma zilletine düşmelerine neden olmaktadır. Aynı fırkaların sünnetini takip suretiyle Kur’ân’ı Hakim’i anlatmaya kalkanların yapacağı, Allah’ın âyetlerini tevil suretiyle örtmek, hayat-ı şahanelerinde üsve-i hasene olarak sunan Rasûlullah’ın sünnetlerini inkar etmekten başka bir şey olmamaktadır. Tam da Kur’ân-ı Kerim’in toplanması ve çoğaltılması dönemine denk gelen olaylarla farklılaşanlarla ünsiyet, Ashâb-ı Kiram’dan gelen rivayetleri, âlimlerimizin ortaya koyduğu usul kaideleri dışında siyasi bakış açısını da rivayetlerin tashihi yönünden bir unsur olarak kabul edilmiştir. Bu cenahtan bir bakış, topyekûn Allah’ın ipine sarılma noktasında ümmeti büyük zaafa düşürecek bir fitneden başka bir şey olamaz.
Bu hususta İmam-ı Rabbanî (k.s.) efendimiz Mektûbat’ında şunları zikrediyor: ’Şunun bilinmesi yerinde olur ki, Sahabe-i Kiram, Kur’ân ve hadisin tebliğcileridir. İcma dahi, onların asrına bağlıdır. Onlardan tümü veya bazısı dalâlet ve fısk ile muttasıf olur ise, dinin bütününden veya bazısından itimat kalkar. Hatemü’l-Enbiya, Efdalü’r-Rusûl Rasûlullah (s.a.v.) Efendimizin bi’setinden gelecek fayda dahi az olur. Kur’ân-ı Kerim’i cem eden Hz. Osman’dır; hatta Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer Faruk’tur. Allah onlardan razı olsun. Şayet bu zatlara taan edilir ve onlardan adalet kaldırılmış olur ise, Kur’ân’a nasıl itimat kalır ve ne şeyle din kaim olur? Bu işin şenaati düşünülmelidir. Rasûlullah (s.a.v.) Efendimizin Ashabı tümden adalet üzeredir. Bize her ne tebliğ etmişlerse haktır ve doğrudur.’
210. Mektupta ise Ashab-ı Kiram’dan bahsederek: ’Hepsini büyük bilmemiz lâzımdır. Hepsine iyi gözle bakmalı, hepsini sevmeli, övmeliyiz. Çünkü, Ashâb-ı Kirâm’ın hepsi âdildir. İslâmiyyeti bildirmekde, hepsi ortakdır. Birinin bildirdiği, ötekinin bildirdiğinden dahâ kıymetli değildir. Hepsi Kur’ân hamilidirler.Kur’ân-ı Kerîm’i onlar topladı. Âyet-i kerîmeler, herbirinin adâletine güvenerek, hepsinden, birer ikişer alınarak, bir araya getirildi. Bir kimse, Ashâb-ı Kirâm’dan birini kötülerse, bu sözü Kur’ân-ı Kerîm’e dokunur. Çünkü, birkaç âyet-i kerîme, ondan alınmış olabilir.’
Cenâb-ı Hakk’ın, Kur’ân’ı ve İslâm’ı kendilerine yüklediği ve bu hususta hiçbir fedakarlıktan geri durmayan Ashâb-ı Kirama karşı vaziyetlerimizi de yeniden gözden geçirmek İlâhî kelama ve Rabbimize karşı bir vecibemiz olsa gerektir.
Medya organlarını kullanmak suretiyle insanlara ’Kur’ânî tebliğ(!)’i icra edenlerin ’dâll’ ve ’edall’ (sapan ve saptıran) konumuna düşmemeleri için, Kur’ân’dan bahsederken ’herhangi bir kitabı’ kavrama yeteneğinde gerekli hünerin Kur’ân’ı idrakte yeterli olduğu vehmiyle hareket etmemeleri de gerekmektedir. Müfessirîn olmaklığa, Kur’ânî tebliğe kalkan ve kitleleri muhatap alan kimsenin, âyet-i kerimelerden ilâhî murâd ve maksadı istinbât ederek ictihadda buluna¬bilmesi için; lügat, nahiv, sarf, meânî, beyân, bedî, kırâat, usûlud-dîn, usûlul-fıkh, esbâbun-nüzûl ve’l-kasas; nâsih ve’l-mensûh, fıkıh, mücmel ve mübhemin tefsiriyle ilgili ehâdîs ve ilmiyle amel edenlerin kazanabildikleri mevhibe ilimlerini elde etmiş olması gerekmektedir. Üzülerek ifade ederiz ki, asgari temel İslâm esaslarına muttasıf herkesin fark edebileceği eksikliklerin bulunduğu ve haramların aşikâr işlendiği ortamlarda Kur’ân ve İlâhî muraddan bahsedildiğini her dem müşahede etmekteyiz. Kur’ân’dan bahsedilen öyle ortamlar oluşmakta ki: ’Rasûlüm! Mümin erkeklere, gözlerini (harama) dikmemelerini, ırzlarını da korumalarını söyle. Çünkü bu, kendileri için daha temiz bir davranıştır. Şüphesiz Allah, onların yapmakta olduklarından haberdardır.’ (Nûr sûresi, 30) âyetinin alenî çiğnendiği ortamlarda, Kur’ânî amelin ve teslimiyetin olmadığının açıkça gözlemlendiği kişilerce medya vaizliği icra edilmektedir. Bugün, dinimizi kimden ve nasıl kavradığımızın farkında olmak çok daha elzem olmuştur. Şu bir hakikattir ki Kur’ân’a ve İlâhî murada bendolmak için hidayet ve irşat menbaından beslenmek gerekmektedir.
Kur’ân’ın irşat ve tebliğinde bulunmak, belirtilen özelliklerin yanı sıra İlâhî mevhibeden hisseyâb olmayı da gerektirmektedir. Hidayet yolundan nasipdâr olmak için bir hidayet ve irşat menbaından Kur’ân’ı ve ahlâkını alışmak elzemdir. "Elbette ki bir irşat ve hidayet menbaı olmak, ancak Cenâb-ı Hakk’ın yakınlık nimetlerinin o kimseler üzerinde hususiyetleriyle tecellisine nailiyetle hakikat olur. İlmi kesp ederek bir âlim, takvaya riayetle bir sâlih olabilmek her müminin ceht ve gayreti ile erişebileceği bir nimettir. Ancak irşat ve hidayet menbaı olan bir kalbin sahibi olmak, ceht ve gayretten de hali kalmadan Allah’ın bu husus için seçtiği, murat ettiği kullardan olmaya bağlıdır. ’Bu nimet çalışmakla elde edilmez, ancak Allah (c.c.) hep çalışanlara ihsan etmiştir.’*

*Muzaffer Yalçın Hocaefendi.
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

Henüz hiç kimse yorum yazmadı.