Özlenen Rehber Dergisi

30.Sayı

Ölüm Tefekkürü

Cuma Ali KARA Özlenen Rehber Dergisi 30. Sayı
Kulluğumuza en çok fayda veren şeylerden birisi de akıbetimizi, ölümümüzü ve ölümümüzün sonrasını düşünerek, nefse, şeytana, dünyaya karşı devamlı teyakkuz halinde olmamızdır.

İnsan ölümü hatırlayınca, dünya lezzetlerine, oyunlarına, eğlencelerine meyli azalır, dünyaya olan bakış açısı değişir, Yaratan’ına ibadete yönelir. Bu sebepledir ki, Efendimiz (s.a.v.): ’Benim bildiklerimi bilseydiniz; az güler, çok ağlardınız.’ buyurmuştur.

Cenâb-ı Hak, Tevbe sûresi 82. âyet-i kerimede de kullarını ihtar ederek: ’Az gülsünler, çok ağlasınlar.’ yani ölüm ve sonrasında başınıza gelecekleri ve hesap yerindeki durumunuzu tefekkür ederek az gülün, çok ağlayın buyurmaktadır.

Allah Rasûl’ü (s.a.v.) Efendimiz, mübarek ömürlerini, ’nefsini ehl-i kuburdan addetme’ düsturu üzere yaşamış, ölümü ve sonrasını hem tefekkür etmiş, tefekküre teşvik etmiş hem de ölüm ve sonrasını tefekkürü tavsiye etmiştir.

Bir gün Hz. Âişe (r.anhâ.) annemiz Efendimiz (a.s.)’a şöyle sorar: ’Ey Allah’ın Rasûl’ü, şehitlerle beraber haşrolunacak kimse var mı?’ Hz. Peygamber (s.a.v.) cevap olarak şöyle der: ’Evet, yirmi dört saatte yirmi defa ölümü anan bir kimse!’(1) Bir başka hadis-i şeriflerinde ise: ’Ölümü ve öldükten sonra kemiklerin ve cesedin çürümesini hatırlayın. Ahiret hayatını isteyen, dünya hayatının süsünü terk eder.’ buyurur.(2)

İşte bu gibi daha birçok hadisleriyle, ümmetine hep o lezzetleri yok eden ölümü hatırlatmış, hatta ve hatta sahabelerini neşeli oldukları zamanlarda bile ikaz ederek, bir an bile ölüm tefekküründen gafil olmamalarını emretmiş, onlar da gözyaşlarına boğulmuşlardır. O Sahabe Efendilerimiz ki, peygamberlerden sonra insanların en faziletlileridirler. Allah’a olan kulluk vazifelerini ne pahasına olursa olsun yerine getirmişler, savaş meydanlarında ölümü korkusuzca aramışlar, dünya hayatını hakir ve değersiz görmüşler, Rablerinin rızasını kazanmak için dünya ve içindekilerini engel tanımamışlar, sinelerinde o dosta kavuşmanın kapısı olan ölümün tefekkürüyle ebedî hayata hazırlık yapmışlardır. Çünkü onlar, ’Ey îman edenler! Allah’tan korkun ve her nefis yarını için ne hazırladığına baksın. Allah’tan korkun; çünkü Allah yaptıklarınızdan haberdardır.’(3) ve ’Ey îman edenler! Allah’tan hakkıyla korkun ve ancak Müslümanlar olarak can verin (ölün).’(4) âyet-i kerimelerinin hakikâtini biliyor, tefekkür ediyor ve bu âyetlerin mucibince ölüme hazırlık yapıyorlardı. Bu yüzden dolayıdır ki ölüm gelmeden önce ölmüşlerdi, hesaba çekilmeden önce kendi nefislerini hesaba çekip hazırlık yapıyorlardı. İmam-ı Rabbanî (k.s.) Efendimiz şöyle buyurmuştur: ’Ölüm bir köprü gibidir. Sevgiliyi sevgiliye kavuşturur. Ölmek felâket değildir. Öldükten sonra, başına gelecekleri bilmemek felakettir.’(5)

O halde insan, eninde sonunda karşılaşacağı ölüme her an hazır olmak için, ’Madem ki öleceğim ve öldükten sonra da hesaba çekileceğim, öyleyse şu fani dünyanın acı lezzetlerine kapılıp günah işlemenin, Cenâb-ı Hakk’a karşı isyan etmemin ne manası var, ölüm ve sonrası için hazırlık yapayım.’ diye tefekkür etmesi lâzımdır.

Ölüm, nefsin hoşuna giden pek çok haram lezzetleri acılaştırarak ağzın tadını kaçırdığı, keyfi bozduğu, insanı nefsanî isteklerinden vazgeçmeye zorladığı, dünya ve lezzetlerini elin tersi ile itmeye ilettiği, kısacası şeytanın insan üzerindeki hâkimiyetini en aza indirgediği için hatırlanmak, tefekkür edilmek istenmez. Bu sebeple Allah dostları, tasavvuf büyükleri seyr-i sülûkta rabıta-i mevte (ölüm rabıtasına) önem vermiş, salikleri hep ölüm tefekkürüne teşvik etmişleridir. Zira ölüm düşüncesi, arz ettiğimiz gibi caydırıcı yönüyle insanın Rabb’ine karşı yaptıklarından hesap verme korkusuyla, kulu iki büklüm edip, kişinin îmanının kuvvet bulmasında, amellerinde ihlâsı elde etmesinde, dünyaya olan rağbetinin ve sevgisinin azalmasında müspet bir tesir meydana getirmektedir.

Hz. Mevlâna (k.s.) ölüm hakkında şöyle bir benzetmede bulunmuştur: ’Hani bir çocuk, öbür çocuğun üzerine yürür, onunla konuşuyor gibi hareketlerde bulunur ya, Çocuklar dükkâncılık oynarlar ya; fakat zaman geçirmekten başka bir şey geçmez ellerine. Gece gelip, çatar çocuk evine aç döner, öbür çocuklar giderler, tek başına kala kalır. Bu âlem oyun yeridir, ölüm de gece. Geri döner gidersin; fakat kese bomboş, sen de yorgun argın!’(6)

Bediüzzaman Said Nursî (k.s.) ölüm gelmeden önce ona hazırlıklı olmak gerektiğini şöyle ifade ediyor: ’Ey dünya zevkini düşünüp hastalıktan ızdırap çeken kardeşim! Bu dünya eğer daimi olsaydı ve yolumuzda ölüm olmasaydı ve firak (ayrılık) ve zevalin rüzgârları esmeseydi ve musibetli, fırtınalı istikbalde mânevi kış mevsimleri olmasaydı, ben seninle beraber senin haline acıyacaktım. Madem dünya bir gün bize: ’Haydi dışarı...’ diyecek, feryadımızdan kulağını kapayacak, o bizi dışarı kovmadan biz bu hastalıklar ikazatıyla şimdiden onun aşkından vazgeçmeliyiz.

O bizi terk etmeden, kalben onu terke çalışmalıyız. Evet, hastalık bu manayı bize ihtar edip der ki: ’Senin vücudun taştan, demirden değil.’ der. Belki daima ayrılmaya müsait muhtelif maddelerden terkip edilmiştir. Gururu bırak, acizliğini anla. Mâlik’ini tanı, vazifeni bil, dünyaya niçin geldiğini öğren.’(7)

Ölüm tefekkürü nasıl yapılmalıdır ve keyfiyeti nedir?

Bu soruya İmam-ı Gazalî şöyle cevap vermiştir: ’Ölüm korkutucudur ve tehlikesi büyüktür. Halk onun hakkında az düşündüğü, onu az andığı için ondan gafildir. Onu anan bir kimse de boş bir kalple onu anar. Bu bakımdan ölümün anılması bu kimsenin kalbinde herhangi bir fayda temin etmez. Öyleyse yapılması gereken şey, kulun kalbini her şeyden boşaltmasıdır. Tıpkı tehlikeli bir sahraya gitmek isteyen veya denizde yolculuk yapmak isteyen bir kimse gibi! Öyleyse ölümün anılması kalbe girdiğinde tesir etmeli, kişinin dünyaya olan sevgi ve süruru azalıp kalbi burkulmalıdır. Bu arada en faydalı yol; benzerlerinin ve kendisinden önce göç edip giden emsallerinin bahsini çokça etmektir. Onların ölümlerini ve toprak altındaki durumlarını anmalıdır.’(8)

Öyleyse İmam-ı Gazalî’nin yukarıdaki ölüm tefekkürü hakkındaki görüşünden anlıyoruz ki, insan bu tefekkürü öyle yapmalıdır ki istikamete ulaşsın, dünyaya olan rağbeti ve sevgisi yok olsun. Onun için insan şöyle tefekkür etmelidir: ’Ölmüşüm! Başımda annem, babam, ailem, yakınlarım, dostlarım toplanmış ağlıyorlar. Ah esas ağlaması gereken siz değil de benim! Ah keşke Rabbi’nin fermanına kulak verseydim de (az gülsünler, çok ağlasınlar) dünyada bu başıma gelecekleri tefekkür edip, ağlasaydım da şimdi burada gülseydim!..... Beni teneşire uzunca yatırmışlar, gassal ( ölüyü yıkayan kişi ) cesedimi yıkıyor, kirlerimi temizliyor, beni istediği tarafa evirip çeviriyor. Ah ben dünyada iken Rabbi’min emirlerine, Rasûlullah’ın emirlerine, evliyaların terbiye metotlarına itiraz etmeyip ölmeden önce, onların elinde meyyit olsaydım da beni istedikleri gibi evirip çevirip şeriat-ı mustafaviyye caddesinde yol almaya hazır hale getirselerdi!........

Şu götürüldüğüm karanlık kabrimi Allah’a itaatle, namazla, Kur’an tilavetliyle, zikirle ah aydınlatsaydım.

Neden, dünya da iken yumuşak yataklarda, lüks koltuklarda rahat edip, bu hayatın geçici olduğunu unutup tadını çıkarmayı düşündüğüm zamanlarda, şu sıkışıp kaldığım tahta tabuta yatırılmayı düşünmedim! Ah, vah ediyorum; ama niçin kimse beni duymuyor? Bana niçin yardım etmiyorlar? Namazımı kıldılar, sırtlarına alıp beni kabre götürdüler ve koydular. Neden kimse benim feryadımı duymuyor? Ailem, dostlarım, arkadaşlarım niçin beni burada yalnız bırakıp gidiyorsunuz? Hani benim servetim, saltanatım, mallarım onlar nerede şimdi mafsallarım ayrılacak etlerim, kemiklerim ayrılacak, konuşan dilimi, gören gözlerimi böcekler yiyecek...

Ah keşke burada bana faydası olan amelleri işleseydim!..... Bu durumları bana hatırlatanlara, nasihat edenlere karşı çıkmasaydım ve kulak verip önemseseydim. Münker Nekir meleklerine nasıl cevap vereceğim?’

Ehl-i hikmetten birisi dostlarından birine şöyle yazmış: ’Ey kardeşim, ölümü temenni edecek, fakat ölümü bulamayacak olduğun âhiret günü gelip çatmadan önce ölümden sakın...’

Davud (a.s.)’ın yanında ölüm ve kıyametten bahsedildiği zaman, kemikleri birbirinden ayrılırcasına ağlarmış. Rabi b. Heysem, evinin içinde kabir kazıp, her gün onun içinde birkaç kere yatar ve bununla ölümü hatırlamayı devam ettirir, şöyle derdi: ’Eğer ölümü zikretmek kalbimden bir saat ayrılsa, bütün âzâlarım fesada uğrar.’(9)

Büyüklerimizin nasihat ve hallerinden anlıyoruz ki; şeytan, nefis ve dünya üçgenine karşı devamlı teyakkuz halinde olmamız gerekiyor. İşte bu teyakkuz, ayıklık hali ise ölüm ve ötesini tefekkür, hesaba çekilmeden önce kendimizi hesaba çekmekle ve salih amellere yarışırcasına koşmakla olur. Mübarek üstadımız Abdullah Farukî el-Müceddidî (k.s.) Hazretlerinin söylemiş olduğu şu veciz söz, işin ne kadar ehemmiyetli olduğunu bize gösteriyor: ’İnsanın vücudundaki âzâlar nasıl da sessiz pusuda duruyor. Şimdi senin emirlerini dinliyor; ama yarın kıyamette âzâların şahitlik yaparak, casusluk yapacak. Hayırsa hayır yaptı, şer ise şer yaptı diyecekler.’

Bera (r.a.) anlatıyor: ’Biz Rasûlullah (s.a.v.)’le bir cenazede beraberdik. Efendimiz (a.s.) kabrin kenarına oturup ağladılar, öyle ki (gözyaşlarıyla) toprak ıslandı. Sonra da: ’Ey kardeşlerim! İşte (başımıza gelecek) bu aynı (ölüm hadisesi) için iyi hazırlanın...’ buyurdular.’(10)

Kaynakça:
1. Mukaşefetü’l-Kulub, sh. 212.
2. Tirmizî, Kıyamet 24; Ahmed b. Hanbel, I/387.
3. el-Haşr, 59/18.
4. Âl-i İmran, 3/102.
5. Mektûbât-ı Rabbanî, 104. Mektup.
6. Mesnevî, Hikâye 40.
7. 25. Lem’a, sh. 694.
8. İmam-ı Gazalî, Ölüm ve Ötesi, sh. 15.
9. Mükaşefetü’l-Kulub, sh. 216.
10. Kütüb-ü Sitte, H.No: 7244.
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

Henüz hiç kimse yorum yazmadı.