Özlenen Rehber Dergisi

51.Sayı

Hz.mevlana Muhammed Celaleddin-i Rûmi-ıı

Cahit DOĞAN Özlenen Rehber Dergisi 51. Sayı
2007’nin “Mevlânâ Yılı” olarak kabulü çok güzel olmakla beraber, kanaatime göre asıl Hz. Mevlânâ’yı anlamak ve Mevlânâ’yı Mevlânâ yapan değerlerden nasiplenmektir takdir edersiniz.

Bu gayeye hizmet anlamında geçen sayımızda Hz. Mevlânâ ve babasından, Konya’ya gelişlerinden, Hz. Mevlânâ’ya teveccühte bulunan mutasavvıflardan, Hz. Mevlânâ’nın Konya’daki hayatı ve seyahatlerinden, Hz. Şems ile Hz. Mevlânâ’nın buluşmalarından bahsetmeye çalıştık. Bu sayımızda ise makalemizin diğer bölümünü siz gönüldaşlarımızla paylaşacağız.

Hz. Şems’in Konya’dan Ayrılışı

Şems ile buluşan Mevlânâ, artık vaktini Şems’in sohbetine hasretmiş, Şems’in nurlarına gömülüp gitmiş, bambaşka bir âleme girmişti. Şems’in cazibesinde yana yana dönüyor, ilâhî aşkla kendinden geçercesine sema ediyordu. Bu iki ilâhî dostun sohbetlerindeki mukaddes sırrı idrakten aciz olanlar, ileri geri konuşmaya başladılar. Neticede Şems, incindi ve Mevlânâ’nın ricalarına rağmen, Konya’dan ayrıldı.

Hz. Şems’in Konya’ya Dönüşü

Şems’in ayrılığından derin bir ıstıraba düşen Mevlânâ, manzum olarak yazdığı güzel bir mektubu, Sultan Veled’in başkanlığındaki kafileyle Şam’a, Şems’e gönderdi. Sultan Veled, kafilesiyle Şam’a vardı. Şems’i buldu ve babasının davet mektubunu, hediyelerle birlikte Şems’e sundu. Şems:

“Muhammedî tavırlı ve ahlâklı Mevlânâ’nın arzusu kâfidir. Onun sözünden ve işaretinden nasıl çıkılabilir?” diyerek, Mevlânâ’nın davetine icabet etti ve 1247’de, Sultan Veled’in kafilesiyle, Konya’ya döndü.

Şems-i Tebrizî Hazretleri’nin Kayboluşu

Şems’in Konya’ya geri gelmesine herkes sevindi. Mevlânâ da hasretin sıkıntılarından kurtuldu. Sema meclisleri tertip edildi. Fakat huzurlu, muhabbetle geçen günler uzun sürmedi; dedikodular ve can sıkıcı durumlar yeniden başladı. Şems, o bahtsız dedikoducu topluluğun yine kinle dolduğunu, gönüllerinden sevginin uçup gittiğini, akıllarının nefislerine esir olduğunu anladı ve kendisini ortadan kaldırmaya uğraştıklarını bildi. Sultan Veled’e dedi ki:

’Gördün ya, azgınlıkta yine birleştiler. Doğru yolu göstermekte, bilginlikte eşi olmayan Mevlânâ’nın huzurundan beni ayırmak, uzaklaştırmak, sonra da sevinmek istiyorlar. Bu sefer öyle bir gideceğim ki, hiç kimse benim nerede olduğumu bilemeyecek. Aramaktan acze düşecek, kimse benden bir nişan bile bulamayacak. Böyle birçok yıllar geçecek de yine izimin tozunu bile göremeyecek.’
İşte Sultan Veled’e böyle yakınan Şems, 1247-1248 yıllarında, Konya’dan ansızın gidip kayboldu. Şems’in kayboluşundan sonra Mevlânâ, herkesten onun haberini soruyordu. Kim onun hakkında aslı esası olmayan bir haber bile verse ve Şems’i falan yerde gördüm dese, bu müjde için sarığını ve hırkasını vererek şükranlarda bulunuyordu.

Bir gün bir adam, Şems’i Şam’da gördüm, diye haber verdi. Mevlânâ buna, tarif edilemeyecek şekilde sevindi ve o adama, üstünde nesi varsa bağışladı. Dostlarından birisi, bu adamın verdiği haber yalandır. O, Şems’i hiç görmemiştir, dediğinde Mevlânâ şu cevabı vermiştir: ’Evet, onun verdiği bu yalan haber için üstümde neyim varsa verdim. Eğer doğru haber verseydi, canımı verirdim.’

Hz. Mevlânâ’nın Konya Dışına ikinci Çıkışı

Mevlânâ, Şems’i çok aradı. Onun ayrılığıyla, gönülleri yakan, sızlatan, nice şiirler söyledi. Onu aramak için iki kere Şam’a gitti. Yine Şems’i bulamadı. Bu son iki seyahatin tarihleri kesin olarak bilinmemektedir.

Sultan Veled’in ifadesiyle Mevlânâ, Şam’da suret bakımından Tebrizli Şems’i bulamadı ama, mana yönünden onu, kendisinde buldu. Ay gibi kendi varlığında beliren Şems’i, kendinde gördü ve dedi ki: ’Beden bakımından ondan ayrıyım ama, bedensiz ve cansız ikimizde bir nuruz. Ey arayan kişi! İster onu gör, ister beni. Ben oyum o da ben.’

Mevlânâ bir gün Şeyh Selahaddin’in kuyumcular çarşısındaki dükkânının önünden geçmektedir. İçerde varak yapmak için çekiçle altın dövmekte olan Kuyumcu Şeyh Selahaddin ve çıraklarının çekiç darbelerinden çıkan sesleri duyan Mevlânâ, o hoş seslerin ahengi ile cezbeye kapılır (Allah tarafından manen çekilerek iradesi elden gider) ve vecd ile (kendinden geçip ilâhî aska dalarak) sema etmeye baslar. Dışarıda Mevlânâ’nın sema ettiğini gören Şeyh Selahaddin onun, çekiç darbelerinin ahengine, ritmine uyarak sema ettiğini anlayınca, altının zayi olmasını düşünmez ve çıraklarına, çekiç darbelerine devam etmelerini emrederek kendisi de dışarı fırlar ve Mevlânâ’nın ayaklarına kapanır.

Mevlânâ, son Şam seyahatinde, mana yönünden Şems’i ay gibi kendinde gördükten sonra, onu aramaktan vazgeçti ve kendisine Şeyh Selahaddin’i dost ve hemdem olarak seçti. Mevlânâ, Şems’e duyduğu muhabbet ve gönül bağlılığının aynısını Şeyh Selahaddin’e de gösterdi ve bu zat ile sükûn buldu. Mevlânâ, Allah’ın cemal tecellileri içinde ruhen manevi bir âlemde yaşadığından, müridlerinin irşadıyla bizzat uğraşmamış ve onların irşad ve terbiyesine, en seçkin, en ehil dostlarından birini tayin etmiştir. İste Şeyh Selahaddin, bu vazifeye ilk olarak tayin ettiği dostudur. Mevlânâ, Şeyh Selahaddin’e yalnız manevi bir bağ ve içten gelen muhabbetiyle kalmadı, onun kızı Fatma Hatun’u, oğlu Sultan Veled’e almak suretiyle aralarında bir akrabalık bağı da kurdu.

Şeyh Selahaddin Hazretleri’nin Olgunluğu

Mevlânâ’nın, Şems ile dostluğunu çekemeyenler bu sefer de Mevlânâ’nın Şeyh Selahaddin’e gösterdiği yakınlığa haset etmeye başladılar. Şeyh Selahaddin’i, ümmîdir diye, yüksek irşad makamına layık görmüyorlardı. Şems’e yaptıkları gibi küstahlığa kalkıştılar. Kendisine kötü düşünce ile bakan bahtsız, zavallılara Şeyh Selahaddin:

’Mevlânâ, beni yalnızca herkesten üstün tuttu da bu yüzden inciniyorsunuz. Bilmiyorsunuz ki, benim apaçık bir görünüşüm yok, ben bir aynayım. Mevlânâ, bende kendi yüzünü görüyor; ne diye kendini seçmesin? O, kendi güzelim yüzüne âşık; bundan başka bir fikre düşmek, kötü bir şey.’ diyerek, kemal ve mahviyyetini (ileri derecede alçak gönüllülüğünü) göstermiştir.

Mevlânâ ile Şeyh Selahaddin, on yıl birbirleriyle adeta mest olarak görüşüp sohbet ettiler; ayrılık mahmurluğunu tatmadan, visal âleminde safalar sürdüler. Nihayet Şeyh Selahaddin hastalandı ve ebedi âleme göçtü (1259).

“Dinleyen susuz ve arayıcı olursa, va’zeden ölü bile olsa söyler.
Dinleyen yeni gelmiş ve usanmamış olursa dilsiz bile sözde bülbül kesilir.”

“Bütün güzel, hoş ve yarasan şeyler, gören göz için yapılır. En ince ve en kalın nağmeleri, nasıl olur da sağır kulak için terennüm edilir?”

“Allah, miski beyhude yere güzel kokulu yapmadı. Koku duyan için yarattı; koku almayan için değil.’

İşte İslâmî tasavvuf edebiyatının en büyük didaktik şaheseri olan Mesnevi’yi, Çelebi Hüsameddin, Mevlânâ’nın tükenmez bir hazineye benzeyen ruhundan çekip çıkarmıştır.

Mesnevi-i Ma’nevî’nin Yazılışı

Eflaki, Mesnevi’nin yazılıp tamamlanmasını anlattığı bahiste diyor ki:
’Mevlânâ Hazretleri, asil kişilerin sultanı Çelebi Hüsameddin’in cazibesi ile heyecanlar içerisinde sema ederken, ayakta, sükûnet ve hareket halinde daima Mesnevi’yi söylemeye devam etti. Bazen öyle olurdu ki, akşamdan başlayarak gün ağarıncaya kadar birbiri arkasından söyler, yazdırırdı. Çelebi Hüsameddin de bunu süratle yazar ve yazdıktan sonra hepsini yüksek sesle Mevlânâ’ya okurdu. Cilt tamamlanınca Çelebi Hüsameddin, beyitleri yeniden gözden geçirerek gereken düzeltmeleri yapıp tekrar okurdu.’ Bu şekilde dikkatlice 1259- 1261 yılları arasında yazılmaya başlanılan Mesnevi, 1264- 1268 yılları arasında sona erdi.

Hz. Mevlânâ’nın Bâkî Âleme Göçüsü

Mevlânâ, Çelebi Hüsameddin ile tam on beş sene güzel demler, hoş sefalar sürdü. Bu müddet zarfında bahtsızların fitne ve hücumundan uzak, huzur ve sürur içinde yaşadı. Dostları onun cemalinin nuruna pervane olmuşlardı. Mevlânâ, artık son anlarını yaşadığını, özlediği ebedi âleme kavuşacağını anlamıştı. Ansızın hastalanıp yatağa düştü.

Şeyh Sadrettin (?- 1274) de talebeleriyle birlikte Mevlânâ’ya geçmiş olsun demeye geldi ve çok üzüldüğünü beyan edip:

’Allah yakın zamanda şifalar versin. Hastalık ahirette derecenizin yükselmesine sebeptir. Siz âlemin canısınız, inşaallah yakın zamanda tam bir sıhhate kavuşursunuz.’ diye temennide bulundu. Bunun üzerine Mevlânâ: ’Bundan sonra Allah sizlere şifa versin. Aşığın maşukuna kavuşmasını nurun nura ulaşmasını istemiyor musunuz?’dedi. Şeyh Sadrettin, yanındakilerle birlikte ağlayarak kalkıp gitti.

Mevlânâ, dostlarına ve aile efradına, bu dünyadan göçeceğine üzülmemelerini söylüyordu; fakat onlar, bedenen de olsa, bu ayrılığı kabullenemiyorlar, ağlayıp inliyorlardı.

Mevlânâ’nın hanımı, Mevlânâ’ya hitaben:

’Ey Âlemin nuru, ey Âdemin canı! Bizi bırakıp nereye gideceksin?’ diyerek ağlıyor ve ilave ediyordu.

Hüdavendigar Hazretleri’nin dünyayı hakikat ve manalarla doldurması için üç yüz veya dört yüz yıllık ömrünün olması lazımdı.’

Mevlânâ da cevaben:

“Niçin? Niçin? Biz ne Firavun ve ne de Nemrud’uz, bizim toprak âlemiyle ne isimiz var, bize bu toprak âleminde huzur ve karar nasıl olur? Ben insanlara faydam dokunsun diye dünya zindanında kalmışım; yoksa hapishane nerede ben nerede? Kimin malini çalmışım? Yakında Allah’ın sevgili dostunun, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in yanına döneceğimiz umulur.’ dedi

Hz. Mevlânâ’nın Vasiyeti

’Ben size, gizli ve aleni, Allah’dan korkmanızı, az yemenizi, az uyumanızı, az söylemenizi, günahlardan çekinmenizi, oruç tutmaya ve namaz kılmaya devam etmenizi, daima şehvetten kaçınmanızı, halkın eziyet ve cefasına dayanmanızı, avam ve sefihlerle düşüp kalkmaktan uzak bulunmanızı, kerem sahibi olan salih kimselerle beraber olmanızı vasiyet ederim. İnsanların hayırlısı, insanlara faydası dokunandır. Sözün hayırlısı da az ve öz olanıdır. Hamd, yalnız tek olan Allah’a mahsustur. Tevhid ehline selâm olsun.’

Şeb-i Arus

İrfan ve sevgi güneşi Mevlânâ, 5 Cemazelahir, 672 (17 Aralık, 1273) Pazar günü gurup vakti, bütün parlaklığı ile, bütün güzellikleriyle gülerek ebediyet âleminin semasına doğdu. Mevlevîler, o geceye seb-i Arus derler.

Hz. Mevlânâ’nın Cenaze Merasimi

Müslüman olan, müslüman olmayan, küçük, büyük ne kadar Konyalı varsa hepsi, cenaze merasimine katıldı. Müslümanlar, müslüman olmayanları savmaya çalışarak, onlara: ’Bu merasimin sizinle ne ilgisi vardır? Bu din, sultan Mevlânâ bizimdir, bizim imamımızdır,’ diyorlardı. Onlar da şu cevabı veriyorlardı:

’Biz Musa’nın, İsa’nın ve bütün peygamberlerin hakikatini onun sözünden anlayıp öğrendik. Kendi kitabımızda okuduğumuz olgun peygamberlerin huy ve hareketlerini onda gördük. Sizler nasıl onun muhibbi müridi iseniz, biz de onun muhibbiyiz. Mevlânâ Hazretleri’nin zatı, insanların üzerinde parlayan ve onlara iyilikte, cömertlikte bulunan hakikatler güneşidir. Güneşi bütün dünya sever. Bütün evler onun buruyla aydınlanır.

Mevlânâ ekmek gibidir. Hiç kimse ekmeğe ihtiyaç duymamazlık edemez. Ekmekten kaçan hiçbir aç gördünüz mü?’

Hz. Mevlânâ’nın Ölüm Hakkında Düşünceleri

’Ölüm günümde tabutum yürüyüp gitmeye başladı mı, bende bu cihanın gamı var, dünyadan ayrılığıma tasalanıyorum sanma; bu çeşit şüpheye düşme. Bana ağlama, yazık yazık deme. Şeytanın tuzağına düşersem iste hayıflanmanın sırası o zamandır.

Cenazemi görünce ayrılık ayrılık deme. O vakit benim buluşma ve görüşme zamanımdır.

Beni kabre indirip bırakınca, sakın elveda elveda deme; zira mezar cennetler topluluğunun perdesidir.

Batmayı gördün ya, doğmayı da seyret. Güneşe ve aya batmadan ne ziyan geliyor ki? Sana batmak görünür, ama o, doğmaktır. Mezar hapis gibi görünür ama o, canın kurtuluşudur.

Hangi tohum yere ekildi de bitmedi? Ne diye insan tohumunda şüpheye düşüyorsun? Hangi kova kuyuya salındı da dolu dolu çıkmadı? Can Yusuf’u ne diye kuyuda feryat etsin?

Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız. Bizim mezarımız ariflerin gönlündedir...

Allah’ım, bütün iman ehlini sâlihlerin yoldaşı kılsın!
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

Henüz hiç kimse yorum yazmadı.