Özlenen Rehber Dergisi

160.Sayı

Selef Ulemâsının İlm-i Kelâmı Zemmi Üzerine Bir Değerlendirme

Melikşah Sezen Özlenen Rehber Dergisi 160. Sayı
İslamî ilimlerin hemen her sahasının teşekkül sürecinde muhakkak ki o ilmî faaliyete dair zemmedici ifadeler serdedildiğini görmek mümkündür. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in risalet vazifesini ifa ettiği süreçte önce sadece kelâmullahın yazımına müsaade etmesi ile Kur’an-ı Kerim’in yazımı hariç diğer aktarımlara yer verenlerin tenkid edildiğini biliyoruz. Hadis-i şeriflerin yazılmasına müsaade geldikten sonra dahi bu işe yoğun mesai ayıranların ve çok hadis nakledenlerin eleştirildiği de malumdur. Mesela Ebû Hureyre (r.a.)’ın çokça hadis-i şerif naklettiği için Hz. Ömer (r.a.) tarafından kontrol edildiği ve hatta naklettiği hadislerin sabitliğine şahit olunduğu halde sakındırıldığı yine malumdur. Bu sürecin akabinde hadis-i şeriflerin ehemmiyeti, vazgeçilmezliği ve yalandan arındırılmasının zarureti fukahanın icmaı ile sabit olunca ’İlim dindir, dininizi kimden aldığınıza dikkat edin.’ denildi ve cerh-tadil ilminin zarureti aşikar olup bunun için yeni bazı ölçüler ortaya konmaya başlandı. Fakat o dönemde cerh-tadil ile meşgul olmanın da doğru olmadığını, bunun tecessüs olduğunu müdafaa eden bazı sesler duyuluyor ve bu alanla iştigal eden âlimlere tenkit yöneltiliyordu. Ebû Îsâ et-Tirmizî’nin (ö. 279/892) bu bağlamda serdettiği şu ifadeler konuya güzel bir örnektir: ’Aklı ermeyen bazı kimseler, muhaddislerin hadis ricali hakkında konuşmalarını ayıplamışlardı. Aralarında Hasan-ı Basrî ve Tâvûs olmak üzere Tabiîn imamlarından birçokları hadis ricalini tenkit etmişlerdir… Adı geçen âlimleri böylesi bir tavra sevkeden şeyin Müslümanlara olan bağlılıkları olduğunu düşünmekteyiz.’1
Yine hemen aynı zaman diliminde fıkıh ilmi ölçüleri şekillenen bir hâl alırken sadece şimdiki hâlin fıkhıyla meşgul olmak esas görülmüş, farazî/nazarî fıkıh yani henüz olmamış, gerçekleşmemiş hâlin, meselelerin fıkhıyla meşgul olmak nahoş karşılanmıştır. Geçiş süreçlerinin tamamında görülen tavrın diğer sahalardaki misalleri arttırılıp her alan için örnekler çoğaltılabilir. Bu tenkitlerin hepsi makul ve gerekli kabul edilebilir ve tüm bu tavrın temel sebebinin dini muhafaza etme hassasiyeti olduğu da belirtilmelidir.
Dini kendisine yüklenmiş bir emanet olarak kabul eden Selef ulemâsının gerekli olsun yahut olmasın bir teşebbüsü hemen kabul etmeme, edememe tavrının arkasında, emaneti muhafaza etmiş olarak teslim edebilme hassasiyet ve endişesi yer almaktadır. Bu sahalardaki gayretin gerekliliği ve bu alanlarla meşgul olan kimselerin samimiyeti ile kısa sürede ümmet nazarında hüsn-ü kabul görmüş, gayretlerinin emaneti muhafaza adına olduğu teslim edilmiştir. İş bu kabul sayesinde teşekkül sürecinde duyulan reddediş sesleri hafiflemiş ve yerini çoğu kez bu ilimlerin, âlimlerin övgüsüne bırakmıştır.
İlm-i kelâmın teşekkül sürecinde de görülen reddediş ve tenkid beyanlarının temelinde mezkûr hassasiyetler bulunmaktadır. İtikadî esasları şüphelerden arındırma ve muarızların ithamlarından muhafaza etme gayesi üzerine kurulu bu alandaki reddediş tavrının daha yüksek desibellere ulaşmasının ve gerekliliğini kısa sürede ümmete intikal ettirememesinin birkaç alt gerekçesi mevcuttur. Öncelikle bu gayreti gerçekleştirmek üzere faaliyette bulunan ilk zümre olan Mutezile ve temsilcisi isimlerin amelî ve ahlakî zaaflarının bulunduğunun gözlenmesi daha önce belirttiğimiz dini muhafaza etme samimiyetinin karşılık bulmasına engel olmuştur. Kelâm zemmine yönelik ister mütekaddim ister müteahhir eserlerde bu vurguyu bariz şekilde görmek mümkündür. Mesela İbn Kuteybe (ö. 240/855) Te’vîlu Muhtelefi’l-Hadîs isimli eserinde kelâmı zemmetmek için andığı isimlerin tamamı bu yaklaşımın müşahhas bir misalidir. Bununla beraber Mutezilî âlimlerin, hadis-i şeriflerin sıhhatilerini nazar-ı dikkate almaksızın aklî çıkarımlar ile yok hükmüne düşürmesi de bu samimiyet beklentisini zedeleyen görüntülerden olarak zikredilebilir. Mutezilî pek çok ismin muhaddisler ve fakihler nazarında kıymetine rağmen rü’yet, kabir azabı, şefaat vb. haberleri yok saymaları ve hatta inkârları kendilerine karşı şiddetli bir güvensizlik oluşturmaya yetmiştir. İmam Şafiî’nin (ö. 204/820) er-Risâle isimli meşhur usûl eserini kaleme alışı ve eserde yoğun Sünnet vurgusunda bulunuşunun, Mutezile kelâmının Sünnet’i dikkat-i nazara almayan tavrına cevap olduğu da ondan bahseden eserlerde bu sebeple zikredilmiştir.2
İlm-i kelâmın zemmine sebebiyet veren önemli saiklerden bir diğeri de diğer disiplinler gibi sadece İslam içi, Müslümanlara dönük bir faaliyet olmamasıdır. Nitekim Mutezilî âlimlerin tercüme eserler vasıtasıyla felsefî beyanlara yakın konuşmaları, onların hassasiyetlerini öncelemeleri samimiyeti zedeleyen bir diğer unsur olarak değerlendirilebilir. Bu bağlamda Talat Koçyiğit’in (ö. 2011) şu değerlendirmeleri haklı ve önemlidir: ’Bidayette sadece İslam akaidini müdafaa etmek gayesiyle felsefî ilimlere yönelmiş olan Mutezile imamları, sonraları Yunan kültürünün tesiriyle yeni bir devre girmişler ve bu gayelerinden tamamen uzaklaşmışlardır. Doğrusu felsefe, hayatlarında büyük bir inkılab yaratmış, onu, İslam akaidinin müdafaasında kullanmak için değil, fakat lizatihi öğrenmeye ve onda derinleşmeye başlamışlardır. Bunun neticesi, bir taraftan, Yunan filozoflarını, nübüvvete yakın bir kudsiyetle büyütmüşler, sözlerinin doğruluğuna katiyetle inanmışlardır.’3 Dolayısıyla Selef ulemâsının ilm-i kelâmı zemmeden ifadelerinin ’Mutezilî kelâmı’ adına anlamlı ve gerçek olduğunu belirtmek gerekmektedir. Çünkü Selef döneminde ilm-i kelâm faaliyetinin Ehlisünnet’i temsil edecek sistemleşmiş bir yapısının olduğunu söylemek mümkün değildir. Hafız Zehebî’nin (ö. 748/1348) İmam Yusuf kanalıyla gelen bir rivayetin asılsızlığını ispat için zikrettiği aktarım bu hususta önemli bir misaldir. Uzunca olan rivayetin bir bölümünde İmam A’zam (ö. 150/767); ’Kelâm ilmiyle meşgul olursam sonunda elime ne geçer?’ diye sormuş ve ona cevap olarak, ’Kelâm ilmiyle meşgul olan kimse bu ilmin sebep olacağı kötü şöhretten yakasını kurtaramaz. Kendisine zındıklık iftirası atılır ve bunun neticesi olarak katledilir ya da kınanmış bir kişi olarak boynunu ipten kurtarabilir.’ denmiştir.’ Bu aktarım ardından uydurma olan bu rivayetin uydurma oluşunu ispat için Hafız Zehebî’nin şu tespiti çok önemlidir: ’Bu kıssayı uyduranı Allah (c.c.) kahretsin. O vakitler kelâm ilmi diye bir ilim mi vardı?’4 Biyografi ve tarih konusunda otorite sayılan5 Zehebî’nin böyle bir itiraz getirmesi onun, Mutezilî kelâm faaliyetlerinden habersiz olması muhal olduğuna göre ancak Ehlisünnet’in kelâmını kastetmesiyle anlaşılabilir ki doğru olan da budur. Bu kabulde muhakkık âlimlerin ittifakı vardır denilebilir.6 İzmirli İsmail Hakkı’nın (ö. 1946), ’Bu dönemde Selef ve Sünnîlerle mücadele ve münakaşa konusunda ilk eser yazan Vâsıl b. Atâ oldu. Bu anlayış Ehlisünnet’in, Selef’in tevhid ilmi karşısında yer alıyordu. İşte kelâm ilmi böyle çıktı… Bu dönemde kelâmcıların tümü Mutezilî, ehl-i bidattı.’7 şeklindeki ifadesi mevzuya dair net bir fotoğraf sunmakta ve bu izahını birçok eserinde ısrarla vurgulamaktadır.8
İlm-i kelâm zemmini sadece bu sebebe ve Mutezilî zümreye tahsis etmek de hakikatli bir tespit olmayacaktır. Mesela Ahmed b. Hanbel’in (ö. 241/855), Hâris el-Muhâsibî (ö. 243/857) ile olan yakınlığına rağmen ilm-i kelâma dair konuştuğu ve bidatçilere reddiyesini bu usûlle yaptığı için onunla ilişkisini kesmesi bunun en net örneklerindendir.9 Burada mevcut olan problem samimiyet problemi değildir. Nitekim aralarındaki ilişki bu sürece değin aktif bir şekilde sürerken İmam Ahmed’in el-Muhâsibî’yi samimiyet yoksunu görmesi tutarlı bir yaklaşım olmayacaktır. Buradaki endişe ise, o kapının açılmasına izin verildiğinde insanların kendini muhafaza edemeyecekleri bir alanı meşrulaştırmış olma sezgisi ve korkusudur. ’Kelâmla meşgul olan kimse asla felah bulamaz’10 ifadesiyle İmam Ahmed b. Hanbel, bu meşguliyetin kalbin katılaşmasına ve metodunda cedel gibi yöntemleri kullanması dolayısıyla bunların tasvip edilemezliğine atıf yapar gibidir. Cedelin hakikati ifade etmek adına bir yöntem olarak kullanılması hususundaki endişenin bariz hale geldiği misallerden birisi İmam Malik’in (ö. 179/795) Mürciî olmakla itham edilen Ebu’l-Cüveyyire diye bilinen biri ile arasındaki diyalogdur. Onun imama, ’Ey imam, beni dinle, sana delil getirip görüşümü açıklayacağım.’ dediği, İmam Malik’in cevaben, ’Ya beni mağlub edersen?’ diye sorması üzerine ’Benim dediğimi kabul edersin’ dediği zikredilmektedir. İmam Malik yeniden ’Şayet ben seni mağlub edersem?’ diye sorunca ’O zaman ben senin görüşünü kabul ederim’ dedi. İmam daha sonra ’Eğer biri gelir de, onunla konuşursak, o da ikimizi mağlub ederse?’ diye sordu ve Ebu’l-Cüveyyire ’Onun görüşünü kabul ederiz’ deyince İmam Malik ’Allah, Muhammed (s.a.v.)’i tek bir din ile göndermiştir. Görüyorum ki sen daldan dala atlıyorsun.’ şeklinde cevap vermiştir.11
İlm-i kelâm zemmi adına Selef’ten nakledilen bazı söz ve hadiselerin bağlamından kopartıldığı, çarpıtıldığı yahud tamamen yanlış anlaşıldığı da bu meyanda zikredilmesi gereken önemli hususlardandır. Mesela İmam-ı A’zam Ebû Hanîfe’nin oğlunu itikadî meseleleri konuşmaktan men etmesi hadisesi bu yanlış aktarımlardan bir tanesidir. İmam Ebû Hanîfe ile oğlu Hammâd arasında geçen ve oğlunun babasına söylediği; ’Bizi kelâm ile meşguliyetten men ediyordunuz hâlbuki siz de kelâma ait meselelerle meşgul oluyordunuz.’ ifadesine cevaben Ebû Hanîfe’nin ’Evet biz kelâm meseleleri hakkında münakaşa ediyorduk fakat biz başımızın üstünde bir kuş varmış gibi aklımızın başımızdan uçmasından korkan kimsede olduğu gibi arkadaşımızın yanılmasından korkardık. Hâlbuki sizler kelâm münakaşalarına giriyor ve arkadaşınızın yanılmasını, ayağının kaymasını istiyorsunuz. Arkadaşının yanılmasını isteyen kişi onun kâfir ve sapık olmasını istiyor demektir, bu ise küfürdür.’12 beyanı hakikatte bir meşguliyet ve müessese olarak ilm-i kelâmın zemmedildiğini değil bu alanla meşgul olacak kimsenin niteliklerinin belirtildiği bir konuşmadır. Bu hassiyet ise daha ileri süreçte samimiyetini kabul ettiren ve yaptığı işin, dini aslî hüviyeti ile muhafaza olduğunu gösteren mütekellimlerin eserlerinde bizzat kendilerinin de zikrettikleri ölçülerdendir. Çünkü bir ilmin gerekli olması ile onun herkese açık olması yahud erbabında bir takım hasletlerin bulunmasını talep farklı şeylerdir. İlm-i kelâm, mütekellimlerin icmaı ile avamın uzak olması gereken farz-ı kifaye bir mesuliyettir. Hatta bu hususun ciddiyetini vurgulamak için bizzat mütekellimler müstakil eserler telif etmişlerdir. İmam Gazâlî’nin (ö. 505/1111) İlcâmu’l-Avâm An İlmi’l-Kelâm risalesi bunun en meşhur misallerindendir.
İlm-i kelâm zemmine gerekçe olarak kullanılan ve Selef’ten nakledilen bazı rivayetlerin problemi ise onların bağlamından koparılması gibi değil bizzat uydurma anlatılar üzerine bina edilmesidir. İmam Ebû Hanîfe’nin ’son iki senem olmasaydı helâk olurdum’ dediğine dair dolaşan haber de bu alanda güzel bir örnektir. İmam el-Kevserî (ö. 1952) bu sözün hiçbir sahih kaynakla desteklendirilemediğini beyan etmiştir. Yine İmam-ı A’zam ile ilgili olarak daha önce Hafız Zehebî’den aktarılan rivayet de bu kategoriye dahil edilebilecek bir başka misaldir.
Dolayısıyla bugün Selef ulemâsının tarihi koşullar içerisinde haklı olarak söylediği ifadeleri bağlamından kopararak ve değişmiş şartların, kendisini ispatlamış âlimlerin ve ümmetin hüsn-ü zannını kazanmış bir gayretin karşısına koymak büyük bir hatadır. Anakronizme düşmeden bugün ilm-i kelâmın bir eksiği varsa konuşulmalıdır fakat tarihi serencamda başka hassasiyetlerin ürünü olan beyanları Selef imamlarını da şahit tutup vebal alarak aktarmak, diretmek hilaf-ı hakikat bir tavır olmaktadır. Ehlisünnet mütekellimler, Mutezile kelâmından ayrılan usûl ve hassasiyetleri ile ümmet nazarında hüsn-ü zan ile karşılanmış, yaptıkları faaliyetin kıymeti ve müslümanların omuzlarından kaldırdıkları farz-ı kifaye mesuliyet övülmüş ve hayırla yâd edilmişlerdir. Cenâb-ı Hak, Ehlisünnet’i muhafaza ve müdafaa gayesiyle ömür tüketen itikat imamlarımızdan razı olsun.

(Endnotes)
1 Muhammed Abdurreşid en-Nûmânî, Mekânetü’l-İmâm Ebû Hanîfe Fi’l-Hadîs, s. 31.
2 George Makdisi, Şâfiî’nin Hukukî Teoloji Anlayışı: Usûl-i Fıkhın Kökenleri ve Önemi, çev. Sami Erdem, (Sünnî Paradigmanın Oluşumunda Şafiî’nin Rolü içerisinde), syf. 27-34; Hüseyin Güleç, Şafiî Mezhebinde Hadisin Kaynak Değeri, s. 20.
3 Talat Koçyiğit, Hadisçilerle Kelâmcılar Arasındaki Münakaşalar, s. 76.
4 Zehebî, Siyeru A’lâmi’n-Nübelâ, c. 6, s. 395-397.
5 Tayyar Altıkulaç, ’Zehebî’, DİA, c. 44, s. 182.
6 en-Nedim, el-Fihrist, çev. Heyet, s. 433; W. Montgomery Watt, Müslüman Aydın ’Gazâlî Hakkında Bir Araştırma’, çev. Hanifi Özcan, s. 43.
7 İsmail Hakkı İzmirli, İslamda Felsefî Cereyanlar, syf. 38
8 İsmail Hakkı İzmirli, Muhassalu’l-Kelâm ve’l-Hikme, s. 70; Muhlis Körpe, İzmirli İsmail Hakkı Düşüncesinde İmam Gazâlî, s. 51.
9 Taşköprüzâde, Miftahü’s-Saâde, c. 2, syf. 138
10 Saduddin Taftazanî, Şerhu’l-Akâid, çev. Talha Hakan Alp, s. 67.
11 Muhammed Avvame, Eserü’l-Hadîsi’ş-Şerîf Fi’htilafi’l-Eimme Radıyallâhu Anhüm, s. 46.
12 Aliyyü’l-Kârî, Fıkhu’l-Ekber Şerhi, s. 13-14.
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

Henüz hiç kimse yorum yazmadı.