Özlenen Rehber Dergisi

60.Sayı

Mehmed Akif Ersoy ve Çanakkale Şehitlerine Adlı Şiiri

Cafer CEYLAN Özlenen Rehber Dergisi 60. Sayı
Merhum Üstat, Çanakkale Savaşı’nda İlâ-yı Kelimetullâh (Allah Kelâmı’nın, İslâmiyet’in ulviyetini ve hakikatlerinin kıymetini bilmek ve yaymak.) uğruna savaşarak vurulup şehit olan yiğit askerlere ithaf ettiği ’Çanakkale Şehitlerine? adlı destansı şiirine, ’Şu Boğaz Harp’i nedir? Var mı ki dünyada eşi?! / En kesif (sert) orduların yükleniyor dördü beşi.? beytiyle giriş yapıyor. Gerçekten de Çanakkale deniz ve kara savaşları, dünya savaş tarihinde sebepleri ve sonuçları açısından önemli bir yere sahip olup toplumları, devletleri derin noktalarda etkilemiştir. Bu savaşın olumlu ve olumsuz etkisi, gerçekleştiği ve bittiği tarihlerden sonra da devam etmiştir.
Bilindiği üzere Çanakkale deniz ve kara savaşları I. Dünya Savaşı kapsamında, genelde İtilâf ve İttifak blokları arasında olmuş, özelde ise Osmanlı ve İngiliz-Fransız kuvvetleri arasında olmuştur. ? İngiltere ve Fransa, kendi askerleri yanı sıra bahsi geçen bu savaşta, sömürgelerinden getirdikleri aralarında Müslümanların da bulunduğu askerlerden, Hıristiyanlık propagandası yaparak yandaşı olan çeşitli Avrupa ülkelerinden toparladıkları kuvvetlerden yararlanmışlardır. Osmanlı ise sadece kendi askerleriyle savaşmıştır. Hatta birlikte savaşa girdiği diğer devletlerden yok denecek kadar az yardım almıştır.
O devrin maddî anlamda en güçlü deniz ve kara askerî gücünü ellerinde bulundurun, sömürge şampiyonları İngiltere ve Fransa, İstanbul’u işgal ederek Hasta Adam olarak gördükleri Osmanlıyı saf dışı bırakmak suretiyle Almanya’yı yalnızlığa mahkûm edip I.Dünya Savaşı’nı neticelendirmek; siyasî, içtimaî, ekonomik anlamda zor durumda bulunan müttefikleri Rusya’ya yardım ederek Rusya’da aleyhlerine sonuçlanacak bir ihtilâli önlemek düşüncesiyle Çanakkale Boğazı’na, devasa savaş gemilerinden oluşan donanmalarını getirdiler. Çanakkale Boğazını üç beş saat gibi kısa bir zaman diliminde geçebileceklerini ve Marmara’dan İstanbul’a yol alabileceklerini düşünüyorlardı. Bu düşüncelerinin ne kadar saçma ve çocuksu olduğunu savaşın neticesinde kendileri de anlayıp itiraf edeceklerdi. Ve İtilâf güçleri, kendilerinin ve torunlarının dünya durdukça hiçbir zaman unutamayacakları bir şekilde geldikleri gibi mağrur değil; onurları, gururları ayaklar altında, çiğnenmiş olarak tasmaları boyunlarında zelil ve rezil bir şekilde mağlup kulübelerine döneceklerdi.
Düşman kuvvetleri, irili ufaklı tepeciklerden müteşekkil (oluşmuş) küçük bir kara görünümünde olan Gelibolu Yarımadası’ndan ve Çanakkale Boğazı’ndan yol bularak Marmara’ya dolayısıyla İstanbul’a işgal amacıyla gelmişlerdir. Şair bu hakikati aşağıdaki beyitlerinde ne güzel tasvir ediyor.
’Şu Boğaz Harp’i nedir? Var mı ki dünyada eşi?!
En kesîf orduların yükleniyor dördü beşi.
Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya,
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
Ne hayâsızca tahaşşüd ki ufuklar kapalı.
Nerde, gösterdiği vahşetle bu bir Avrupalı!
Dedirir; yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi?
Varsa gelmiş; açılıp mahbesi, yahut kafesi!?
Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi İngiliz ve Fransızlar, kendi askerlerinin yanı sıra Hindistan, Cezayir, Tunus, Mısır v.b. gibi müstemlekelerinden (sömürgelerinden) Müslüman olan ve olmayan, Avustralya, Kanada, Yeni Zelanda gibi Avrupa ülkelerinden de Hıristiyanlık propagandası yaparak asker toplamışlardır. (İngilizler, Hıristiyanlara Türkler adında insan eti yiyen barbar bir milletin Hıristiyanlığı yok etmek için Avrupa’yı istilâya başladığını, bunların önüne bir an önce geçilmesi gerektiği yalanıyla Avustutalya ve Kanada hükümetleriyle işbirliği yaparak bahsi geçen bu devletlerden Osmanlılarla savaşmak üzere gönüllü asker toplamıştır.) Yani Eski Dünya, Yeni Dünya’dan kandırılarak vahşet için getirilen; lisanları, simaları, renkleri bir diğerinin aynısı olmayan ayak takımları, Çanakkale ve Gelibolu sahillerinde kum gibi kaynamakta, bir tufanı ve mahşerî kalabalığı andırmaktadır. Bu rezil istilânın amacı açıktır. Bir zamanlar yedi iklime barışı götürerek oralarda adaleti tesis etmek suretiyle hüküm süren Osmanlı’yı, yine yedi iklimden getirilen Hindu ve Yamyamların da içinde bulunduğu farklı ülkelerden getirilen askerler, kalbinde vurup öldürmek, sömürmek, mal ve mülklerini yağmalamak istiyorlardı.
’Eski Dünya, Yeni Dünya, bütün akvâm-ı beşer,
Kaynıyor kum gibi, tûfan gibi, mahşer mahşer.
Yedi iklîmi Cihân’ın duruyor karşında,
Ostralya’yla beraber bakıyorsun: Kanada!
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk.
Sade bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.
Kimi Hindû, kimi Yamyam, kimi bilmem ne belâ!...
Hani tâûna da züldür bu rezil istîlâ!?
Sözde medenî olan sefil ve sefih Avrupalıları; İstiklâl Marşı Şairimiz, karnındaki pisliklerini ve gizli emellerini Mehmetçik’in karşısında aylarca durarak kustuklarını ifade ediyor. Aslında bu savaş, Batı’nın maskesinin yırtılmasına zemin hazırlamıştır. Oysa Batı bize maskesi yırtılarak düşmediği için önceleri bir afet gözükmekteydi. Burada Akif adeta haykırıyor: ’Medeniyet denilen kahpe; hakîkat, yüzsüz? bunu böyle bilin ve uyanık olun. Şairimiz şiirinin on ikinci dizesinde ’mel’un? dediği İngiliz ve Fransızların askerî güçlerini, kuvvetli; fakat yıkıcı olarak değerlendiriyor.

’Ah o yirminci asır yok mu, o mahlûk-u asil,
Ne kadar gözdesi mevcut ise hakkıyla sefil.
Kustu Mehmetçik’in aylarca durup karşısına.
Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına.
Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz.
Medeniyet denilen kahpe; hakîkat, yüzsüz.
Sonra mel’undaki tahrîbe müvekkel esbâb,
Öyle müthiş ki eder her bir mülkü harâb.?
Şiirin on üçüncü beytine geldiğimizde Akif realist bir anlatımla bir savaşı tuvale aktaran ressam gibi Çanakkale Savaşını tablolaştırıyor. Savaşta kulakları sağır eden sesle güllelerin kaldırdığı toz toprak birbirine karışmıştır. Düşman gemilerinden atılan bombaların ateşi, aslan neferlerin göğüslerinde sönmektedir, atılan her lağım yüzlerce askeri yakmaktadır. Adeta ölüm indirmektedir gökler, ölü püskürtmektedir yer. Ortada görülmemiş, müthiş bir tipi vardır. Bu bildiğimiz tipi değildir. Bu tipide kar yerine askerlerin, neferlerin devasa toplardan atılan güllelerin ve şarapnel parçalarının güç basıncıyla, bir enkaz hâlini almış bedenleri savrulur. Savaş öyle şiddetlidir ki Gelibolu’nun derin vadilerine ve dik sırtlarına, ’Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak? yağmur misali sağanak sağanak yağmaktadır, boşanmaktadır. Çelik kalelerine ve zırhlarına güvenen namertler, üstün donanımlı ağır silâhlarıyla, alevden selleri andıran yıldırım yaylımı atışlar, ateşler yapmaktadırlar. Osmanlı askeri ise korunmasız bir vaziyette bedenini, mukaddesatına siper yapmıştır. Aslında Kahraman Ordu topun tüfekten, güllenin mermiden daha çok yağdığı bu savaşta bu tehdide, gülmektedir. Onlar bu savaşa şehit olmak için gelmiştir. Tekrar memleketine dönme düşüncesi taşıyan bir er bile mevcut değildir.
’Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı,
Beriden zelzeleler kaldırıyor a’mâkı.
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.
Yerin altında cehennem gibi binlerce lâğam;
Atılan her lâğımın yaktığı yüzlerce adam.
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer?
O ne müthiş tipidir, savrulur enkaaz-ı beşer.
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak;
Boşanır sırtlara, vâdîlere sağnak sağnak.
Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller!
Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller?
Veriyor yangını, durmuş da açık sînelere,
Sürü hâlinde gezerken sayısız tayyâre.
Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler...
Kahraman orduyu seyret ki bu tehdîde güler!..?
Bu destansı, epik şiirin yirmi dördüncü ve beşinci mısralarına geldiğimizde Büyük Şair, maddeyle manayı karşılaştırıyor. Mananın maddeye, galebe çaldığına hükmediyor. İspatı olarak da bu savaşı gösteriyor. Aslında bu düşünce şiirin her bir mısrasında her bir beytinde vurgulanmak isteniyor. Her ne kadar müstahkem kaleler sarılıp indirilse, düşürülse de inanmış; azmetmiş bir topluluğu, maddesel imkânlarla mücehhez bir topluluk esir edemez: ’Sarılır, indirilir mevki-i müstahkemler. / Beşerin azmini tevkîf edemez sun’-ı beşer.? Yirmi beşinci beyitte Mana Şairimiz, Çanakkale Savaşı’nda inaçları ve değerleri uğruna çarpışan askerlere, göğüslerinde sakladıkları ’tevhid? akidesinin bulunduğunu ve bu akidenin Allah’ın değişmez sınırı olduğunu ifade ediyor. Ayrıca tevhid akidesinin çiğnetilmemesi gerektiği ve Allah’ın tevhit akidesini, yarattığı güzel sinelerde tutacağını? bildiriyor.
’Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından!
Alınır kal’a mı göğsündeki kat kat imân?!
Hangi kuvvet onu -hâşâ- edecek kahrından râm?
Çünkü te’sis-i ilâhî o metîn istihkâm.
Sarılır, indirilir mevki-i müstahkemler.
Beşerin azmini tevkîf edemez sun’-ı beşer.
Bu göğüslerse Hüdâ’nın ebedî serhaddi;
’O benim sun’-ı bedîim, onu çiğnetme!’ dedi.?
Asım, Akif’in Müslüman gençlerde görmek istediği ideal tipidir. Bu yüzden Akif de ’Âsım’ın nesli? diye dinî ve fennî ilimlerde söz sahibi olmuş ahlâklı, erdemli bir nesilden söz eder ve Çanakkale’nin şehit ve gazilerini bu nesil sınıfına koyar. Bu neslin başları sadece rükûda eğilir. Bedenlerini dağlarda, taşlarda cansız, ruhsuz bırakırlar; fakat asla namuslarını çiğnetmezler, çiğnetmemişlerdir. Ve bu uğurda bedenlerini dağlarda, taşlarda cansız, ruhsuz bırakmışlardır da.
’Âsım’ın nesli... Diyordum ya!... Nesilmiş gerçek.
İşte çiğnetmedi nâmûsunu, çiğnetmeyecek!
Şühedâ gövdesi, baksana, dağlar, taşlar...
O, rükû olmasa dünyâda eğilmez başlar.?
Vurulup tertemiz alınlarından uzanıp yatanlar; bu topraklar için toprağa düşenler, boş yere şehitlik şerbetini kana kana içmemişlerdir. Onların al kanlarında tevhid ve hilâl yükselmiştir. Bu şiirinde Akif birtakım söz sanatlarına yer vermiştir. (teşbih, istiare, tenasüp, mecaz-ı mürsel vb. gibi) ’Bedr’in Aslanları? derken de İslâm Tarihi’nde çok önemli yeri olan Bedir Savaşı’na gönderme yaparak telmih yapıyor. Bir noktada Bedir Savaşı ile Çanakkale Savaşı’nın mana boyutunda; ortak bir anlamları, amaçları olduğuna dikkat çekerek iki orduyu ve iki orduda bulunan askerleri yüceltiyor. Üstat’ın bu benzetmeyi yapmasından Çanakkale askerleri ile Bedir’in askerlerini aynı kefeye koyduğu manası çıkartılmamalıdır. Zira Üstat’ın bu durumu ayırt edebilecek ilmi, basireti vardır herhâlde. Burada ilginç bir anekdottan sizlere bilgi vermek istiyorum. Bedir Savaş’ı 13 Mart’a Çanakkale Deniz Zaferi de bildiğiniz üzere 18 Mart’a tekabül etmektedir. Aralarında bu şekilde de bir tevafuk söz konusu.

’Vurulup tertemiz alnından uzanmış yatıyor;
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!
Ey bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!..
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhîd’i...
Bedr’in Arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.?
Çanakkale Şehitlerine adlı destansı şiirinin son beyitlerini Millî Şairimiz, en kıymetli varı bulunan canlarını tevhid, mukaddesat uğruna seve seve gözlerini kırpmadan toprağa katan şühedaya medh ve senaya ayırmış. Bu noktada bu son beyitlerin, mısraların muhteva (içerik) tahlilini yapmıyorum, okuyucuya bırakıyorum.
Son olarak birkaç söz etme niyetini taşıyorum. Çanakkale ve Çanakkale savaşlarının cereyan ettiği Gelibolu’ya müteaddit (birde fazla) defalar gittim. Savaşın gerçekleştiği topraklara bastığınızda oraların sizin olduğunu ruhunuzda duyuyorsunuz. Evet, oralar atalarımızın kanıyla bizlere miras bırakılan öpöz vatan toprağımız. Gelibolu’nun her bir karışında, derin vadisinde, dik sırt ve yamacında şehit ceddimizden kalan hatırat var. Hatta nisan yağmurlarıyla birlikte şehitlerin bedenleri ve onlardan arta kalan hatıraların açığa çıktığı söylenir. Selâm hidayete tâbi olanların üzerine olsun? Dua ile?

’Sana dar gelmeyecek makberi, kimler kazsın?
’Gömelim gel seni târîhe!’ desem, sığmazsın.
Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb.
Seni ancak ebediyetler eder, istiâb.
’Bu, taşındır.’ diyerek Kâbe’yi diksem başına;
Rûhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;
Sonra gök kubbeyi alsam da, ridâ nâmiyle,
Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmiyle,
Ebr-i nîsânı açık türbene çatsam da tavan,
Yedi kandilli Süreyyâ’yı uzatsam oradan.
Sen bu âvizenin altında, bürünmüş kanına,
Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına,
Türbedârın gibi tâ haşre kadar bekletsem;
Gündüzün fecr ile âvizeni lebrîz etsem.
Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana...
Yine bir şey yapabildim diyemem hâtırana.
Sen ki son ehl-i salîbin kırarak savletini;
Şarkın en sevgili sultânı Selâhâddîn’i,
Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayrân...
Sen ki, İslâm’ı kuşatmış, boğuyorken hüsran;
O demir çemberi göğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki rûhunla berâber gezer ecrâmı adın;
Sen ki a’sâra gömülsen taşacaksın... Heyhât!
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât...
Ey şehîd oğlu şehîd, isteme benden makber!
Sana âğûşunu açmış duruyor, Peygamber.?

M. AKİF ERSOY
ŞİİR BEYİTLERİNDE GEÇEN BİLİNMEYEN OSMANLICA KELİMELER

Kesif: Koyu, çok sık ve sert, şeffaf olmayan
Tahaşşüt: Birikme, yığılma, toplanma
Mahbes: Hapishane, hapsedilen yer
Akvâm-ı beşer: İnsan kavimleri
Taun: Veba da denilen bulaşıcı bir hastalık
Züll (zillet): alçalma, horluk, hakirlik
Sefil: Sefalet çeken, muhtaçlık içinde olan
Âfet: Son derece güzel
Mel’un: Lânetlenmiş, lânete lâyık, kovulmuş, tard olunmuş
Müvekkel: Vekil olan
Esbab: Sebepler
Saika: Yıldırım, ölüm, mevt, Semadan gelen şiddetli ses
Afak: Ufuklar
Amak: Derinlikler
Lağam: Yeraltına döşenen bir tür fitilli bomba, mayın
Nefer: Asker
Enkaz-ı beşer: Beşer enkazı, insanların savaş sonrasında tahrip olarak enkaz halini almış bedenleri
sun-u beşer: insanın yaptığı
lebriz etmek: taşacak derecede doldurmak
Tabya: Savaşlarda korunmak, silâh ve mühimmat koymak vb. gibi durumlar için kullanılan çok amaçlı bir tür sığınak
Kal’a: Kale
Hasm: Düşman
Te’sis-i ilâhî: Cenâb-ı Hakk’ın tesisi, yapması, yaratması
Metin: Kuvvetli
İstihkâm: Sağlam, kuvvetli ve dayanıklı olan
Ram: İtaat eden, boyun eğen
Mevki-i müstahkem: Sağlam, kuvvetli ve dayanıklı olan mevki, alan
Tevkîf: Tutuklamak, alıkoymak Serhadd: Sınır, hudut
Sun-ı bedî: Cenab-ı Hakk’ın güzellikler
Şüheda: Şehitler
Ecdad: Dedeler, babalar, büyükbabalar
Tevhid: Cenab-ı Hakk’ın varlığına, birliğine; noksan sıfatlardan münezzeh, kemal sıfatlarla muttasıf oluşuna İslâm’ın öngördüğü vasıf üzerine inanmak
Makber: Mezar, kabir
Herc ü merc: Darmadağınık, karmakarışık, allak pullak
Edvar: Devirler, zamanlar
İstiab: İçine almak, tama etmek
Lâhit: Mezar, kabir
Ecram: Gök cisimleri, yıldızlar
Rida: Elbise
Ebr-i nîsân: Nisan bulutu
Yedi Kandilli Süreyya: Ülker (pervin) yıldızı, Yedi veya altı yıldızdırlar ki ikişer ikişer karşılıklı dururlar, Ay’ın geçtiği yerlere yakın görünürler.
Avize: Asılmış bulunan kandil
Marib: Batı tarafında olan, batı
Ehl-i Salib: Bayrağında salib (haç) bulunanlar, Osmanlılardan 209 sene evvelki tarihte Haçlı Seferlerine katılan Hıristiyan ordusu
Savlet: Şiddetli hücum, saldırma
Fecir: Tan yerinin ağarması, şafak, sabah vakti, güneş doğmadan evvel şarkta hasıl olan kızıllık
Haşr: Toplanmak, bir yere birikmek, Kıyamet Günü’nden sonra Mahşer’de Allah’ın emri ve izniyle hesap için insanların toplanması
İclâl: kuvvet ve kudret
Asar: Asırlar
Ağuş: Kucak
Cihat: Cihetler, taraflar, yönler
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

  • kader

    Akif in yeri başkadır.ve onun şiirlerini sık eleyip ince dokumak lazım.çok güzel tahlil edilmiş.teşekkürler :)

  • anmoin

    çok teşekkür ederim ödevimi yaptım :)

  • sevde

    çok saolun ya ödevim vardı çok iyi oldu :)

  • mehmet

    çok saolun ödevim vardı bu şiirle ilgili

  • dilara

    alalh sizden razı olsun çok sağolun

  • şair

    sizin yolunuzu takip etmeye çalışıyorum

  • YASEMİN

    BU ÇK GZL DYYGLMMK ELD DGL

  • mehmet yelmer

    dünyada böyle şiirler fazla kalmadı

  • rrftrht

    çok güzel bir şiir insanın okuyunca duygulanmaması imkansız

  • sevimli

    hayatımı kurtardı bu yazı hiç bir yerde bulamadım buraya başlığı dolayısıyla bakmamaıştım ama sonra iyiki bakmışım

  • Tahir

    Yazılarınızı ilgiyle takip ediyoruz.çabanızdan dolayı teşekkürü bir borç biliriz.Yeni yazılarınızı bekler,başarılar dileriz.

19 kişi yorum yazdı.